Şenliklerle gittiler, onuru kırık, başı eğik dönüyorlar

Ahmet KAHRAMAN yazdı —

  • Hint sinemasının yaratıcısı Capor ailesinin veliahtı Raj Capor’un, 1951 yılında yaptığı kült filmi “Avare“nin baş kişisi kalpazan, hırsız ve dolandırıcıyı andırıyordu, bunlar.

Ama Rajdan farklı olarak, siyaset yoluyla büyük vurgun peşindeydiler. Alıcısı çok, kazancı yüksek olan din, iman, cami diye diye “millet“inin arasına daldılar.
Onların oyu ile güç ve destek alıp başa oturdular. Kendi düzenlerini kurdular. İnsanların çöplükte ekmek aradığı bir yerde, “petrol sultanlarını“ kıskandıran görkemde bir hayat kurdular.
Ayaklarında, ucu timsah ağzı gibi açılmış, pençesi tutmaz olmuş ayakkabı ile geldikleri yerde kızları, oğulları, hizmetkar ve onun bunun malı, mülküne “çöken“ mafya reisleri, “müteahhit“ kılıklı çetelerle ülkeye daldılar.
Arsa, arazi, koy, liman, dağ, taş para eden ne varsa satışa çıkardılar.
Yer yüzü tarihinde, bir ilk bu dönemde yaşandı. İnsanlar, devlete karşı malını, mülkünü, orman ve dağını korumak için, nöbete çıktılar.
Dünün pabuçsuz, günün egemenleri “milletimin itibarı için“ diye diye, “tumanı“ yamalı, yarı aç yaşayan kalabalıklardan topladıkları vergilerle, salt “şahsım“ın içinde debelenircesine yaşayacağı ve hizmetindekilerin de kırıntılarından geçindiği saraylar yaptırıldı. Şahsa mahsus uçak filosu, sayısını kimsenin bilmediği kadar teknoloji harikası otomobil satın alındı.
“Şahsım“, el sırtından çok cömertti. Maaile yiyip içtikleri yetmiyormuş gibi, hizmetli, hizmetçi, uşak, aşçı ve şoförlerinin yeyintileri de, “milletim“in kesesindendi.  
Ama, cami avlularında kurulan nutuk platformlarında haykırıldığına göre, hiç bir şey “şahsı için“ değildi. Bütün fedakarlıklar “milletinin itibarı“ içindi.  Şahsım da katlanıyordu işte...
Bir zamanlar pazar artıklarıyla geçiren “şahsım“, “milletin itibarı“ adına geçmişin intikamını alırcasına görkemi seviyor ve görkemce yaşıyordu. Görkeme ek olarak, Kürt öldürmeyi seviyordu. Öldürtemediği Kürtleri rehine niyetine mahpus tutuyor, boş kalan hapishane köşelerini de diğer düşmanlarıyla dolduruyordu.  
Kürtlere kinle zehirlenmiş, deli kesilmişti, “şahsım“ dedikleri. Mezopotamya, Irak veya Suriye Kürdistanının herhangi bir yerinde, bir Kürt’ün hedef olacak şekilde görüldüğünü haber aldığında, “şeyi“ne emir verir gibi, anında “apart“ diyerek uçak filolarını kaldırıyordu.
Kürtlerin adı geçtiğinde, insan kılığında, kana susamış aç kurt kesiliyordu. Entrika gergefi dokurken, Rusya’ya “Amerikaya dönerim“, Amerikaya da  “Rusyanın kucağına giderim ha“ şantajıyla destek alıyor, Rojavanın önemli bir kısmını, Güney Kürdistanı ise hakim olacak şekilde işgal ediyordu
Öte yandan, dünyanın neresinde işgale uygun toprak varsa, oraya fetih seferi düzenleyip mafya tarzı ganimete “çökme“ye koşuyordu.  
Bu amaçla Mağribe, Fas, Tunus, Cezari’e sızmaya çalışıyor, Libyaya saldıran haydutlara, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlunun eline tutuşturduğu çanta ile para gönderiyordu.
Suriye işgali için, Çeçenistan, Özbekistan’dan, Çinden, kuzey Afrika’dan  kiralık katiller getirtip onlardan kurulu taburlar, alay ve tugaylar düzenliyordu.
“Suriyenin toprak bütünlüğü“ diyerek, babasının
gecekondusuna girer gibi, bayrağını dikip işgale girişiyor, ilhaka hazırlık olarak da yönetimini kurup, parasını egemen kılıyor, Dilini zorunlu kılan eğitime başlıyordu.
“Şahsım“ şen, Türk halkının ganimetçi kesimi keyifliydi. Düğünlerinin görkemi, Saraydaki konumları, yatlarının gösterisiyle, büyük türk sosyetesinin yeni yüzü olan mafya, ganimete çökmenin mutluluğunu yaşıyordu.  
Çünkü Suriye sınırında, artık kapı ve kapı bekçisi yoktu. O topraklar, hırsızlar, talancı ve kafa kesenlerin “yol geçen hanı“ idi. Türk ordusu hanın bekçisi olarak, kalıcılığın simgesiydi, Suriyede.
Bu amaçla İdlib’e sahiplenme adına, askeri kuleler dikiyor, kafa kesen İslamcılar da bekçi olarak dikiliyordu.
Ama, Türkler, “el yordamı“ ile gerdeğe girenlerin mutluluğunun daim ve hiç bir ülke toprağının da yol geçen hanı olmadığını bilmiyorlardı. Anlamaları için kafalarına vurulması gerekiyordu. İşte bu süreç başladı.
İdlib Amerika ve Rusyanın, onlara bir armağanıydı. Tıpkı Rojava toprakları gibi...
İdlib’de dokununulmaz ve kalıcı olduklarından o kadar emindiler ki, IŞİD’in halifesi Bağdadi’yi bile oraya yerleştirip, yaptırdıkları köşkte oturtmuşlardı. Amerika, bir gece o köşkü Bağdadi’nin başına yıkarak, Türklerin kendine güven karizmasını çizdi. Sonra Ruslar, kulelerden birini vurarak, “sana burada yer yok“ ilanatını yaptı.
Geçenlerde, “gaipten“ fırlayan bir füze ile bir kaç Türk askeri daha havaya uçuruldu.
Nihayet mesaj alınmıştı. “Şahsım“ ayağı yanmış mahlukat gibi Putine koştu. Ama nafile. “Geldiğin gibi İdlib’den gideceksin“ kararından cayma yoktu. Aksi halde, bombalar yoldaydı.
Ve şahsımın, daha dönüş yolundayken, Rus medyası davul-zurna eşliği ve Türk halkının alkışları arasında, Türk ordusunun askerleri İdlib’den çekiliyordu. Sessizce ve yenikliğin baş eğikliğiyle…
İdlib’den kaçış, Suriyede çözülmenin başlangıcıdır. Sıra Rojava ve Suriye’nin  örteki topraklarını kurtarmada.  Bundan kaçış yok. O topraklar sahiplerinin olacaktır. Libya’dan da resmen kovulmuşlardı. Her yerden kovulacaklar.
Çünkü Türk devleti yer yüzü boyunca artık sorun. “Türk sorunu“ yaşanıyor dünyada. Avrupadan sonra, Amerika da, devletin gayri resmi eşkıya çetesi olan terör ağı Ülkü Ocaklarını soruşturuyor. Cenevrede, Türk terör devleti için yargılama süreci başladı. Rojavadaki talan, cinayet ve ırkçı terör soruşturması başladı.
“Bir sorun“ olarak, kanlı sorunlar yaratan, fesatlık yapanlara, hele hele Hitlervari ırkçıya yer yok, dünyada. Şahsım’ın kurduğu haydutlar çemberi kırılıyor...
Kısacası, Osmanlı çapulculuğunu ihya için, yola çıkan terör devleti, ricat ve hesap  verme sürecinde...

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.