Shakespeare: Kolektifleşmiş bir hafıza sistemi
Kültür/Sanat Haberleri —
- “Shakespeare oyunlarının üniversite onaylı ilk derlemesini hazırlamaya giriştiği 1863 yılına kadar, yani neredeyse üç yüzyıl sürmüştür. Oxford Üniversitesi bünyesinde ilk kez bir Shakespeare gösteriminin yapılması ise, 1883 yılını bulmuştur. Kısaca, Shakespeare eserlerinin sömürgeci İngiltere’deki yolculuğu da öyle güllük gülistanlık değil.”
MİHEME PORGEBOL
“Tiyatronun büyük dehası”, “tarihin en yaratıcı ve üretken yazarı”, “en sarsıcı şairi”, “en büyük aşığı”, “en mahir dil ustası” ve daha bir sürü onu yücelten atıf ve tanımla anılıyor Shakespeare. Onun tiyatrosu üzerine uzun yıllar çalışmış biri olarak Shakespeare hakkında konuşurken olabildiğince ihtiyatlı olmak gerektiğini düşünürüm ama yine de; onu bilip de etkilenmeyen ne bir şair tanıdım bugüne dek ne bir yazar ne de bir aşık. Kadim bir tarih ve bir insanın tahammül edebileceğinin ötesinde geniş bir kâinata dokunan metinleri, hayalgücü denen şeyin sonsuza dek esneyebilen bir kumaşa benzediğini düşündürür bana. Bu yönüyle Shakespeare’in aynı zamanda tarihin en yaratıcı kolajcılarından biri olduğunu söylemek de mümkün.
Bugün William Shakespeare’in ölüm yıldönümü. Ölümünün üzerinden 408 yıl geçti. Biz de bu vesileyle Emine Ayhan’la Shakespeare üzerine konuştuk. Ancak hem benim hem de Emine’nin daha keyif alacağı bir şekilde, Shakespeare üzerine yapılan eleştiriler ve spekülasyonları merkeze aldık.
Çok zor bir şey isteyeceğim senden. Shakespeare’i tarif etmeni istersem ne dersin?
Gerçekten cevaplaması zor ama şöyle diyebilirim: Shakespeare’in biyografisi hakkında çok az şey biliniyor ve bu iyi ki böyle. Bin iki yüz kadar karakterin bedeninden konuşabilen bir ozanın -the bard sıfatıyla anılıyor- derli toplu bir biyografisinin olmamasındaki isabetlilik… Shakespeare deyince gözümde, o hepimizin bildiği portresinin ardından ışıyan bir saçılma, bir armağan hareketi canlanıyor. Yani bedensel boyutta sonlu bir yaşamın kendini bereketli bir külliyata dönüştürerek dünyaya, sonsuz hayata armağan edişindeki güzellik. Dört yüzyıldır sayısız insanın emeğiyle halen yaşam kapasitemizi, duyularımızı canlandıran, ölümü yalanlayan bir corpus onunkisi. Burada artık pi/yasa tarafından hedef alınmak üzere çağrılan bir bölünmez bireylik, bir tutarlı kişilik, bir sonlu hayat birimciği yok. Aksine, aynı yazdığı tragedyalarda olduğu gibi, devlet gibi tutarlı, bölünmez, yekpare olma, kendini bir sermaye gibi biriktirme, kendini bir askeri birlik gibi toparlama, kendine mülkiyet modelince sahip olma çabasının kısırlaştırıcı azabını taşımaya yazgılanmış izole bireylik kültünün parçalanması ve Dionysosça ışıması var. Borges, Shakespeare hakkındaki armağan parçalarından “Her Şey ve Hiçbir Şey”de onun “hiç kimse” olabilme kapasitesiyle yaratma kapasitesi arasındaki bağı ne güzel anlatır: “[Onun] içinde hiç kimse yoktu… Yirmilerinde Londra’ya gitti. Kendine birisiymiş süsü vermekte içgüdüsel bir maharet kazandı, böylece kimse onun aslında hiçkimse olduğundan [ya da olmadığından] kuşkulanmayacaktı.”
Onun hakkındaki dedikodulara ne demeli? “Shakespeare aslında felan kişiydi”, “Oyunlarının çoğunu başka yazarlar(la) yazdı”, “Shakespeare diye biri hiç olmadı” vb. bir sürü çeşitli iddialar için ne söylersin?
O dönem Londra’da müthiş bir tiyatro piyasası var. İki yüz bin nüfuslu şehirde bir tiyatro kumpanyası (4-5 kumpanya var) haftada 2 bin - 3 bin arası seyirciye ortalama 5-6 kere gösterim yapıyor. Dolayısıyla, bir kumpanyanın iki buçuk haftada bir yeni oyun çıkarması lazım, bir oyun da aşağı yukarı 10 kez sahneleniyor. 1590-1642 arası Londra’da 2 binden fazla oyun dönmüş. 200 dolayında oyun yazarının ve 1.000 dolayında oyuncudan söz ediliyor. Yani bunca insanın karnını doyurması lazım. Böyle bir piyasada bir tiyatro yazarının kolektif üretim yapmaması düşünülemez. Bu kadarcık tarihsel mülahaza, Shakespeare için sıkça gündeme getirilen şu bayat burjuva bireysel deha yazar kültünün halesini dağıtmaya yeter. Hem Shakespeare diye etten kemikten bir gövde yoksa bile dünyada yer kaplayan bir metinler gövdesi var. Onun gerisinde berisinde de koca bir gelenek var. Yani bir Shakespeare oyunu okuduğunuzda, Sofokles’ten Homeros’a Vergilius’tan Seneca’ya, Ovidius’tan Apuleius’a, kutsal metinlerden ortaçağ masallarına, halk türkülerinden ve ninnilerden vakayinamelere, kraliyet risalelerinden dava kayıtlarına, kilise fermanlarından yasa metinlerine, tanıklık metinlerinden sömürge ve seyahat anlatılarına bitimsiz bir söylemsel ve gayri-söylemsel, sözlü ve yazılı materyalin içine dokunduğu bir çoklu metin okumuş oluyorsunuz. Mesele kişi kültü değil, kolektifleşmiş, hareket halinde bir hafıza sistemi, bir tarihsel mevcudiyet. Şimdi kişi bir yana da böyle bir tarihsel mevcudiyeti inkâr etmek olmaz. Çok değerli Shakespeare biyograflarının ve kültür, tiyatro, edebiyat tarihçilerinin çalışmalarına yön veren merak bir yana, bu türden biyografik tevatürlere duyulan piyasalaşmış merakla meraklanmakta güçlük çekiyorum. Bu magazinel merak Shakespeare’in yazdıklarını yeniden okumaya yönelik tazelenmiş bir ilgiye dönüşüyorsa, o başka tabii.
İngiliz sömürgeciliği üzerinden Shakespeare yorumlamaya kalkarsak? Senin bu konuda itirazların olduğunu biliyorum. Sömürgeciler her tür kültür mirası gibi Shakespeare’i de kullanıyorlar.
Sömürgecilerden, siyasal iktidarlardan, sermayecilerden yahut kültür piyasası jonglörlerinden herhangi bir kültür ürününü, tarih mirasını vs. kullanmamalarını beklemek ve aksini yaptıklarını, “mağdur ve ezilen” kültürler, topluluklar lehine saptamakla yetinmek, bana göre, en azından bugün pasif(leştirici), statükocu bir tutuma tekabül ediyor. Çünkü bir kere, kültürel zenginlik denen olgunun süreğen bir yorum, temellük ve iktidar mücadelesine konu olduğu gerçeği esgeçiliyor.” Bu mücadele bildiğimizi falan zannettiğimiz klasikleşmiş kültür ürünlerine yönelik olarak da süreğen bir yorum ve yeniden okuma pratiğini gerektirir, yani salt bir hegemonya saptamasıyla yetinilmeyecek fiili, canlı, canlandırıcı bir çabayı. Bir de, yorumdan ve temellükten bağımsız, kendinde-şey gibisine öz-hakiki, saf-temiz, yüce -artık neyse- bir kültür ürünü, bir tarih varmış izlenimi oluşabiliyor pratiğin eşlik etmediği bu söylemde. Kültür üretiminin bir yorum-okuma, yorumun da bir polemos, bir mücadele alanı olduğu esgeçildiğinde de o koca deyişle “egemenlerin” yahut sömürgecinin kültür-tarih üzerindeki yorumlama sözde tekeli ve iktidarı fiilen olduğundan daha sarsılmaz gösteriliyor, abartılıyor. Bu bakımdan, ezilenler adına söz alan kimi “temsilciler”in mağduriyet ve haklılık pozisyonunda ısrarlı bu yetingen tutumunun ezen-ezilen, sömüren-sömürülen konumlarını var eden nesnel mekanizmayı parçalamanın dilsel, söylemsel araçlarını geliştirmek veya bu yöndeki halihazır demokratik çoklu ifadelerin alanını genişletme cesareti sunmak açısından pek işlevi olmayan bir kültür tuzağı olduğunu düşünüyorum. Kültür tuzakları böyledir: İfade alanınız üzerinde kuşatma efekti yapan sembolik ve dilsel iktidar etkilerini gereğinden fazla ciddiye alır ve sadece karşıt öznel pozisyondan tepki göstermekle yetinirseniz, onun sizi yerleştirdiği (ezen-ezilen, yukarı-aşağı, efendi-köle gibi türlü) ikiliklerden mürekkep sembolik sınırları pekiştirdiğinizle kalırsınız. Üstelik, son on yıllarda üçüncü dünya edebiyatları adlı üretim bandından çıkan hazır, dondurulmuş ve çok kez dokunaklı ürünlerde yaşanan patlamaya bakılırsa “temsilciler,” “sözcüler” ve elbette kültür piyasası açısından kârlı da bir söylemdir bu. Piyasa dinamiklerini gözetmeyen şeklen politik argümanları sorgulamayız. Ve bu gibi şeklen politik pozisyonlardan, duruşlardan hareketle yapılan üretimlerin estetik-politik değerini de çekinmeden tartışabilmeliyiz. Oysa hakim kültür ya da hakim dil diye bir şeyin fiili varlığı bile tartışmaya açıktır. Değme “hakim kültür” kodları içinde üretilen bir edebiyat metninde bile çatlaksız iktidar görünümünü dağıtan delikler, kekelemeler, suskular, seğirmeler, boşluklar vardır. Deliksizlik efektini bozan dilsel ve sembolik jestlere duyarlılığımızı geliştirmek ve bu gibi jestleri yaratıcılıkla alıntılayıp çeşitleyebilmek için dikkatle, hatta içine doğduğumuz öznel (kimlik bazlı) ezilme pozisyonlarımızı haklı çıkaran önyargıları askıya alarak okumamız gerekir. Özellikle geçmiş bir yazarı veya metni sözümona hakim kültürün bir temsilcisi olduğu gerekçesiyle okumamak; bu tam da “hakim kültürün” aşağıdakiler için öngördüğü kitle kültürüne has bir anti-entelektüelizm ve atalet biçimidir. Sürekli “benim/bizim” öznel toplumsal ezilmişlik pozisyonumu(zu) haklı çıkaran, bana/bize haklılığın sembolik ikrarını sunan hazır tematik metinler okumaksa, bana sorarsan, basbayağı sıkıcıdır.
Bu tuzağa nasıl düşülmez?
Shakespeare de gerek imgesiyle gerek eski İngilizcenin yarı-anlaşılmazlığından gelen mistik halesiyle uzun yıllar İngilizce konuşulan dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “yüksek kültür” ürünü olarak, İngilizcenin erişilmez yücelikteki ulusal kimlik imajını pekiştirmek adına temellük edildi haliyle. Hannah Arendt burjuva ve eğitimli filistenizminin bir parçası olan yüksek kültür söyleminin, kitle kültürü filistenizminin öteki yüzü olduğunu ortaya koyar “Kültürde Bunalım” yazısında ve şöyle der: “[B]izler geçmişi kendimiz bulmak, yani geçmişin yazarlarını sanki daha önce kimse onları okumamış gibi okumak zorundayız.” Shakespeare oyunlarını Arendt’in dediği tavırla okuduğumuzda, siyasal iktidarın sıkı denetimi altındaki dilin iktidar ve dil tuzaklarından kaçış kıvraklığını görürüz. Dil ve kültür tuzaklarından bu yaratıcı kıvrak kaçışın nasıl çokkatmanlı ve diyalojik bir biçime dönüştüğünü görmek özgürlük düşlerini olsa olsa zenginleştirir.