Tarihi yaşanırken yazma denemesi

Kültür/Sanat Haberleri —

ALAMETLER KİTABI

ALAMETLER KİTABI

  • Gaye Boralıoğlu’nun bu yıl yayımlanan Alametler Kitabı adlı öyküleri, Türkiye’nin başına gelenleri anlatmaya koyulmuş cesur ve erken bir girişim. On dört öyküden oluşan kitapta, bu coğrafyanın yakın ve uzak tarihinde olup bitenler oldukça sert ve düşündürücü biçimde ele alınmış.

BİLGE AKSU

 

Edebiyatın diğer sanat alanlarından belirgin farkları var malum. Bunlardan belki de en kilit önemde olanı, hazmının zor oluşu. Bu hem okuyucu için geçerli hem de yazar için. Okurlar, iki saatlik bir filmi ya da 50 dakikalık bir diziyi çoğunlukla edilgen şekilde tüketebiliyorken, edebiyatta bu pek mümkün olmuyor. Bir kere edebiyat, okuyucuyu edilgen olmakta özgür bırakmıyor. Satırlarda yazanlar kadar, belki de daha fazlasıyla, satır aralarında neler olup bittiğini kavramak zorundasınız. Metnin iletisi kişiden kişiye değişiyor, metnin kurgusu kimine zor kimine basit geliyor. Ya da işlenen konuya olan ilginize göre okuma hızınız bile etkileniyor. Okuyucu için bazı avantaj ve dezavantajlar kabaca bunlar.

Bir de yazarın konumu var. Tercihine göre ağır ya da sade bir üslup, imgeli ya da doğrudan bir anlatım seçmekle başlıyor iş. İletisinde okuyucuların nasıl bir kitle olduğunu belirlemek, kurgusunu buna göre düzenlemek gerekiyor. Fakat yazar için en zoru, günceli yakalayabilmek. Elbette edebi bir eserde, bir gazetenin fıkra bölümü gibi güncel ya da politik olaylara değinme şartı yok ama yazarın bir derdi varsa eğer, olup bitenlere ilişkin söyleyeceği sözler varsa, o zaman değişiyor mesele. Söz gelimi, yıllardır içinde bulunduğumuz baskı rejiminin bize olan yansımalarını edebiyatta görmeye ne zaman başlayacağız kim bilir?

 

Fiili bir sıkıyönetim

Fakat edebiyatın özünde var bu durum. Türkiye’nin içine itildiği karanlık kuyuyu betimlemek için, gerekiyorsa distopik bir kurguyla olup biteni anlatmak için henüz erken. Çünkü okuyucunun ve yazarın bazı durumları hazmetmeye ne kadar ihtiyacı varsa, edebiyatın da o kadar ihtiyacı var. 2020 mart ayında dünyanın çoğu yerinde ortaya çıkan olağanüstü hal, pandemiden kaynaklıydı ve dünyanın masum beyaz çocuklarını şaşkınlık içinde bırakmıştı. Türkiye’de ise biz halihazırda bir olağanüstü hal durumuna çoktan maruz kalmış ve ne yazık ki alışmıştık bile. Fiili bir sıkıyönetim halinde, yıllardır hep diken üstündeydik. Bu durum uzadıkça ve her geçen gün bu sıkıyönetim şartlarına yenileri eklenince, bir başka deyişle, tarih kendi kendini yazmaya devam ettikçe, biraz olsun geriye çekilip büyük resme bakmak ve olup biteni anlatmak çok mümkün olmuyor. 12 Eylül gibi bir travmayı yıllar boyunca kimsenin yazmaması bundan. Önce tarih yazımı bitecek, sonra onun insani etkileri gözden geçirilecek.

 

Cesur ve erken bir girişim

Gaye Boralıoğlu’nun bu yıl yayımlanan Alametler Kitabı adlı öyküleri, Türkiye’nin başına gelenleri anlatmaya koyulmuş cesur ve erken bir girişim. On dört öyküden oluşan kitapta, bu coğrafyanın yakın ve uzak tarihinde olup bitenler oldukça sert ve düşündürücü biçimde ele alınmış. Gaye Boralıoğlu’nun önceki eserlerinde gördüğümüz akıcı üslup aynı şekilde burada da mevcut. Ayrıca yazarın gerçekliğe denk düşecek şekilde kurguladığı inandırıcılık dozu yüksek karakterleri burada da karşımıza çıkıyor. Fakat bu kitabı diğerlerinden ayıran büyük bir şey var ki onu nasıl anlatmalı bilemiyorum.

Boralıoğlu’nun 2018 çıkışlı Dünyadan Aşağı romanında derdi daha kolay anlaşılıyordu. Sokakta görüp yanından geçtiğimiz yüz erkekten belki doksanını hatırlatan ikonik bir Hilmi Aydın karakteri etrafında şekillenen, erkekliğe dair bir anlatıydı bu. Babasından kalma bir restoranı işleten Hilmi Aydın, bencilliğin, ikiyüzlülüğün, vurdumduymazlığın, empati yoksunluğunun somut bir temsiliydi. Kadınlarla ilişkisi sinir bozucu, babasının gölgesinde kalması acınası ve çoğu ortalama erkeğin bir prototipi olması da can sıkıcıydı. Çoksesli bir Türkiye romanıydı bu. Alametler kitabı ise Dünyadan Aşağı’nın katı realizminden çok uzak bir eser. Öykülerin bazılarında yoğun distopik öğeler bulunduğu gibi, bazılarında yer yer büyülü ya da fantastik alana girip çıkan unsurlar söz konusu. Ve içinde bulunduğumuz sıradışı ve akıl almaz durumları aynı tuhaflıkla ele alıyor.

 

Katı ve acı verici bir realizm

Kitap Barınak adlı öyküyle açılıyor. Bu öykü, yer yer Etkar Keret absürtlüğünde kurgulanmış bir dünyada, bir barınakta kafesin arkasında duran küçük çocukların ‘satıldığı’ bir hikaye. Çocukların geldiği yere, cildinin rengine, cinsiyetine ya da buna benzer başka birçok özelliğe göre farklı fiyatlar biçilerek, onları ‘sahiplenmek’ isteyen ailelerle buluşturulduğu kurumsal bir yapı burası. Boralıoğlu’nun önceki kitaplarında görmediğimiz bir tuhaflık bizi sarsıyor. Hemen ardından gelen Alınyazısı öyküsü de benzer tonlarda. Bu kez, dokunmanın yasaklandığı insanların dünyasına giriyoruz. Alınlarına yazılan uyarı sayesinde başka insanlar onları tanıyor ve hepsinden uzak duruyor. Black Mirror dizisinden, Kafka’dan, distopyalardan bir sürü tat bulmak mümkün. Hele ki böylesi bir salgın döneminde, insanların birbirinden fiziksel olarak mesafelendiği şu günlerde çarpıcılığının üst düzeye yükseldiği bir öykü bu.

Bazı öyküler ise katı ve acı verici bir realizmin etkisinde kalmış. Örneğin Denizkızı öyküsündeki sığınmacı ailenin hayalperest ve romantik çocuğunun hikayesi bunlardan biri. Domates yüklü bir kamyonun kasasında kırk kişiyle, bilinmeze doğru ilerlerken yaptığı iç konuşmayla adaletsizliği öylesine çarpıcı biçimde aktarıyor ki!

“Hey, siz sıcak yatağında uyuyan insancıklar! Biz buradayız. Bir kamyonun içine tıkılmış, bilinmez bir akıbete doğru ilerliyoruz. (...)Gülüyorsunuz değil mi? Neye? Biri şaka yaptı, ona mı gülüyorsunuz? Yoksa bize mi gülüyorsunuz? Çok mu mutlusunuz? Siz orada otururken yanı başınızdan geçen bir kamyonda ölüm yolculuğuna çıkmış insanlar var. Ha, biliyor musunuz? Ne, bilmiyor musunuz? İşte söylüyorum, onlar biziz. Şu siyah kamyon var ya, onun içindekiler, domates kasalarının arkasındakiler. Babası, bacısı öldürülmüşler. Evi yıkılmışlar. Susuz ve açlar. İşte biziz onlar. (...)Kalkın hepiniz. Bir bana bakın, gözümün içine bakın. Bir tane insan evladı yok mu bizim yerimizde olmak isteyecek? Bir Allah’ın kulu yok mu, bize yer verecek? Bu dünyada bir Allah’ın kulu yok mu?” (S. 133)

 

Seher Fares’e adanmış bir metin

Yine kitabın son metni Yükseliş de bunlardan biri. Lübnan’daki korkunç liman patlamasında ortadan ‘yok olan’ ve boş bir tabutla cenazesi defnedilen Seher Fares’e adanmış bu metin de. Seher bir itfaiyeci. Limanda yangın var ihbarıyla hızla oraya gittiklerinde, patlamaya maruz kalıyorlar ve yaklaşık 10 itfaiyeci kayboluyor. Resmi mercilerin açıklaması bu şekilde. Ama kaybolma falan yok ortada, resmen yok olmuşlar. Seher’in geride kalan nişanlısının ağzından yazılan bir mektup biçiminde bu metin. Dokunaklı ya da acıklı demeye dilim varmıyor. O acıyı yaşamış biri varken, o hislere bir sıfat koymak, nitelemek, tanımlamak ya da betimlemek haddime değil. Gaye Boralıoğlu da öyle yapmış. Sevgilisinin ağzından, olup biteni hiçbir umut ya da umutsuzluk romantizmine bulaşmadan, olduğu gibi aktarmış bize.

Alametler Kitabı, böylesi vurucu ve çarpıcı öykülerden oluşmuyor yalnızca. Bazı umut verici, gülümsetici, bitirdiğiniz zaman uzaklara bakarken kendinizi bulduğunuz öyküler de mevcut. Çalıntı Hikaye metnindeki akıl almaz sürpriz sonda böyle hissediyorsunuz mesela. Ama en çok, ‘Malum Şahıs’ öyküsünde yaşanıyor bu. Hemen herkesin aklından geçirmeye bile korktuğu bir fanteziyi yazıya dökmüş yazar. Ve öylesine rahatlatıcı bir fantezi ki, öykü sona erdiğinde bunun gerçekleşmesi için kalkıp iki rekat namaz kılasınız geliyor. Zaten malum şahsın kim olduğunu anlatmaya gerek yok. Türkiye’de yaşayan herkesin benimsediği ve kullandığı meşhur kalıplardan biri bu da. Sırf bu öyküyü okumak için, sırf oradaki hayali paylaşmak için bile olsa, hemen şimdi yerinizden kalkıp bu kitabı edinmelisiniz.

Gaye Boralıoğlu, edebiyatın güncel meselelere yıllar sonra değinmesini rahatsız edici bulmuş gibi görünüyor. Sığınmacıları, çocuk ticaretini, yetiştirme yurtlarını, Gülen Hareketini, malum şahsı ve daha bir sürü yakıcı meseleyi incelikle ele almış. Bazı öykülerdeki yarı fantastik ya da distopik öğeler ise emin olun içinde yaşadığımız gerçek olaylardan daha fantastik ya da distopik değil. Bu bir tercih mi bilemiyorum fakat anlatıda böylesi unsurları yetersiz kılacak kadar çığrından çıkmış bir coğrafyada yaşadığımız için tercih olmama ihtimali yüksek. Ne yaparsak yapalım, neyi kurgularsak kurgulayalım, bizi yönetenlerin zihin dünyasının karanlığına ve kötülüğüne ulaşamayacağımızı biliyoruz maalesef.

 

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.