Tertele Anıtı, gelecek için bir ışık arayışı
Dosya Haberleri —

Dêrsim Tertele Anıtı, Berlin
- Berlin Dêrsim Kültür Derneği Başkanı Kemal Karabulut’un şu sözü beni derinden sarstı: “Bu heykel yapılmadan gidersem gözüm açık gider”. Bir sanatçının karşılaştığı en ağır sorulardan biri belki de budur: “Neden ben?” Ve bazen bu soruya verilecek tek yanıt, sessizce sorumluluğu omuzlamaktır.
- Ortak bir bellek kurmak, bir toplumu dönüştürebilecek en önemli adımlardan biri. Bu anıt da, o belleğin bir parçası olmayı amaçlıyor. Her şey bir taşla başladı. Hozat’tan, yani 1938’deki katliamın kalbinden getirilen bir taş... Onun üstündeki çatlağı ben açmadım. O çatlak oradaydı.
- Bu anıt, benim için yalnızca geçmişe bakmanın değil, geçmişin bugüne nasıl konuştuğunu duymanın bir ifadesi. Dêrsim 1938, uzun süre suskun bırakılmış bir çığlıktı. Tertele Anıtı yalnızca geçmişin gölgesi değil, bugün ve gelecek için bir ışık arayışı. Acıları birbirine ulaştırabilmek, yaslarımızı yan yana getirebilmek, belki de en insanca çaba bu.
HAKAN TÜRKMEN/BERLİN
Almanya’nın başkenti Berlin’de, Dêrsim’de 1937-1938 yıllarında gerçekleşen soykırımı anısına yapılan özel anıt 4 Mayıs’ta törenle tanıtıldı. Kreuzberg semtindeki Blücher Platz’da bulunan parkta açılan Tertele Anıtı, toplumsal hafızanın canlı tutulmasını teşvik etmeyi amaçlıyor. Anıtın tasarımını sanatçı Ezgi Kılıçaslan yaptı. Ezgi Kılınçaslan’ın yıllarca üzerine çalıştığı bu anıt, yalnızca bir taşın değil, belleğin, yasın ve direncin de yarıldığı bu projede, hafızaya şekil veriyor. Ezgi Kılınçaslan’la konuştuk.
Tertele Anıtı’nın yaratım süreci sizin için nasıl bir yolculuktu?
Aslında her şey bir çağrıyla başladı. Sanatçı dostlarım Nadine Reschke ve Seçil Yersel’in davetiyle katıldığım bir atölye, bana yeni bir kapı araladı. Dêrsim Tertelesi’ni biliyordum, elbette. Ama hiç doğrudan, yüz yüze, taşla ve tanıklıkla uğraşarak yaklaşmamıştım bu meseleye. Atölye sırasında Berlin Dêrsim Kültür Derneği ile tanıştım. Orada, yalnızca tarihsel bir trajedi değil, kişisel bir adanmışlıkla karşılaştım. Dernek başkanı Kemal Karabulut’un şu sözü beni derinden sarstı: “Bu heykel yapılmadan gidersem gözüm açık gider”. Bir sanatçının karşılaştığı en ağır sorulardan biri belki de budur: “Neden ben?” Ve bazen bu soruya verilecek tek yanıt, sessizce sorumluluğu omuzlamaktır. O an, bir taşla, bir halkın belleğiyle, bir yaranın içiyle yol arkadaşlığı yapmaya karar verdim.
Anıtın biçiminde, taşta, sembollerde neler saklı?
Her şey bir taşla başladı. Hozat’tan, yani 1938’deki katliamın kalbinden getirilen bir taş... Onun üstündeki çatlağı ben açmadım. O çatlak oradaydı, görünmezdi belki, ama taşıdıkça ağırlaşan, sustukça büyüyen bir çatlak. Ben yalnızca görünür kıldım. Ortasından ikiye ayırdım bu taşı. Ama koparmadım, parçalamadım; sadece içini açtım. “Taş olsa çatlardı” sözü, acının yükünü anlatmak için halkın belleğine işlemiş bir ifade. Ben de bu çatlağı, hem tanıklığın hem de derin bir yaranın izine dönüştürdüm. Ve dedim ki: “Taş çatlar ama hatırlar.”
Taşın içine oyduğum boşluk, sadece kayıpları değil, aynı zamanda açılmış kalpleri, konuşulamamış acıları, paylaşılamamış yasları temsil ediyor. Bu boşluk, hem bir yara hem de bir davet. Taşın yüzeyinde, Dêrsim’in topografyasıyla birlikte bir kalp formu yer alıyor. Böylece bir coğrafya, bir beden kadar hassas ve kırılgan bir hale geliyor.
Bu anıt sizin için neyin karşılığı oldu?
Bu anıt, benim için yalnızca geçmişe bakmanın değil, geçmişin bugüne nasıl konuştuğunu duymanın bir ifadesi. Dêrsim 1938, uzun süre suskun bırakılmış bir çığlıktı. Bu çığlığı taş aracılığıyla kamusal alana taşımak, geç kalınmış bir yüzleşmeye tanıklık etmeyi mümkün kıldı. Daha önce Ermeni Soykırımı üzerine yürüttüğüm sözlü tarih çalışmaları vardı. O çalışmalarda da aynı sessizlikle, aynı yarayla karşılaştım. Sadece bedenler değil, kelimeler de parçalanmıştı. Bu iki tarihsel kırılma arasında doğrudan bir benzerlik kurmaya çalışmadım ama halkların acılarının nasıl birbirine ses verebileceğini düşündüm. Tertele Anıtı bu yüzden yalnızca geçmişin gölgesi değil, bugün ve gelecek için bir ışık arayışı. Acıları birbirine ulaştırabilmek, yaslarımızı yan yana getirebilmek, belki de en insanca çaba bu.
Berlin gibi çok kültürlü bir şehirde böyle bir anıtın varlığı ne anlama geliyor?
Berlin’de yaşamak, zamanın katmanları arasında yürümek gibi. Buraya gelen herkes sadece valizini değil, belleğini de getiriyor. Ve bu bellek, çoğu zaman taşıması zor bir yük. Almanya, kendi tarihinin ağır bir kısmıyla yüzleşmiş bir ülke. Türkiye ise hala suskunluğu sürdürüyor. Bu anıt, iki farklı geçmişin, iki farklı sessizliğin kesiştiği bir alan oldu benim için. Göçmen bir sanatçı olarak, burada başka halkların hikayelerine kulak vermek, başka travmalarla yüzleşmek bana çok şey kattı. Ortak bir bellek kurmak, bir toplumu dönüştürebilecek en önemli adımlardan biri. Bu anıt da, o belleğin bir parçası olmayı amaçlıyor.
“Tertele Anıtı”nın toplumsal hafıza açısından sizde yarattığı duygu nedir?
Bu tür projeler, sadece geçmişin ağırlığını değil, geleceğe dair umudu da taşıyor. Bir anıt, sadece bir taş değil, suskunlukla kapatılmış bir alanı açma cesaretidir. “Tertele Anıtı”, hafızanın yalnızca geçmişte değil, bugünde ve gelecekte yaşayan bir şey olduğunu hatırlatıyor.
Hafıza dediğimiz şey, bazen bir fotoğraf karesi, bazen bir nesne, bazen de kırık bir cümledir. Ama her şeyden önce bir ilişkidir, geçmişle, başkasıyla, kendimizle kurduğumuz bir bağ. Bu yüzden bu projeyi sadece bir yas nesnesi değil, aynı zamanda bir iyileşme imkanı olarak görüyorum.
Gelecekte ne gibi projeleriniz var?
Ben işlerime başlarken temaları önceden belirlemem. Bazen bir karşılaşma, bazen bir ses, bazen de sessizlik beni bir yöne sürükler. Şu sıralar, biri çevresel yıkım üzerine, diğeri ise geleneksel güreş pratiklerini araştırdığım iki ayrı projeyle meşgulüm. İlki, gündelik yaşamda karşılaştığımız plastik boşluklarla ilgili, onları farklı malzemelerle doldurarak yeni anlam katmanları yaratmaya çalışıyorum.
Diğeri ise dünyanın dört bir yanındaki geleneksel güreş biçimlerini inceliyor. Bu iki proje çok farklı gibi görünse de aslında aynı yere dokunuyor: Beden, hafıza ve kimlik. Genellikle zaman içinde gelişen, bazen durup sonra yeniden başlayan projeler yapıyorum. Bu yüzden işlerin nereye evrileceğini zamanla görmek bana daha anlamlı geliyor.
Sanat projelerinizi hayata geçirirken zorluklar ile karşılaşıyor musunuz?
Maddi anlamda destek bulmak çoğu zaman zorlayıcı. Özellikle işlediğiniz temalar sistemin beklediği sınırların dışına çıkıyorsa, işler daha da zorlaşıyor. Örneğin kadın, Ermeni ve ölüm temalarını içeren “Elizabeth’in hikâyesi” adlı bir projem, oldukça yoğun ve özenle çalışılmış bir işti ama destek bulamadım. Oysa bu tür projeler, hem kişisel hem de toplumsal hafıza açısından çok önemli.
Bu yalnızca destek eksikliği olarak mı görüyorsunuz, yoksa daha yapısal bir sorun mu?
Kesinlikle daha yapısal bir sorun. Bir göçmen kadın sanatçı olarak, benden belirli temalara sadık kalmam bekleniyor gibi hissediyorum. Sürekli olarak geldiğim ülkedeki kadın haklarını anlatmam, sonra da “İyi ki Almanya’ya gelmişim” demem isteniyor sanki. Bu kalıba uymayan işlerim çoğu zaman görünmez hale geliyor ya da desteklenmiyor. Kendi hikayemi başka biçimlerde anlatmak istediğimde, bu anlatının yeterince kapsayıcı bulunmadığını fark ediyorum.
Bu durumla yüzleştiğiniz somut bir örnek oldu mu?
Evet, 2019 yılında Almanya’da başörtüsü yasağının gündeme geldiği dönemde bir proje sundum. Amacım sistemin nasıl işlediğini içeriden anlamaya çalışmaktı. Projem kabul edildi. Bu benim için çok net bir göstergeydi. Sistem, belirli temaları ve bu temaların belli türde anlatımlarını ödüllendiriyor. Geldiğin ülkedeki baskıyı eleştirdiğinizde görünürsünüz ama Almanya’daki ayrımcılığı eleştirdiğinizde görünmez olursunuz.
Bu size nasıl hissettirdi?
Açıkçası, yalnızlaştırıcı bir duygu. Almanya’da göçmen olarak yaşayan birçok insanın anlatacak hikayesi var. Ama sadece anlatmaları değil, aynı zamanda duyulmaları da gerekiyor. Ben de bir sanatçı olarak bu hikayeleri paylaşma hakkına sahibim. Ne zaman ki Almanya’daki sorunlara dair söz söylemeye kalkıyorum, işte o zaman bu hakkın elimden alınmaya çalışıldığını hissediyorum.
Avrupalı sanatçılarla kendinizi karşılaştırdığınızda ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?
Avrupalı sanatçılar, dillerini ve kültürünü bilmedikleri coğrafyalar hakkında işler yapabiliyorlar. Üstelik bu işler destekleniyor, fonlanıyor, sergileniyor. Oysa ben burada yaşayan bir göçmen sanatçı olarak, tam da içinde yaşadığım sistem hakkında konuşmak istediğimde tam da tersi oluyor. Bu durum, kültürel özgürlüğün sanıldığı kadar eşit dağıtılmadığını gösteriyor.
Son dönemde Almanya’da artan siyasi baskılar da bu tabloyu etkiliyor mu sizce?
Evet, kesinlikle. Son yıllarda Almanya’da ifade özgürlüğünün sınırlarının daraldığını hissetmeye başladım. Sanat alanı, her ne kadar özgürlük alanı olarak tanımlansa da bu özgürlük belirli temalarla, belli anlatım biçimleriyle sınırlı tutuluyor. Fonların dağıtımı, sergi alanlarının belirlenmesi gibi konularda ideolojik bir çerçeve var. Bu durum, özellikle bizim gibi göçmen sanatçılar için çok daha belirgin.
Tüm bu zorluklara rağmen üretmeye devam ediyorsunuz. Size güç veren şey nedir?
Sanat benim için hala en güçlü ifade alanı. Her şeye rağmen anlatacak çok şeyim var. Bu sadece benim değil, birçok göçmenin ortak deneyimi. Görünmez bırakılan hikayelere bir ses, bir yüz, bir beden kazandırmak istiyorum. Mücadeleden vazgeçmeye hiç niyetim yok. Mücadeleye devam.
***
Ezgi Kılınçaslan’a dair
Ezgi Kılınçaslan, 1973 yılında Adıyaman’ın Besni ilçesinde doğdu. Marmara Üniversitesi’nde resim eğitimi aldı, ardından Berlin Sanat Üniversitesi’nde sanat pratiğini derinleştirdi. Çalışmalarında özellikle toplumsal cinsiyet, iktidar ilişkileri ve kadınların görünürlüğü üzerine yoğunlaşıyor. Video, fotoğraf ve yerleştirme gibi farklı mecraları kullanarak bu meseleleri işlerken, kişisel hikayelerle evrensel meselelere dokunuyor.