Toplumsal barış ve Türkiye’nin demokrasi eşiği
Forum Haberleri —

Barış
- Demokratik toplum, barış ve entegrasyon paradigmasının başarıya ulaşması, Kürt legal siyasetinin pasif ve reaktif bir pozisyondan çıkıp proaktif, yani gündemi belirleyen, yön tayin eden ve toplumsal-siyasal inisiyatif alan bir aktör olmasına bağlıdır.
ARİAN ERDOĞAN
Toplumsal barış, yalnızca devletlerin kurumsal çabalarıyla değil, toplumların barışın gerekliliğine dair kolektif bir inanç geliştirmesiyle mümkün olur. Sosyolojik açıdan bakıldığında, barışı içselleştiremeyen toplumlar yalnızca ilkel toplumsal reflekslere saplanıp kalmaz; aynı zamanda ekonomik krizlerle, kimlik çatışmalarıyla ve demokrasi eksikliğiyle boğuşur. Toplum psikolojisi perspektifinden ise kalıcı barışın temel koşulu, farklı topluluklar arasında güven, karşılıklı saygı ve eşit yurttaşlık duygusunun güçlenmesidir.
Johan Galtung’un (1969) “pozitif barış” kavramı bu noktada önemlidir. Galtung’a göre barış, yalnızca şiddetin olmaması (negatif barış) değil, aynı zamanda eşitsizliklerin, yapısal adaletsizliklerin ve kimliksel dışlamaların ortadan kaldırılmasıyla mümkün olur. Dolayısıyla Kürt meselesinin çözümü, yalnızca silahların susmasıyla değil, toplumsal adaletin, kültürel eşitliğin ve demokratik katılımın sağlanmasıyla gerçekleşebilir.
Burada kritik olan nokta, barışın “bir tarafın diğerine lütfu” değil, tüm tarafların ortak bir yaşam tahayyülü üzerinden geliştirdiği demokratik bir sözleşme olarak görülmesidir. Bu bağlamda demokratik toplum, barış ve entegrasyon yalnızca Kürtlerle sınırlı bir mesele olarak ele alınamaz. Tüm Türkiye toplumu, Sayın Abdullah Öcalan’ın önerdiği demokratik modernite ve demokratik konfederalizm paradigmasını derinlemesine kavramalı; Kürtleri bu temelde bir entegrasyon sürecine dahil edilecek bir halk değil, zaten bu toplumun asli kurucu unsurlarından biri olarak görmelidir.
Bu noktada Latin Amerika’daki yerli halk hareketleri ya da Güney Afrika’daki apartheid sonrası “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu” deneyimleri karşılaştırmalı olarak incelendiğinde, Türkiye için de benzer bir barış mimarisinin inşa edilebileceği görülmektedir. Farklılıkların tanınması, çokdilliliğin kurumsallaştırılması ve kültürel özerkliklerin güvence altına alınması, yalnızca Kürtler için değil tüm toplumsal kesimler için demokratikleşmenin önünü açacaktır.
Habermas’ın (1981) iletişimsel eylem kuramı da burada yol göstericidir. Habermas’a göre demokratik toplum, ancak farklı toplulukların eşit koşullarda katıldığı, baskısız ve şeffaf bir müzakere ortamında inşa edilebilir. Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü de tam olarak bu çerçevede, yani toplumlar arası “müzakereci demokrasi” kültürünün gelişmesiyle mümkündür.
Ancak entegrasyonu yeni bir asimilasyon biçimi, yani “asimilasyonun güncellenmiş bir versiyonu” olarak algılamak ciddi bir tehlike yaratır. Bunun önüne geçilmesi, legal Kürt siyasetinin açık, ilkeli ve toplumla bütünleşmiş bir siyasal duruş ortaya koymasıyla mümkündür. En önemlisi, demokratik toplum, barış ve entegrasyon paradigmasının başarıya ulaşması, Kürt legal siyasetinin pasif ve reaktif bir pozisyondan çıkıp proaktif, yani gündemi belirleyen, yön tayin eden ve toplumsal-siyasal inisiyatif alan bir aktör olmasına bağlıdır.
Türkiye’de Kürt meselesi: Demokrasi testi
Türkiye’de Kürt meselesi bu bağlamda yalnızca bir etnik kimlik tartışması değil, aynı zamanda demokrasinin geleceğini belirleyecek bir toplumsal barış testi niteliğindedir. Çünkü demokrasinin kökleşmediği bir ülkede ne adalet kurumsallaşabilir ne de toplumsal barış kalıcı hale gelebilir.
Bu noktada Kürt meselesi, yalnızca Kürtlerin hak mücadelesi değil; Türklerin, Alevilerin, kadınların, gençlerin ve diğer toplumsal kesimlerin de demokrasi arayışıyla doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla mesele, tek bir etnik grubun hak mücadelesinden öte, Türkiye’nin demokrasi eşiğini geçip geçemeyeceğinin temel göstergelerinden biridir.
John Rawls’un (1993) “hakkaniyet olarak adalet” yaklaşımı bu bağlamda hatırlatıcıdır. Rawls’a göre adil bir toplum, yalnızca çoğunluğun çıkarlarına göre değil, dezavantajlı grupların haklarının güvence altına alındığı bir düzen üzerine kurulmalıdır. Türkiye’de Kürt meselesi, bu açıdan bakıldığında, “çoğunluk demokrasisi”nin sınırlarını test eden en temel meselelerden biridir.
Burada Arend Lijphart’ın “konsosyonel demokrasi” modeli de önemli bir referans noktası olabilir. Farklı kimliklerin kendi kültürel ve siyasi özerkliklerini koruyarak ortak bir devlet çatısı altında birlikte yaşaması, Türkiye için gerçekçi bir demokratik model olarak değerlendirilebilir.
Kürt siyasetinin tarihsel sorumluluğu
Türkiye’de Kürtler ve onların legal siyasal aktörleri, uzun vadeli, ilkeli ve şeffaf konseptlerle topluma yön göstermek zorundadır. Barış süreci deneyiminden çıkarılan dersler, Kürt siyasetinin sadece “kimlik hakları” üzerinden değil, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşme dinamikleri üzerinden de strateji üretmesi gerektiğini göstermektedir.
Bu nedenle özellikle yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Kürt siyasi aktörlerinin şu soruları netleştirmesi önemlidir:
• Hangi aktörlerle demokratik ittifak mümkündür?
• Kimler barışa, çoğulculuğa ve eşit yurttaşlığa katkı sunabilir?
• Kürtlerin değerlerine, kimliğine ve kültürel renklerine hakaret eden ya da onları yok sayan aktörlerle bir ittifak düşünülebilir mi?
• İyi, Zafer gibi ırkçı-milliyetçi partilerin ve grupların Kürt halkına düşmanca bakışları ne kadar toplumsal etki yaratıyor?
• Kendilerini laik-seküler olarak tanımlayan Kemalist ırkçıların, konu Kürtler olunca nasıl bir barış sürecine düşmanlık yaptıkları ve seküler Suriyeli Kürtlere karşı dinci-faşist terörist kesimlerle ittifak yapmayı önermeleri dikkatle görülmeli.
Bu soruların yanıtı yalnızca Kürt siyasetinin yol haritasını değil, aynı zamanda muhalefet ve iktidarın Kürtlere karşı pozisyonlarını da açığa çıkaracaktır.
Ek olarak, Kürt siyaseti Türkiye’deki bütün ezilen kesimlerle ortak bir demokrasi cephesi inşa edip edemeyeceğini de tartışmak zorundadır. Çünkü Kürtlerin özgürleşmesi, ancak kadın hareketiyle, Alevi topluluklarıyla, emek örgütleriyle ve demokratik sivil toplumla kurulan çok yönlü ittifaklarla kalıcı bir nitelik kazanabilir.
Seçimler ve somut tutum ihtiyacı
Seçim sosyolojisi açısından bakıldığında, Kürtlerin net ve somut siyasi görüşler geliştirmesi, yalnızca kendi seçmen tabanları için değil, Türkiye siyasetinin bütün aktörleri için belirleyici bir faktördür. Kürtlerin kimi destekleyeceği veya desteklemeyeceği, muhalefet partilerinin de ittifak stratejilerini yeniden tanımlamasını zorunlu kılacaktır.
Örneğin, Kürtlere ve onların toplumsal değerlerine karşı küçümseyici ya da dışlayıcı bir dil kullanan bir adayın desteklenip desteklenmeyeceği açıkça dile getirilmelidir. Bu yalnızca bir siyasi tercih değil; aynı zamanda Kürt toplumunun onuru, eşit yurttaşlık talebi ve demokratik özneleşmesi açısından da bir gerekliliktir.
Toplumsal psikolojiye göre, bir kimlik grubunun sürekli dışlandığı veya aşağılandığı bir ortamda kalıcı barış duygusu inşa edilemez. Dolayısıyla, Kürt siyasi partilerinin şimdiden kiminle güvenli ittifak kurulabileceğini, kiminle demokratik bir gelecek inşa edilebileceğini netleştirmeleri gerekir.
Muhalefet ve iktidar için test
Bu yaklaşım, muhalefet partilerinin de Kürtlerle kuracağı ilişkileri berraklaştırmasına yardımcı olacaktır. Örneğin, Mansur Yavaş gibi Kürt tabanında ciddi itirazlarla karşılaşan bir figürle ittifakın mümkün olmayacağını bugünden ifade etmek, hem muhalefetin stratejilerini netleştirecek hem de Kürtlerin politik özne olma kapasitesini güçlendirecektir.
Kürt siyasi güçleri bu tür tutumlarla “reaktif” bir konumdan çıkıp, Türkiye siyasetine yön veren “proaktif” bir aktör haline gelebilir. Bu da toplumsal barışın yalnızca devletin bir lütfu değil, toplumların karşılıklı inşa ettiği bir süreç olduğunun en somut göstergesi olacaktır.
Sonuç: Demokrasiye giden yol barıştan geçer
Türkiye ve Kürtler tarihsel bir dönemeçten geçmektedir. Kürtlerin toplumsal barış konusundaki tutumu, yalnızca kendi kaderlerini değil, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşme kapasitesini de belirleyecektir. Bu nedenle barış, demokrasi ve adalet arasında kurulan güçlü bağ, yalnızca bir siyasal tercih değil, aynı zamanda bir toplumsal varoluş sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kürt meselesinin çözümü, yalnızca Kürtlerin özgürleşmesi değil; aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesinin kapısını aralayacak stratejik bir eşiktir. Kalıcı barış ise ancak bütün toplumun ortak iradesi, farklı kimliklerin eşitliğini kabul eden çoğulculuk anlayışı ve demokrasiye yönelik kolektif bir kararlılıkla mümkün olabilir.
Bu bağlamda Habermas’ın iletişimsel eylem kuramı, Galtung’un pozitif barış anlayışı ve Rawls’un adalet teorisi birlikte düşünüldüğünde ortaya çıkan tablo açıktır: Türkiye’de demokrasiye giden yol, yalnızca “şiddetsiz bir dönem”in ötesinde, eşit yurttaşlığın kurumsallaştığı bir siyasal sistemin inşasıyla mümkündür.
Dolayısıyla, Sayın Abdullah Öcalan’ın önerdiği “Demokratik Toplum, Barış ve Entegrasyon” paradigması, hem Kürt meselesinin çözümünde hem de Türkiye’nin demokratik geleceğinin şekillenmesinde temel bir yol haritası sunmaktadır. Bu paradigma, barışın bir lütuf değil, halkların ortak demokratik sözleşmesi olarak inşa edilmesini zorunlu kılmakta; Türkiye’nin demokratikleşme eşiğini aşabilmesi için tarihsel bir fırsat yaratmaktadır.







