Toplumsal problemin ortaya çıkışı -1
Abdullah ÖCALAN yazdı —
- Gerçekten Avrupa merkezli sosyal bilim egemenlik kokmaktadır. Ya egemen kılar ya da egemenlik altına sürer. Hâlbuki bize gerekli olan, demokratik özne olmak ve adilce paylaşmaktır.
- Demek ki, toplumsal problem tanımlamaları ve çözümleme deneyimlerinde eksik ve yanlış bir şeyler var ki, büyük sapmalar ve hatta tersi gelişmeler yaşanmaktadır. Sıkça vurgulandığı gibi, mesele az çaba, isyan, savaş değildir.
Doğaların diyalektiğinde problem anları, nicelik birikimlerin niteliksel sıçrama süreçleri olarak tanımlanır. Düzen, ilerleme teorilerinde dönüşüm anları çok kısa aralıklar olarak tarif edilirken, kaos teorilerinde esas olanın kaotik durum olduğu, düzen ve ilerlemenin ise sınırlı anlar olarak kaldıkları vurgulanır. Sürekli kaotik düşünceler kadar, sürekli ilerlemeci düşünceler de insan aklını çok meşgul etmiştir. Şüphesiz insan aklını bir yansıma aynası gibi yorumlayanlar olduğu gibi, her aklın temelini insanda gören düşünceler de eksik değildir.
Bu düşüncelerde evrenselci ve göreci yorumları okumak zor değildir. Toplumsal akıl temasını bu tür konulara biraz daha somut yaklaşmak için işlemek, tanımlamak gereğini duydum. Dolayısıyla şimdiye kadar yaptığım sunumlar, kavrama düzeyi gelişkin bir hazırlıkla toplumsal problemin kaynağına giriş yapmaktır.
Tarih boyunca tüm önemli düşünsel çıkışlar iki dönemin ürünü olarak belirmektedir: Düzenin yolunda gittiği, toplumsal refahın tatminkâr olduğu ve büyük sorunların yaşanmadığı dönemler, düşünce olarak gelişimini benzer biçimde yansıtır. İlerlemeci, refah bahşeden, sorunu az düşüncelerdir. Güven aşılarlar. Kalıcılıktan dem vururlar. Sorunları arızi, gelip geçici sayarlar. Daha çok Birinci Doğa’yı işlerler. Toplumsal doğayı tartışma konusu yapmak istemezler.
Düzende tıkanmaların ve eskisi gibi yürüyememenin yaşandığı dönemlerde ise, düşünceler sorun yüklüdür. Daha çok İkinci Doğa’yı işlerler. Bu dönemler yeni dinsel ve felsefi arayışların hızlandığı dönemlerdir. Sorunlardan çıkış yeni düşüncelerde, din ve felsefe arayışlarında görülmektedir.
Tarihte büyük düşünce hamlelerinin yaşandığı bu refah ve sorun dönemlerinin düşünsel akışını tüm uygarlıklarda izlemek mümkündür. Sümer toplumunun büyük refah döneminde tüm büyük dinleri, felsefe ve bilimleri, sanat ekollerini etkileyen muhteşem bir mitolojik düşünce çıkışına tanık olmaktayız. Hiçbir büyük din, felsefi anlayış, sanat ve bilim anlayışı yoktur ki, bu Sümer düşünce çıkışından etkilenmemiş olsun. Antik Çağ Yunanistan’ındaki düşünce çıkışı da başlangıçtaki refah toplumuyla ilgilidir. Sümerlerde Mezopotamya’nın verimli coğrafyası bu refahın temelinde yatarken, Yunanistan’da Ege’nin her iki kıyısında bu verimlilik sağlanmıştır. Sümerlerdeki mitolojiye karşılık, İonya’da felsefi düşünce öne çıkmıştır. Bilim ve sanatta gelişmeler devrimsel boyuttadır. Batı Avrupa ise, benzer bir refah patlamasıyla büyük düşünce çıkışını 16. yüzyıldan itibaren dünya çapında etkili kılacaktır.
Dikkat çeken husus, her üç refah deneyiminde düşünce devrimlerinin Birinci Doğa’ya ilişkin olarak başlangıç yapmasıdır. Ancak refahın hızı kesildiğinde ve bunalımlar patlak verdiğinde İkinci Doğa üzerine tartışmalar ağırlık kazanmakta, yeni düşünceler yeni arayışlarla yüklü olmaktadır. Bir kısım düşünce eski refah ve düzen döneminin anısıyla yüklü olarak hep geçmişi ararken, yenilikçi olanlar düzen bozukluğundan ve bunalımın ağırlığından şikâyet edip ütopik düşünceler üretirler. Yeni toplumsal biçimlerden bolca bahsedilir. Çok sayıda toplum bu arayışlar sonucunda oluşur. Din ve mezhep topluluklarından tutalım, yeni kabile boylarının türemesine kadar, hatta Avrupa örneğinde gördüğümüz ulus oluşumlarına varana dek toplumsal biçimlenmeler gerçekleşir.
Tarihin düşünce tarihi boyutunda gözlemlenmesi bizleri toplumsal problemlerle tanıştırdığı gibi, günümüz toplumunun gözlemlenmesinde problem boyutunun devasa ağırlığını da iliklerimize kadar hissetmemek mümkün değildir.
Avrupa merkezli sosyal bilime bağlı kalmadan düşünmeye çalışıyorum. Bu tarzın çok gerekli olduğunun farkındayım. Bazıları bu tarz düşünceyi şüphesiz hafif ve sosyal bilimlerden sapma biçiminde yargılayacaklardır. Bu yargı umurumda olmayacaktır. Gerçekten Avrupa merkezli sosyal bilim egemenlik kokmaktadır. Ya egemen kılar ya da egemenlik altına sürer. Hâlbuki bize gerekli olan, demokratik özne olmak ve adilce paylaşmaktır. Avrupa sosyal bilimi özünde liberalizmdir; bir ideolojidir. Ama bu gerçekliğini o denli görünmez kılmıştır ki, büyük muhalif eleştirmenlerin düşüncelerini bile özümseme gücünü gösterebilmiştir. Bunu yaparken, üstün eklektizm yeteneğini sergilemiştir. Kendimi bu eklektizme kurban etmemek için, çözümleme gücümün farklılığını geliştirmekten başka çaremin olmadığını biliyorum. Fakat bu tutum anti-Avrupacılık değildir. Anti-Avrupacılık da Avrupa merkezli düşüncenin bir parçasıdır. Avrupa’nın Doğu’da, Doğu’nun Avrupa’da olduğundan hareketle, hangi değerlerimizin evrensel olduğunu bilerek tutum geliştiriyorum. Avrupa’nın birçok değeri öz değerlerimizin bugünüdür, geliştirilmiş halidir. Şu hususu çok iyi bilmeliyiz ki, en anti-Avrupacı geçinenlerin çoğu, Avrupa liberalizminin en geri taraftarı haline gelebilmişlerdir. Reel sosyalizm ve ulusal kurtuluş pratikleri bu örneklerle doludur.
Marks ve Engels’in bilimsel sosyalizm deneyimleri, kendi dönemlerinin toplumsal problemine çözüm olarak geliştirilmişti. Buna içten inanmışlardı. Problem tanımlamaları, kapitalizmi sistem halinde kavramlaştırarak bunu yapmaları, sıra sosyalist sisteme geldiğinde nasıl bir çözüm olunacağına dair inançları tamdı. Öyle ki, elleri altında geliştirilen ‘bilimsel sosyalizm’ bunun garantisiydi. Ama tarih başka türlü gelişti. Daha önceki ütopyacılar da benzer beklentiler taşımışlardı. Lenin’in Rus Devrimi’nden bekledikleri farklıydı. Birçok Fransız devrimcisi de büyük hayal kırıklığını yaşamıştı. Devrim birçok öz çocuğunu yemişti. Tarihin derinlikleri benzer örneklerle doludur. Hâlbuki problem çözümleyiciler hem çok imanlı hem de bilinçli hareket ediyorlardı.
Demek ki, toplumsal problem tanımlamaları ve çözümleme deneyimlerinde eksik ve yanlış bir şeyler var ki, büyük sapmalar ve hatta tersi gelişmeler yaşanmaktadır. Sıkça vurgulandığı gibi, mesele az çaba, isyan, savaş değildir. Bunlar vardır, belki de çok fazladır. Bu tip gerekçeler beni toplumsal problem tanımı ve çözümü konusunda çok ihtiyatlı olmaya zorlamaktadır. Eğer tecrübeden ders almayı ve büyük kahramanlıkların anısına saygılı olmayı biliyorsak, atacağımız adımlar ders yüklü ve saygı dolu olmalıdır.