Türk tipi demokrasi’nin koyunları...

Ahmet KAHRAMAN yazdı —

  • Halkın çalınmış emeği ile inşa edilen Saraylar, köşklerin görkemi, uçak filosu, lüks otomobiller geçidinin üstüne, “Kürtleri son ferdine kadar öldürme itibarı“ eklenmek isteniyordu. Ve kanlı eller, resmi geçidini...

Türkler, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra,“demokrasi” kavramıyla tanıştıklarında, çok korktular. Çünkü, demokrasi o güne kadar, yalnızca sövgü ve kötüleme anılan bir korkuluktu. “Koşun yiğitler, vatan imdadına“ ki, demokrasi fitne, fesat, dahası, “yüce gücün (diktatör) iradesine müdahale ve onu kısıtlayan melanet“ idi.

Korku, o denli yaygındı ki, kimi analar, söz geçirmedikleri çocuklarını demokrasi ile tehdit ediyorlardı: “Seni demokrasiye veririm, ha!..“

Öylesine, bir düşman unsurdu, yani. Ama “yukarıdakiler“in eli mahkumdu. Amerikan yardımını almak için, kapıları açmak zorunda kaldılar. Ama hile ve entrika oyunlarıyla...

 Demokrasi geldi. Ama, “Türk tipi“ olarak, seçim sandığı ile sınırlı kaldılar. Demokraside, suç ırkçılık ve her türlü, inkar ile yasağa berdevam oldu.

“Türk tipi demokrasi“nin ilk meyvesi, Demokrat Parti (DP), Bayar-Menderes ikilisinin iktidarıydı. İkili, o kadar “demokrat“tı ki, daha muhalefetteyken gölgesi büyük, sesi gürdü. Solcular, aydınların da desteği ardındaydı. Dengesel ağırlığını kullanıp Van’ın Özalp ilçesinde, 33 masum Kürt’ü kurşuna dizdirmiş, ordu komutanı General Mustafa Muğlalı’yı mahkemeye çekmeyi ve yargılatıp mahkum ettirmeyi başardılar. Muğlalı, Türk tarihinde, mahkum olan ilk Kürt katiliydi.

İktidarının ilk evrelerinde de “demokratik cumhuriyetçi“ydi. Ama bir süre sonra, diktatöryal aslına döndü. “Solsuz demokrasi icadı“, ile insan avına çıktılar. Ardından, çalma, talan dönemi başladı. DP’nin de, “beşli çete“ tipi müteahhitleri vardı. Sonradan görme müteahhitler, gece kulüplerinde, şarkıcıların ayakkabılarından, şampanya içiyorlardı.

İktidarın ikinci evresinde, “vurgun denizinin suyu“ bitti. Kıtlık başladı. “Gaz yağı“, yalnız aydınlatma (lamba, çıra) yakıtı değildi. Evlerin mutfaklarında, yaygın olarak kullanılan, “gaz ocakları“nın da yakıtıydı. Gaz, karneye bağlandı. Şehirlerde, ekmek de öyle...

Kıtlık günleri, ama DP kurmayları Çankaya köşkünde, sonra AKP’lilerin de yaptığı gibi, klarnet, darbuka-dömlek eşliğinde dansöz oynatırken, Milli Koruma Kanununu yürülüğe koymayı da unutmadılar. Günümüzde valiler marketleri basıyor ya, o zaman polis ve jandarma, gıda, gaz istifçileri var diyerek ava çıkıyorlardı. 

DP, sandıktan çıkmış faşizmdi. Tıpkı, günümüzdeki gibi gibi...

AKP reisi, “ileri“ demokrasi“ diyor, ikinci taklada da, “Kürt sorunu, benim sorunumdur” narasını koyveriyordu. Selahattin Demirtaş’ın anlatımıyla, böyle diye diye geride, “fak ve tuzaklar“ kuruyor, Pontus Rumlarının kanlısı, İpsiz Recebin, kanun tanımayan halleriyle, “Türk tipi demokrasi“yi inşa ediyor, “meee“ tınlamalı alkışlar arasında yoluna devam ediyordu.

Öte yandan, “Serbest ekonomi“ diye diye, “mal bulmuş mağribi“ gibi dağı, ülkenin taşı, toprağını, sahilleri, limanları, hava alanları, fabrika, tesisleri satıyor, mülkler kapanın elinde kalıyordu.

Ve Pazar artıklarını yiyerek büyümüş Recep Erdoğan, para geldikçe, satıştan “itibar” devşiriyordu. Biri 1150 odalı, üç ayrı saray yaptırdı, şahsı için. İstanbul’da, Osmanlı’dan kalma 7 tane saray, köşk, kasr, şahsi kullanımına ayırdı.

Oralarda, maksat itibarı artsın tertibinden, oralarda dünyanın en lüks sofralarını donattı. Böylece paraların bir kısmı saraylar ve işletmelerine gide dursun, kalanın bir kısmı, aile müteahhitlerine dağıtıldı. Kalanı savaş baronlarına.

Kürtleri öldüre öldüre bitirme günleriydi. Satılan malların parası, füze, yangın, yıkım bombaları ve kurşun olarak Kürtlerin tepelerinden aşağı boca ediliyordu.

Halkın çalınmış emeği ile inşa edilen Saraylar, köşklerin görkemi, uçak filosu, lüks otomobiller geçidinin üstüne, “Kürtleri son ferdine kadar öldürme itibarı“ eklenmek isteniyordu. Ve kanlı eller, resmi geçidini...

Erdoğan, öldürümün kol başları (Pontuslu Sülü ve Çerkez Hulusi), günde beş vakit, Türk halkının karşısında, “ne çok Kürt öldürdük” diyerek birbirini kutluyorlardı.

Ancak, namus sözlerini tutamadılar. Kürtleri, öldürerek bitiremediler. Ama, arkalarındaki kalabalığın hayallerini, yani geleceklerini bitirdiler. Kıtlık ve açlık çağını başlattılar.

Bugün, açlık ve kıtlık insan boyunu çoktan aştı. Kurtuluşu intiharda arayanlar, pek çok. Eti, vitrininde gören milyonlar, durup yalanıyor. Hıyar, biber, domates, patlıcan gramla satılan meta. Onu da, gücü yeten satın alabiliyor. Ucuz çikolata değil, bayat ekmek kuyrukları uzuyor.

Ama Erdoğan, “kuzuların sessizliğiyle uyuyan halk“ın parasıyla, kişisel çıkarını besliyor. Mesela, geçenlerde 1150 odalı Sarayda, “AKP’lilere vefa“ ziyafeti düzenledi. Eski milletvekili ve parti yöneticilerinden oluşan, yaklaşık 1.500 kişiyi, şarkıcıların, davul, zurna, tef, dümbelek eşliğinde avazlandığı ziyafette, halkın parasıyla çalıştırılan yüzlerce kişi, (aşçı, garson, uşak) hizmet sundu.

Bunca yoksulluk varken, yoksulların parasıyla yenen yemeklere bakar mısınız:

Çorba, Antep usulu kuru dolma, kereviz salatası, talaş böreği ve ara yemeği olarak kuzu incik kızartma, bademli basmati pilav, salata ve tahinli profiterol...

Bu yemeklerin malzeme parası da, ucuz ekmek kuyruğunda titreşerek bekleşenlerden.

Ve Sarayda, “vur patlasın, çal oynasın” tertibinden, göbek havaları ese dursun, başı boş itin, köpeğin işediği bir çöplük. Çöplüğü karıştıran ve yenebilir bulduğu yiyecekleri torbasına atan bir yoksul. Röportajcı, mikrofonu uzatıp “bugün seçim olsa oyun kime“ diye soruyor. O ölgün bakışlı yoksul birden bire dirilip “Recep Tayyip Erdoğan’a“ diyordu.

“Meeee“, bu adam, Filipin tipi demokraside de benzeri olmayan bir yaratıktı. Ama Türk tipi demokraside, tek değildi. Sayısız benzeri verdi. Sadaka askısından ekmek alan, soğukta ucuz ekmek kuyruğunda titreşen adam da, onun gibi doğan güne, batan güneşe bakıyor ve “Erdoğan” diyordu. Bir kaç gün önce, ekmeğini çalana, halay çekerek, bağlılık bildirenleri gördük.

Bunlar, “Türk tipi demokrasi“nin seçmenleri. Binlerce kere “meeee“ diyesim geliyor. Ama, bu koyunları aşağılamak olur. Ben, o güzelleri biliyorum. Aç kaldıklarını koyunlar, “meeee!” sesiyle ortalığı inletiyorlar. Yeminlerini çalan çobanı, oynayarak eğlendirmiyorlar.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.