Türk vicdanı ve Kürtlerin meşru müdafaa hakkı

Ahmet KAHRAMAN yazdı —

  • Türk devleti değil, ama "Türk kamu vicdanı", Fransa sömürgeciliğine başkaldıran Cezayir ve Tunus halkının yanındaydı. Ulusal kurtuluş hareketinin liderleri Ahmed Bin Bella ile Habib Bourguiba’nın fotoğrafları da gazete sayfaları, "devrimci"lerin de kalbinden başka, odalarını süslüyordu.

 

Kamu vicdanı o kadar diri diri insandı ki, milliyetçi Türk şairlerinden Atilla İlhan, Mağrib’le kalmıyor, başkaldıran Afrika’ya uzanıyor, Kenya’daki "Mau Mau" kabilesinin şiirini yazıyordu.

Oysa, sırada sınırın hemen ötesinde, Güney Kürdistan kanıyordu. Ama, Afrika için ağlayan Türk vicdanı, dönüp yer kanayan Kürt’e bakmıyordu. Çünkü Türk ırkçılığının temeli, dibacesinde Kürtler düşmandı. Vicdanlar da, bu ırkçı "ilke ve inkılap"a ilmikliydi. İlke gereğince, düşmana sadece kinle bakılırdı...

Ama, bunlar "maksat bana insan desinler" için, o kadar "insani" ki, haritada yerini bile bilmedikleri Vietnam’ın kurtuluşuna destek mitingleri düzenleniyor, Eritre’ye selam gönderiyorlardı. Filistin ise "canımız"dı.

Halbuki, ödedikleri vergi ve emeklerini hapur hupur yedikleri, sularını, petrol ve madenlerini talan ettikleri Kürtlerin, "ben Kürt’üm" demesi, dilini konuşması yasak, ama ona "vur ha vur" etmek serbestti. Türk vicdanı, bu durum karşısında kördü. Lakin, bir Kürt "ben, sen değilim, sen sensin, ben de benim" dediği an, aydınları ve basınlarıyla kamu vicdanı, ırkçılığın kılıcı kesiliyor, "dikkat tehlike var" çanları çalıyordu.

Ve Kürtler, ırkçılığa başkaldırdığında, 1990-2000 yılları boyunca, Kürdistan’ı, "kelık" taşı da olmayan mezarlığa, yangınlar ormanına çevirdiler. Yer yüzü insanları, bu süreçte "Türk kamu vicdanı"nın katiller, katliamcılar, yangıncı ve talancılara "dur" diyen bir tek mitingi, sokak gösterisine tanık olmadı. Toplu bir itiraz sesi duyulmadı.

Ama gazete okuyanlarınız bilirler: Köyü, evi, yuvası yakılan, evladı, ana-baba, eşi, kardeşi kaçırılıp bir daha geri verilmeyen Kürtler, ana yurt sürgünü olarak, gittikleri Türk kasabalarına sokulmadılar. Kiralık ev, parası karşılığında ekmek, ölülerine mezar yeri, iş vermediler. Dövülüp sövülerek aşağılandılar. "Bir ekmek" karşılığında çalıştırılanlar, "halkımız galeyana geldi" denilerek, ücretleri de ödenmeden kovuldular.

O yılları da geçelim. Daha dün, İslamo Faşist rejim, tüm Türk ordusunu tankları, topları, hava gücüyle hizaya sokup, kiralık İslamo Faşist IŞİD çeteleriyle de takviye ederek, dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun övme sözüyle, "bir gece tam saat 03.00"de, 16 Kürt şehrine birden saldırdı. Bebekleri uykuda vurdular. Katliam, yıkımlar yaptılar. Çocuk yaştaki 177 genci diri diri yaktılar. Cemile kızın ölüsü dondurucuda saklanarak, evde çürümekten korundu. Taybet ananın ölüsünü köpeklerin önüne attılar.

Bunlar olurken, "Türk kamu vicdanı" ve bu arada Filistinliler için ağlayan Türk-İslamı kör, sağır, ses vermeyen laldı.

Ama geçenlerde Amerika’da, George Floyd adında bir siyah, polis tarafından, sokakta boğularak öldürüldükten sonra, dincisi, ırkçısı, solcusuyla, tüm "Türk kamu vicdanı", bir kere daha "el yordamı ile gerdeğe" girer gibi "vicdanlı" kesili verdi. Çünkü iktidardan destek ışığı almışlardı. O güçle, göz yaşartıcı biçimde insan ve insanıydı. Hep birlikte Amerikan ırkçılığını protesto ediyorlardı.

Oysa, Amerika’da ırkçılık devletin temeli değildi. Ama Türk ırkçılığı temel yoldu. Lozan‘da "kuruluş tapusu"nun alındığı 24 Temmuz 1923 gününden beri azgınlaşarak uygulanıyordu. Kürtler de, kıyım makinesindeki kurbandı.

Bütün kötülükler devlet eliyle idi. En son Amed Baro Başkanı Tahir Elçi ve Kemal Kurkut olayında görüldüğü gibi kameralar karşısında, polisçe işlenen cinayetler bile devlet eliyle örtülüyordu. Van’da, Şırnak’ta yakalanan tecavüzcüler korunuyordu. "Ben Kürt’üm” diyen oracıkta kurşunlanıyor, Kürtçe müzik dinleyen ya da mırıldanan linç ediliyor, katiller, "masum" ilan ediliyordu.

İslamo ırkçı rejimde, Kürt’ün seyahat ve çalışma özgürlüğü yoktu. Onlara, Karadeniz şeridi kapatılıyor, Yozgat’ta iş bulanlar, saldırıya uğruyor, sonra geri püskürtülüyorlardı.

Biz, bu ırkçı çete devletini, avucumuzun içi kadar iyi tanıyoruz. Egemen gücün izni olmayan yaprak kıpırdayamaz. 1935 yılındaki Yahudi olayı, 6-7 Eylül 1955’deki İstanbul vandallığından, 1978’deki Çorum, Maraş, Malatya vahşetleri, devlet projeleriydi. Bugün iktidar olan lumpenler katil olarak kullanıldılar. Hırsızlığa, talana, yıkım ve yangına çıkmış ganimetçiler olarak...

Askerlikte ise komutanların emri olmadan daldaki yaprak kıpırdayamaz. Kıpırdayanın canı yanar. Ama Kürt gençleri, tek tek katlediliyor. İki kurşunla vurulanlar bile "intihar etti" oluyordu. En son Digorlu Osman Özçalımlı, babasını akşam arayıp Kürt olduğu için vatan hainliğiyle suçlanıp tehdit edildiğini söylüyor ve sabah ölüsü bulunuyor ve ailesine "oğlunuz kalp krizinden öldü" tebligatı yapılıyordu. Sonra, suçlunun telaşıyla ölüm sebebini başını çarptı, bu da tutmayınca, pencereden düştü yapılıyorlardı.

Bütün bu anlatı ve örneklerden sonra, sözün kısası ırkçılık, bir beladır. Türk ırkçılığı belası, komşulardan sonra, uluslararası sulara kuzey Afrika’ya da dadandı. Saldırganlığıyla, artık bir dünya sorunudur. Mağdur ya da tehdit altında olanlar ne yaparlar bilemiyorum, ama baş kurban olan Kürtler de tedbir almak zorundadır.

Karşı tedbirler, bir başka yazının konusu ama, cevap verme (mukabale-i bilmisil), Kürtlerin meşru hakkıdır. Artık, dert anlatma yetersiz kalıyor. Mesela Kürtler, Türk topraklarından kovuluyor, ama aynı Türk fütursuzca santraller kurum Kürt suyunu elektriğe dönüştürüp götürüyor, madenlerini, petrolü çalıyor. Kürdistan’da çalıyor, değerlerini götürüyorlar...

Her neyse, Kürtlerin de meşru müdafaa hakkı vardır, yani...

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.