Türk’ün şamar oğlanlığı ve 'mülteci dövmek'

Forum Haberleri —

  • Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki askeri müdahalelerine ses edemedikleri “kardeşlerine”, Suriyeliler üzerinden vuruyor, bir yandan da yine “beka sorunu” üzerinden birleşmeyi teklif ediyorlar. Devleti yönetmek kavgasında Türklük yarıştırıyorlar.

OSMAN OĞUZ

Türkiye’de son günlerde sesi en çok çıkanlardan biri, mülteci düşmanlığı.

Kılıçdaroğlu’nun “Suriyelileri memleketlerine uğurlayacağız” açıklamasından sonra Bolu’nun CHP’li Belediye Başkanı Tanju Özcan, mültecilere su ve elektriği “Türk yurttaşlardan” on kat fazlaya satacağını açıkladı; bir sürü tepki de aldı ama partisinin ve İyi Parti’nin hem elitleri hem seçmenlerinden gördüğü hürmet ve desteğe yaslanıp el yükseltmeyi sürdürüyor. Bu vaziyet, mülteci düşmanlığının CHP ve etrafındaki blok tarafından seçim kampanyasına alet edildiği şüphesini doğuruyor.

Mülteciler, nefes almanın zorlaştığı, muhalefet etmenin bedelinin gün geçtikçe ağırlaştığı, ekmek derdinin müthiş yaygınlaştığı memlekette “en kolay hedef” oluyor. 

Bazıları ise kötü günleri başlatan “kırılma noktasını” ararken bulduğu şeyden korkup mültecileri işaret ediyor: “Onlar geldiğinden beri halimiz böyle! Hele bir onlar gitsin önce!”

***

Memleket hep, her tepkinin laboratuvar gerektirdiği patolojik bir vakaydı ama toplumun “duyguları” ile belki de en fazla oynanan günlerde yaşıyoruz. 

Bugünlerde en fazla şamar oğlanına dönen ise Türkler. 

Şamar oğlanı da sözün gelişi değil, tarihsel gerçeği ile: Türk bugün, şehzadeleri yerine dayak atılan erkek çocuğu; bi’ yandan müthiş dayak yiyor ama diğer yandan erkekliği de elden bırakmıyor.

Onu yanında görmek isteyen şehzadeler de hep aynı erkekliğin farklı veçhelerine oynayıp duruyorlar. Türk’ün kimliği de, erkeğinki gibi, ne olmak istediği değil, ne olmak istemediği sorusuna yanıt ile biçimleniyor.

***

Mültecilere saldıranlar, onların ne fena insanlar olduğundan, mesela plajları varlıklarıyla kirlettiklerinden, sokakları güvensizleştirdiklerinden bahsediyor. Burada bazı hatırlatmaları, tekrara düşmek pahasına, yapmak gerekiyor.

O sokaklarda mülteci genç kadınlar, kuaförler üzerinden, erkeklere “satıldı” ve şimdi ahlak satan aynı toplum, gıkını çıkarmadı. Mahallelerde insanlar birbirlerine, bilmem kimin de Suriyeli bir kadınla evlendiğini anlatıp durdu.

Efrînli, Şamlı çocuklar, Antep’in tekstil atölyelerinde halen haftada 6 gün, günde 12 saat çalışıyor; bu ülkenin pantolonlarını, gömleklerini, ayakkabılarını dikiyorlar. Bu ahlaksızlık değil mi? 

Onlar içinden 15 yaşındaki Halepli Kemal, “Büyüdüğümde futbolcu olup Real Madrid’de oynamak istiyordum ama şimdi aileme bakabilmek için çalışıyorum” demişti, mikrofon uzatan gazeteciye.

Onlar bu ülkenin çerini çöpünü üretmek için tüm hayatlarını ve hayallerini leş gibi bir atölye ya da şantiyeye gömerken “Getirin Suriyelileri, çalışsınlar” diyenler, şimdi kendi rezilliklerini Suriyelilere havale ederek huzura erebileceklerini zannediyor.

“Benim ülkem” artistliği de günün sonunda yine soyu kırılan halkların mallarına “çökerek” zenginleşmiş bir ailenin temsilcisi Arzu Sabancı’ya kalıyor. Vatan, kimilerine halen “kasalarının ve çek defterlerinin içindekiler”; kimilerine ise “şose boylarında gebermek açlıktan”. 

***

İşte bu Türk’ün huzur bulduğu tek yer, egemenliktir; hatta bu Türk, bu savı da övgü olarak alır, öpüp başına koyar. Zanneder ki, tüm sorunların çözümü, onun egemen olmasındadır. Başkası ile ilişkisi budur: Kavga ile kendini kabul ettirme. 

En büyük kavgası kendini kabul ettirmek üzerine olanın neyinin en eksik olduğu açık değil midir?

Keza böyle egemenlik iddialarının da hep bir handikapı vardır: Başkasının egemenliğini de aynı şehvet ile kabul edebilme potansiyeli. Türk, kendi devleti, egemeni ile ilişkisinde de hep aynı egemenlik diskurunun parçasıdır: Bu kez, egemeninin çizdiği çemberin dışına çıkmayı bırak, o çemberin dışına küfretmeden bakmaya bile cesaret edemeyen bir tebaaya dönüşür.

Milliyetçilik, bu noktada, yalnızca bir toplumsal durum değildir; ayrıca bir yönetim stratejisidir. Bu ülkede nelerin milliyetçi kabarma ile kapatıldığını, Türk egemeninin yönetimini milleti ile “sözleşmesine” ne denli (ve ne zaman) dayandırdığını ve sıkıştığı her anda “ortak korkulara” oynamayı neden tercih ettiğini buradan da görmek mümkündür. 

Türk’ün cevvalliği de korkusunu saklamak isteğindendir. 

Çetin Altan, 2006’daki bir yazısında, İstanbul’un dört bir tarafına koca koca bayrak direkleri inşa edenlerin refleksinin hangi kuşku ve tedirginliğin ürünü olabileceğini soruyor ve gayet basit bir şey söylüyordu: “... çünkü insan kendi evinin içindeki her odanın kapısına, kendi adını büyük harflerle yazmaya kalkmaz; bu oda da benim, bu oda da benim, der gibi…”

Suriyelilere büyük bir şehvet ile düşmanlık edenlerin bir bölümü de böyle bir yerden konuşuyor. 

AKP, Cemaat ile birlikte devlete yeniden biçim verirken de; şimdi MHP ile gayet 30’ları hatırlatan bir faşizmi inşa ederken de hiç devletlerini yitirdiklerini düşünmediler. 

“Beka sorunu” tamlamasının işaret ettiği hakikat, onları bir araya getiren Türklük hukukundan başka bir şey değildi. Hükümeti çok sıkıştırır, “ele güne, düşmanlara karşı” güçsüz durumda bırakırlarsa birileri hep, “Durun, bu beka sorunu, aynı gemideyiz” dedi. Muhalefetlerinin sınırlarını, bir Türk dayanışmasının izin verdiği ölçülerde çizdiler.

Şimdi de Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki askeri müdahalelerine ses edemedikleri “kardeşlerine”, Suriyeliler üzerinden vuruyor, bir yandan da yine “beka sorunu” üzerinden birleşmeyi teklif ediyorlar. Devleti yönetmek kavgasında Türklük yarıştırıyorlar.

Bunlardan biriyle telefonlaştım geçenlerde. “Sokaklarda yürüyemez olduk, her yeri doldurdular” diyordu. Müteahhit kocası ise her gün, “her yeri dolduranların” emeği üzerine, yeni bir bina dikip duruyordu. Yaşadığı şehirde henüz birkaç gün önce yüzden fazla Suriyeli, “çöp toplamak” suçundan, çevik kuvvet ekiplerinin katıldığı bir operasyonla gözaltına alınmıştı.

***

Mesele, mülteciler ile toplumsal yapısı ve dengeleri köklerinden sarsılan kentlerdeki sorunlar değil. Bunları konuşmak, bunlara çözüm bulmak gerekir.

Konuşmanın ama en güzeli, hakikatin yüzüne bakılarak yapılanıdır.

Hakikat, savaşlarla harap olmuş ülkelerinden kaçıp kentlere dağılan yoksul insanların suçsuzluğunu söyleyecektir. Onlardan gelen ter kokusunun bile kaynağı, devlet ve iktidardır.

Hakikat, Türk devleti ve milliyetçiliğinin Ortadoğu’daki politikalarının insanları yerinden yurdundan ettiğini de söyleyecektir.

Hakikat, Türk toplumu ve onun ahlakının (özellikle son birkaç yılda) yaşadığı dönüşümlerin failinin mülteciler değil, bizatihi kendisi olduğunu da söylemezlik etmeyecektir.

Mülteciler, bu hakikatin ancak aynası olabilir ama faili olamazlar.

***

Hangi arkaplan ile yapılırsa yapılsın, mültecilere yönelik düşmanlık, dünyayı mülteci mezarlığına çevirenlerin yanında durmaktan başka şey değil.

İnsanların yaşadıkları yeri terk etmesini, kimsenin paylaşılamayan ekmek ve sığışılamayan kent yüzünden birbirine düşman hale gelmesini istemiyorsanız, işe o yolun taşlarını döşetenlerle başlayacaksınız. (Onu da kendileri döşemez, mülteciye döşetirler.)

Öfkesini ya da başka hevesini, mesela seçimle ilgili olanları, dünyanın posasına dönüşmüş ve posaları çıkmış mültecileri döverek doyurmaktan daha fazla düşmek mümkün müdür, bilmiyorum.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.