Yaşanabilir bir dünyanın eşiğinde ortak geleceği düşünmek

  • İçinde olduğumuz teknolojinin kapitalizmin denetim mekanizmalarını daha da yaygın bir şekilde oluşturmasına izin verdiğini, insanın ve doğanın mekanizasyon süreçleriyle kontrolünün kolaylaştığı, dijital bir despotik çağdayız. Ve direnişin biçimlerinin de tam da bu çağda değiştiğini, yeni bir forma dahil olduğunu da varsaymak gerekir.
FOTO: Alexander POHL /AFP

 

ENGİN SUSTAM

 

Franco Bifo Berardi, Akdeniz havzasının göçmenlerin mezarı olmasıyla birlikte, Akdenizin derinliklerinin bir Nazi kampına dönüştüğünden bahsetmekteydi. Berardi göçmenlere mezar olan Akdeniz’i Avrupa’nın yeni Auschwitz’i, bu post-politik travma dönemini ise nazi-liberalizmi olarak nitelendirmekteydi. Neden Bifo Berardi bunu söyleme gereği duydu? Irkçılığın ve her gün daha da artan despotik hükümetlerin görünür olduğu bir kriz yüzyılının başlarındayız. Batı ve Avrupa alanında göçmenlerin bugünün Yahudileri, Romenleri ve Holokost’a maruz kalmış aktörleri olduğunu söylemesi, Bifo açısından göçmenlerin yaşadıklarına dikkat çekmekle birlikte, Avrupa'da demokrasinin mümkün olmadığının altını çizmektedir. Kriz hâlindeki Avrupa parlamenter demokrasisinin göçmen karşıtı siyaseti, ırkçılığın artışı, aşırı sağın yükselişi, ekolojik risk potansiyelinin çoğalması, fakirliğin üst seviyelere varması ve prekarya durumunun yasalaşması, belki de 2. Dünya Savaşı öncesi dönemde iktidara gelen faşist rejimlerin uygulanımlarından farklı okumamak gerekir. Keza şu anki dünya tamamen iktidar performansları içinde Holokost’a ve şiddete atıfta bulunan kakitokratik vasat hükûmetlerle ve aktörlerle yönetilmektedir. Sadece Avrupa'daki mültecilerin değil, Türkiye’de ve başka coğrafyalarda mültecilerin kötü durumu, ırkçılığa ve şiddete maruz kalması üstü açık Auschwitz ile karşılaştırılması açısından enteresan olsa da bununla birlikte elbette bugünkü neoliberal yönetimler disiplin üzerinden değil herkesin suçlulaştırılması ve denetim altına alınması üzerinden ilerlemektedir.

Çünkü adaletsizlik, gelir eşitsizliği, emeğin sömürülmesi, işsizlik, güvencesizlik, fakirlik ve küresel kapitalizmin ve onun ulusaşırı sermayesinin ya da şirketlerinin sınıraşırı hakimiyeti sadece yaşayanları yerinden etmiyor, 21. yüzyılda yeni bir savaş siyasetinin, yönetimselliğin, denetimin, faşizmlerin, nefretin, ırkçılığın da gündemleşmesini sağlıyor. Yani küresel kapitalizm ulus devletlerin ötesine geçerek yönetimsel denetimin devamı olarak yeni bir Leviathan yaratma ihtiyacı duyuyor ve kriz hâlindeyken kesinlikle eski yöntemleri kullanmaktan hiçbir zaman vazgeçmiyor. Despotik yönetimleri sermayenin akışı için yeniden örgütlüyor. Küresel bir despotluk içinde ortaya çıkan bütünlüklü dünya kapitalizmi prekariteyi, borçlandırılmış emeği, insanı, yaşamı ve güvencesizlik içinde seyreden aktörlerin radikalleşmesini önlemek için hükûmetlere krizi yönetme ve denetim programları sunarken, sınırların kontrollerini de göçmenlere karşı bir kamp misali yeniden kurgulamaktadır. Maurizzio Lazzarato’nun Borçlu İnsanın Üretimi kitabında vurguladığı gibi borçlandırma ekonomisi ve toplumsallığı üzerinden gelişen borçlandırılmış insanın hayatı etrafında bu kapitalist hırçınlığı, şiddeti, ırkçılığı ve otoriter rejimleri ortaya çıkarırken bugünkü savaş rejimlerinin de küresel boyutta iktidar olmasını sağlamıştır.

Antonio Negri ve Michel Hardt, “Çokluk” kitaplarında şunu söylemişlerdi: “Felsefi bir çalışma [...] ne devrimci siyasi karar için zamanın yaklaşıp yaklaşmadığını söyleme yeri, ne de ‘ne yapmalı?’ sorusuna cevap veriyor.”  Sorunun yanıtı, yeni bir iktidar mübadelesini arzulamak, ya da liberal otoritaryanizm çağında kapitalizmin maddi ya da maddi olmayan emeği sömürürken kurduğu yeniden kurmak değil (Sovyet ve Çin bürokrasisi örneklerinde olduğu gibi), iktidarın bütün iddialarının sarsılabileceği yeni yaşama dair mikro-politik bir teorinin oluşturulmasıdır. 21. Yüzyılda savaşın haleti ruhiyesinin dolandığı her alanda (Rusya, Suriye, Kürdistan, Ukrayna, Asya, ve simdi Iran…) kendi krizini çatışma kültürüyle besleyen neo-liberal otoriterlik içine yerleşen işsizlik, doğanın tahrip edilmesi, fakirlik, dijital despotizm, üretim ve tüketim mallarının temel faktörleri üzerine olan devasa eşitsizlik değişimi daha da çıplaklaşırken, ulus aşırı şirketlerin artık ulusal sınırları tanımadığına da şahidiz. Ulus aşırı küresel kapitalizmin sınır aşırı boylarda artan hareketliliği sadece ulus-devletin anlamsızlığını göstermiyor, savaşın ve barısın hangi koşullara göre sermayenin saldırganlığı etrafında oluştuğunu, ulus aşırı şirketlerin virüsleri artık bir yeni sömürü nesnesi haline getirdiğini Covid ve karantina döneminde deneyimleyenler olarak, hükümetlerin ve ulus-devletin ulus aşırı sermayenin akışkanlığını düzenlemek ve savaş otoritesini ekonomi üzerinden dayatmak için sadece sınır kontrol polisliği işlevinden öte bir etkinliğinin olmadığı apaçıklaşmakta. Bu yazıyı yazarken Jina Mahsa Amînî’nin katledilmesinin ardından ‘Jin, Jiyan, Azadì’ sesleriyle İran’da özgürlükleri için sokaklara dökülen Kürt, Fars kadınlarının, gençlerinin, isyancılarının daha fazla özgürlük için beklenilmeyen bir isyanı Iran diktatörlüğü karşısında ören cesaretli genç çoklukların açık alanlarda yeniden kurdukları moleküler bir devrime şahit oluyoruz. 1979 Humeyni’nin İslam devriminden sonraki despotik iktidar sürecinde kendi yurttaşlarına şiddetten öte bir şey ifade etmeyen İran İslam Cumhuriyeti, totalitarizm ve nekropolitik bir savaş siyasetinden başka bir şey vaat etmedi. Ondan belki de bu anti-demokratik suç yönetimini sarsan süreklileşen bir ayaklanma baharını görmekteyiz ki tam da küresel savaş ve çatışma ortamının arifesinde yeni kuşağın ‘Jin, Jiyan, Azadî’ sloganlarıyla patriyarkal eril rejimi sarstığı bir aralığa girmekteyiz. Kürt kadınlarının Ortadoğu alanındaki haykırışları ve özgürlük sloganları artık küresel boyutta kadın hareketleri tarafından kucaklanarak ses buluyor. 

Geniş bir coğrafyada tam da sınır aşırı alanda inanılmaz boyutlarda devam eden yeni başkaldırı biçimlerine şahit oluyorken, felsefe, sosyoloji, sanat veya antropolojinin etkenliği içinden disiplinler-aşırı yaklaşımı öngören bir bakışla farklı bir dünyanın tahayyülü nasıl kurulabilir sorusuyla belki de başlamak lazımdı. Yazının içine sirayet edecek birçok farklı analiz ve argüman, farklı felsefi, tarihsel, kavramsal, kültürel ve ekonomi-politik okumalara eğilirken, kitap ideolojik-politik bir cevap değil epistemik eleştirel bir analizi öne çıkarmayı amaçlamaktadır. Başkaldırılarla uzun zamandır ilgili olan biri olarak, gözlemlerimde ve araştırmalarım boyunca klasik sosyal bilimler okumasının, kronik ideolojik tespitlerin ya da ortodoks politik felsefenin kavram bagajında oluşan belki de en büyük sorunlarından biri olan, eylem anlığını ya da eylemin işaretlerini okuyamamanın karamsarlığıyla karşı karşıya kaldım. Eski dönem sosyologların kavramlarıyla analiz edilen toplumsal hareketler okumasının, bugünün eylem ve protesto dinamiklerini okumada ya da içinde olduğumuz dünyanın savaş ve çatışma haberleriyle bezeli iktidarlarının despotizmini anlamamız açışından önemli düzeyde sorunlu kaldığını ve hatta bütün kavram çantalarının günümüzün sorularına cevap vermediğini fark ettim. Bu kitap sorunlara dair bir cevabı değil, dünyalaşmış bütünlükçü kapitalizm döneminde ortaya çıkan, peş peşe oluşan farklı coğrafyalardaki farklı efsanevi başkaldırı figürlerinin, toplumsal kalkışmaların şiddet, savaş, fakirlik, eşitsizlik, ırkçılık, despotizm ve totalitarizm gibi yıkıcılığın temsil biçimlerine nasıl bir alternatif sunuyor ya da cevap arıyorlar.  Elbette başkaldırıların aynı zamanda eskinin sol kodlarına karşı oluştuğunu unutmadan ya da ideolojiyi yücelten mesihçi simgeleri de reddeden bir kapasitelerinin olduğunu gözlemleyerek diyebiliriz ki, bugünün başkaldırıları dünyalaşmış anti-demokratik, kapitalist ‘canavara’ karşı zombileri veya cadıları çağırdığını söylemeliyiz. Negri ve Hardt’ın seri hâlinde çıkan dört kitaplarında özellikle altını çizdikleri küresel dönemdeki yeni proletaryayı işaret eden bugünün ayaklanan kuşakları, gençleri, kadınları, çocukları eski kimliksel konumlara karşı, yıkıcı kapitalist özneye karşı cadıları eylem alanına davet eden etken olarak bu yazının da odağında yer alacaktır. Onun için, bugün yıkan ve tahripkâr olan otoriter neoliberal yönetimsellik karşısında ayaklanmaların hıncı ya da kurucu bir hak olarak öfkeleri, iktidarı ele geçirip yeni bir otoriter tahakküm kurmak değil, tam da bugünün yaşamı içinde kapitalizme alternatif yeni toplumsal üretimde yer almak, toplumsal ekolojik sözleşmeyi müştereklik yoluyla kurmak, yapılandırıcı bir kurumsal iddianın mikro-iktidarını çapraz bir şekilde hayatin içinden ama bürokratik aygıtından dışından kurarak alternatif yaşamı oluşturmasının önünü açmaktır. Başkaldıranların açık alanlarda ve meydanlarda kurdukları forumlar, işgal mekânları, meclisler vaat edilen ideolojik savaş aygıtının kurallarını uygulamak değil, elbette bunun tersine demokratik, konfederal ve adil toplumsallığın usulüne yönelik bir siyasallığı daha da görünür kılıyor. İçinde olduğumuz teknolojinin kapitalizmin denetim mekanizmalarını daha da yaygın bir şekilde oluşturmasına izin verdiğini, insanın ve doğanın mekanizasyon süreçleriyle kontrolünün kolaylaştığı, dijital bir despotik çağdayız (nano/ siber yazılımlar, dronlarla savaş veya gözetleme, cep telefonları dataları, dinleme teknikleri, arzuları takip etme uygulamaları veya yapay zekânın geldiği uygulanım alanları, vs.). Ve direnişin biçimlerinin de tam da bu çağda değiştiğini, yeni bir forma dahil olduğunu da varsaymak gerekir. Ondan dolayı, bugün küresel kapitalizmin uygulayıcısı olduğu teknoloji karşısında, o teknolojiyi alternatif şekilde kullanan ya da egemen medyaya karşı alternatif medyayı kollayan, kendini karşı-teknolojik araçlarla donatan en nihayetinde direnişin yerinin sadece sokak olmadığını da vurgulayan (hackerlar gibi) etkili dünyasal bir siber siyasi direniş alanının da oluştuğunu, bu alanların direnenler tarafından kuşatıldığını da belirtmeliyiz. Bu kısımda “anti-teknoloji” adı verilen (John Zerzan'ın kuramsallığını dikkate alan) bir dizi toplumsal hareketin geriye dönüşün nostaljisi içindeki primitif ‘radikal’ eleştirisinden kesinlikle bahsetmiyoruz; ve yeni başkaldırı alanlarında buna dair herhangi bir okumanın da yapılmadığı aşikâr. En azından Fransa ZAD (Savunma alanı) direnişleri başka türlü bir dünyanın nasıl oluşması gerektiğine dair önemli bir deneyim sunmaktaydı. Teknolojik kuşatılmışlığa karşı yine alternatif tekniği kullanırken, doğaya dair özcülüğün (teknoloji karşıtı neo-luddizm eleştirileri gibi) tuzağına düşmeden konuşlanan direniş biçimlerinden söz ediyoruz. Bu anlamda başka bir açıdan meseleye bakan teknoloji ve ekoloji arasındaki eleştirel okumasında Zerzancı primitivizmi kabul etmeyen en enteresan isimlerden biri Murray Boockhin dersek yanılmış olmayız. Murray Bookchin'in toplumsal ekoloji ve teknoloji konusunda önerileri, “otoriter olmayan organik bir toplum, toplumsal ekoloji ve özgürlükçü belediyecilik”, kuşkusuz bugünün siyasal atmosferi içinde siyasal ayaklanma dinamiklerinde de dikkatle okunan tespitler olarak önemli duruyor. Örneğin bu anlamda konfederal yapı olarak Boockhin teorilerinin laboratuvarı gibi olan Rojava Kürt alanının deneyiminin ya da Doğu ve Kuzey Suriye Yönetimi deneyimi veya Zapatista özgürlük alanlarının dikkate değer bir potansiyeli, özerklik anlayışını barındırdığını belirtmeliyiz.

FOTO: Tobias SCHWARZ/AFP

Kuşatıcı bir zaman, yıkıcı bir eylem olarak protesto ve başkaldırı

Bilişsel kapitalizmin baskısı altındaki üretim dönüşümleri içinde yaşadığımız dünyaya baktığımızda kapitalizmin bu yeni yersiz yurtsuz alanda yeni bir yapılanma kazanmaya çalıştığına şahidiz. Egemenlik bu alanda artık Negri ve Hardt’ı ilk kitapları İmparatorluk’ta söyledikleri gibi kademeli olarak, devletlerarası bir hükûmet mantığında ilerlerken birleşmiş olan ulus-devletler ancak jandarmalık görevini üstlenir, ulusal ve uluslarüstü örgütlerden oluşan yeni bir durumdan “İmparatorluk” tarafından bunun uygulandığını söylerler (Machiavelli, Spinoza, Hobbes). Lakin bu İmparatorluk yıkıcı, toplayıcı olduğu gibi kırılgandır, yalnızca çokluğun çalışmasıyla yaşar ve gelişir ve hatta çatışmaların dinamiklerinden doğan bazen yaratıcı ve örgütsel bir “saldırının” yani kendi yarattığı karşıtlıklarının (başkaldırının, direnen odakların) kurbanı olabilir. Negri ve Hardt, seri hâlinde olan dört kitaplarında (İmparatorluk, Çokluk, Ortak Zenginlik ve Meclis) kendisini bugün ağlar içindeki iktidar mekaniği ya da dengeleri üzerinden sunan ve temel unsurları baskın ulus devletler (sınır aşırı sermayenin jandarması), uluslarüstü kurumlar, küresel ve büyük kapitalist şirketler olan yeni egemenlik biçimlerini belirlemeye çalışıyorlardı. Bu aradanlıkta dünyalaşma ya da küreselleşme iki farklı yüz sunmaktadır onların teorilerine göre: birincisi işlevi toplumu denetlemek olan, çatışma mekanizmalarını düzenleyen ve kontrol eden ulusaşırı seyreden dünyalaşmış kapitalizm ya da artık “İmparatorluk”, diğeri ise yine ağlar, akışkanlıklar, ilişkiler coğrafyalar, kıtasal iş birliği devrelerinin oluşturulmasıyla oluşan “Çokluk”. Bu kitapta bizi ilgilendiren, farklı zaman, hafıza, alan ve durumlar içerisindeki çokluğu keşfetme, çokluğun kendini hangi biçimlerde ulusaşırı sahnede başkaldırı biçimleri içinde bir müşterek öznellik olarak kurguladığıdır. 

Konjonktürel olarak 1990’ların toplumsal hareketleri ve hatta 2000’lerin başlarındaki küreselleşme karşıtı ayaklanmayla da kendini farklı kılan bir dinamiğe, çeşitliliğe sahip. Örneğin en basitinden 1990 sonrası direniş sahası daha çok solun eleştirel dalgasını içeren Post-Sovyetik eğilimdeki ama en çok da soğuk savaş döneminde unutulan doğaya, cinsiyet eşitsizliklerine, ekolojiye, kadın hareketinin kamusal alandaki özgürleşme eğilimlerine yönelik bir politikliği barındırmaktaydı. Oysa bugünkü “Climate Justice” (İklim Adaleti) eylemlerine baktığımızda dünyanın post-Sovyet sonrası krizine değil, yaşam alanlarının gasp edilmesine, ulusaşırı şirketler tarafından doğal alanların talan ve tahrip edilmesine, hükûmetlerin yerinden etme, tahripkâr projelerle iklimin değişmesine yönelik hiçbir siyasal görevi yerine getirmemesine şahidiz. Örneğin Fransız Macron hükûmeti, cihatçıları değil de veganları ve anarşistleri daha tehlikeli gruplar olarak tarif etmesi, Notre-Dame-des-Landes komününde havalimanı inşaatına ve yerinden etme siyasetine karşı çıkan ZAD (Zone à Défendre: Savunulması Gereken Alan) alanlarındaki direnenlere yönelik baskıcı yaptırımlarıyla daha çok tanınıyor. Fransız yönetiminin “soylulaştırma”, emeklilik puanları, vergi zamlarıyla tanınan Macron dönemi sadece Paris bölgesindeki semtlerde varolan mahalle kültürü farklı grupların varlığıyla giderek değişime uğratmıyor, göçmenleri yerinden ederken, diğer yandan tamamen prekarya yasasını, güvencesizliği yeni Fransa’nın yönetim yasası olarak uyguluyor. ZAD sadece yerel kodları barındıran bir imkân değildir, ZAD bütün küresel alandaki soylulaştırma, yerinden etme kent merkezlerinin içinde ve kırsal alanlardaki rantlarda yapılan nezihleştirme, nüfusu yerinden etme projelerinin hepsine karşı küresel bir tepki olarak kendini görünür kıldı. 1990’lardaki iklim, ekoloji eylemlerinin tersine bugün hem semtlere yerleşme süreçlerine dair hem de kır alanında yerleşim projelerine dair pratik olarak orayla organik bir ilişkisellik kuran toplumsal ekoloji siyaseti işleyen post-politik yeni durumla karşı karşıyayız. Örneğin Rojava alanında “JinWar” (Özgür Kadın Köyleri) projesi sadece patriarkaya karşı kadınlar tarafından işletilen bir toprağın, kırsal alanın savunulması değildir aynı zamanda kadın emeğinin öne çıkarılarak toplumsal bir ekoloji anlatısının ZAD’laştırılması ve bunun özerk olarak kurulmasına imkân sunmaktadır. Rojava’daki kadın köyleri sadece kendi kendine sürdürülebilirlik donanımları üzerinden organik tarım ve kadın dayanışmasına dayanmıyor, dünyadaki birçok farklı deneyime (Chiapas, Santiago ve diğer Latin Amerika deneyimleri) açık olarak toplumsal ekoloji, ve konfederal okumalar üzerine kurulmuştur, ayrıca savaş ve çatışma alanları içinde kadınlara yönelik onların kendi temel ihtiyaçlarını belirleme ve bu anlamda sunulan dünyada başka coğrafyalardaki farklı kadınsal deneyimlerin katkılarına yönelmeyi de amaçlamaktadır. Bütün bu yeni ekolojik dinamikleri görünür kılan, kent alanındaki ya da kırsal alandaki iklimin değişimi, soylulaştırma projeleriyle ortaya çıkan yıkıma dikkat çektikleri gibi, bahçeler, meyve bahçeleri, ormanlar ve talan edilen toprakların nasıl tahrip edildiğine dair pratik dayanışmayı da öne çıkarıyor. Hasankeyf’te yapılan barajın sadece Kürt alanındaki hafızanın tahribatı olarak tartışılmadığı, bunun aynı zamanda dünyanın kültürel değerlerine yönelik geliştirilen yeni bir sömürgecilik uygulanımı olarak doğaya ve kültürel kodlara da zarar veren yerinden etme projesinin de devamı olduğu savunulmaktadır. Onun için Hasankeyf, hem Sur gibi yıkılan tarihi Kürt şehir alanlarının devamı ve ZAD gibi savunulması gereken bir alan hem de küresel şirketlerin desteklediği, nüfusun kontrolüne, toprağın ve suyun rantına yol açan küresel bir yönetimselliğin tahripkâr projesidir. 

Guattari ve Negri 1985’te yazdıkları o ortak ufak kitaplarında buna “yeni özgürleşme alanları” diyeceklerdir. 1990’larda sol, kriz hâlindeydi ve Sovyetlerle hesaplaşmaktaydı, oysa bugün bir hesaplaşma değil kapitalizm karşısında ses çoğaltan, daha çok kentin alanlarını kullanan bir dalgayla karşı karşıyayız. Bu yeni gelecek olan dalga bundan öncekilerden farklı olarak yeni dünyanın içine eğilen yeni insanı, o yeni mikro-devrimci özneyi işaret ediyor. Ve ayrıca bildiğiniz üzere bugün daha çok prekerlerin, risk altında olan herhangi bir azınlığın, kadın cinayetlerinin artışı ve emek sömürüsü içinde kalan yeni proleterlerin, işsizlerin durumu kent alanındaki güvencesizliği işaret ederken, en apaçık şekilde kırların toplumsal, ekonomik ve politik nedenlerle boşaltılması krizin tamamen kent alanına taşındığını, kırın kentlere taştığını bu kentli olduğu kadar kırsal olana dair olan başkaldırıyı görünür kılıyor. Dolayısıyla meseleyi sadece şehir isyanları olarak okumak yeterli değil. Kentlerin bu kadar yoğun nüfus patlamasına sahip olduğu (bugünün isyanlarının olduğu kentlere, Hong Kong, İstanbul, New Delhi, Sao Paulo gibi nüfus yoğunluğun arttığı şehirlere bakmak yeterlidir) göçmenliğin kentin arka sokaklarına sığdığı küresel kent alanlarında elbette direniş biçimleri nerdeyse 19. yüzyılın ortası itibarıyla (burjuvazi ve proletaryanın kent alanlarını tarif etmeye başlamasıyla birlikte) kent alanlarında çıkmaktadır. 21. yüzyılda ortaya çıkan sokak mukavemetleri ya da yeni başkaldırılar köylerden ya da kırlardan değil (ki yerinden zorunlu göçle bunun mümkün kılmıyor artık) kent alanlarına sıkışmış kırın içinden, merkezin içine konuşlanan göçmenler ve dışarda kalanlar çevrenin krizini merkeze taşıyan sahadan taşmaktadır. Onun için bu yeni durum sadece eski kent isyanlarının geri dönüşü değildir, aynı zamanda kent alanlarının yeniden tarif edilmek istendiği sınır aşırı, kırı da kendi içinde taşıyan küresel dönemin kent direnişidir. Yukarıda dediğimiz gibi Fransa’da uzun zaman önce başlayan, ekolojik direnişin alanı olan ZAD, Brezilya’da Topraksızlar Hareketi ya da Chiapas deneyimi kırsal alanda başlamasına rağmen dünyanın birçok noktasına direnişler sonrası tecrübe edilmesi gereken dinamikler olarak yansıdı. İstanbul’daki Kent Bostanları Dayanışması, Kuzey Ormanları Savunması ve Diyarbakır’daki 2010 Mezopotamya Sosyal Forumu ve Hevsel Bahçeleri Direnişi tam da sulak, yaşanabilir, nefes alınabilir alanların bölgedeki biyolojik çeşitliliğin korunmasına yönelik gösteriler, isyanlar küresel deneyimlerin sonucunda ortaya çıktılar. 

Dolayısıyla önümüzde eylem repertuarları, protesto biçimleri farklı da olsa biriken, çoğalan yeni sınıfsal kalkışmanın deneyimi ve onun daha da radikalleşen pratiği söz konusu. Rojava, Santiago, Hong Kong, Bağdat ve Beyrut’u Tahrir’den Gezi’den Rojava’ya ya da Gece Ayakta eylemlerinden bugünün İran’ına farklı kılan kendi içinde olduğu toplumsal dinamiklerin farklılığı olsa da en genel ifadesiyle aynı kodlara sahip, aynı dertleri taşıyan her eylem dalgasının kendi dilinin de olduğunu belirlemekte fayda var. Burada benzeştirme ve ayrıştırma kategorilerinden daha çok, neoliberalizmin hatlarının karmaşıklığını analiz ederken farklı alanlardaki çeşitli epistemik ve siyasal geleneklere olan öneme de dikkat çekmek gerekir. Bütün bu eylem dinamiklerini bir araya getirme meselesi, aynı şekilde neoliberalizmin kurmak istediği ve özellikle de darbe sonrası toplumlara enjekte etmek istediği pazar toplumunun ütopyasına göz atmak istiyor.  Dolayısıyla isyanların, ayaklanmaların ya da başkaldırıların sadece hükûmet karşıtlığı olarak okunamayacağını aynı şekilde bütünlükçü dünya kapitalizmine karşı oluşan direniş süreçlerinin hafızası olduğunu da söylemeliyiz. Özellikle 1980 sonrası dönemde ortaya çıkan politik ve ekonomik bagajı olan otoriter, baskıcı antidemokratik konsertasyonist sistemlere de karşı kurulan bu direniş sahaları tahakkümleştirici toplumsallığa karşıda oluşmaktadır.  Küresel şirketler ve işletme için önemli olan, hırsını, gerekçeli veya zorla doğal olduğu düşünülen bir homo economicus (insan davranışının teorik temsili olarak Keynescilik, Post-fordist üretimsellik, vs.) üzerinden yaratacak aktörlerin varlığı, uygulayıcılığıdır. 20. Yüzyıl kapitalizminin ender modellerinden biri olan homo economicus tüm ulus-aşırı ekonomik ajandalara rasyonel kalkınma özelliklerini atfederek ve piyasayı tamamen serbestse dolaşıma sokarak, her kapitalist bireyin çıkarlarını, arzularını maksimize eden ekonomik modeller sunmaktaydı. Maurizio Lazzarato bugünkü neoliberal koşulu ifade ederken borçlandırma üzerinden meselenin dokusuna ilişkin düşünememizi sağlar. “Sözünü tutabilecek bir insanı muktedir kılmak, onun için bir hatıra oluşturmak, onu bir içselliğe sahip olmak, unutmaya karşı koyabilecek bir vicdan oluşturmak demektir. Borç yükümlülükleri alanında, hafıza, öznellik ve bilincin üretilmeye başlanması söz konusudur.”  Borç bu alanda çağdaş kapitalist ekonominin öznel ve pazara dair motorunu oluşturur, pazarın en önemli aygıtlarından biri olarak sunulur. Borç ekonomisi ve borçlandırılmış özne, bireysel ve kolektif öznelliklerin üretilmesi ve yönetilmesi için kapitalizm açısından önemli bir araçtır. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.