Yeni-kolonyal müdahale ve Kürtlük Hukuku

Dosya Haberleri —

KURDISTAN

KURDISTAN

  • Kürtlük Hukuku, bir Kürt’ün sömürge olduğunu anlaması ve bu içine “düşürülmüş” olduğu kimlikten kurtulabilmenin arayışları ile başlar. Arayışlara eşlik eden farkındalık halinin sömürgenin zihninde bir aydınlanmaya dönüşmesine vesile olan ilk kıvılcım, düşmek ile düşürülmek fiilleri arasında bir ayrım olduğu ve düşürülmüş olmanın bir insanın kendi-kendisine yapabileceği bir edim olmadığıdır.

RÊNAS CÛDÎ

 

piştî mirinê jî, em nahêlin hûn welatê ji xwe re bikin mal

em rê nadin hûn goştê me bixwin wek qirereşk û qertal!

Ebdulla Peşêw

 

Kuzey Kürdistan – Türkiye ilişkilerinin geleceği üzerine öngörülerde bulunabilmek için son yüz yıllık süre zarfı içinde olup bitenleri tutarlı bir şekilde ele almak gerekir. Yüz yıl gibi uzun bir zaman dilimi içinde farklı düzeyde birçok gelişmenin olduğu ve oldukça dinamik olan sosyopolitik zeminin her zaman yeni değişimlere açık olduğu söylenebilir. Öte yandan yine yüz yıllık parantez içinde sürekliliğinden şüphe duyulmayan yegane durum, Türk sömürgeciliğin kendisini Kuzey Kürdistan’da var etmek istemesi ve bunun karşısında Kürt hareketlerinin mevcut sömürgeciliği söküp atma çabasıdır. Bu deneyimin ortaya çıkardığı yakıcı bir gerçekliğin göz ardı edilmesi ise mümkün değildir: Kuzey Kürdistan’da bir birlikte-yaşam sorunu vardır. Çeşitli kamu ve güvenlik birimlerinde devletin varlığını temsilen çalışan insanlar dışında Kuzey Kürdistan’da sosyal doku oluşturabilecek bir Türk varlığı yoktur, o halde neden bir birlikte-yaşam sorunu olduğu düşünülmektedir? Bu kıymeti kendinden menkul soruya cevap verebilmek için genel hatlarıyla sömürgeciliğin hukuk ve şiddet kavramları ile nasıl bir temas halinde olduğuna ve sömürgeciliğin karşısında yükselen karşı-gücün yansımalarına bütünlüklü bir şekilde odaklanmak gerekir.

 

Sömürgeciliğin serencamı

Her ne kılıkta ve etikette olursa olsun bir sömürgeci, sömürge topraklarının yabancısıdır ve bu topraklarda hakimiyet kurabilmek/egemenlik iddiasında bulunabilmek için başvuracağı ilk araç, elbette bir çift tatlı söz değildir. Bir toprak parçasını işgal etmek amacıyla hazırlanan, tamamı askeri tekniklerle icra edilen, soykırıma varan savaş suçlarının fail tarafından sahiplenildiği sınırsız şiddet pratikleri, sömürgecinin sömürge ile kurduğu ilk temasın biçimidir. Bu temasın ardından hiçbir şey bir gün öncesi gibi ne hissedilebilir ne de çözümlenebilir. Sömürgecinin şiddetini niteleyen üç temel özelliğin (toprağı işgal etmek - askeri teknikler kullanmak - savaş suçlarını sahiplenmek) bir araya gelişi “kurucu şiddetin” doğuşuna, yani sömürgecinin yeni bir atmosfer ve insan tipi yaratabilmesinin olanaklarının ortaya çıkışına işaret etmektedir. Bu, artık sömürgecinin sömürge topraklarının yabancısı değil efendisi olduğu, beşeri ve fiziki tüm kaynakların efendinin çıkarlarına hizmet etmesi gerektiği, efendinin yaşam ölçütlerine sadık kalanların bir geleceğe sahip olabileceği anlamına gelir. Efendi - köle/sömürgeci-sömürge ilişkilerini tanımlayan bu ve benzeri tüm açıklamalar, kurucu şiddet ertesinde ölemeyen-öldürülemeyen insanların nasıl bir hukuka tabii olacağını anlatmaktadır. Elbette hiçbir anayasa kitapçığında yer almayan bu vurgular, yazılı olmayan ve zaman içinde bir sömürgenin bindest olduğunu anlamasıyla öğrenilen temel kurallardır.

Fakat sömürgeci akıl uyguladığı şiddetin büyüsünden kendini alamazken hesap edilmeyen bir dinamik sömürgeciliğin serencamını bozacaktır. Çünkü sömürgeciliğin şiddetine maruz kalanlar zamana yayılmış bir geri-dönüş hikayesini örmekten kaçınamaz. Kaçınılmaz olan, klasik anlamda bir öç alma hikayesi değil, bastırılan bir hak iddiasının geri dönüşüdür. Tarihsel anlatılardan, anlardan, izlerden, karşılaşmalardan beslenerek zaman içinde politik bir anlama kavuşacak olan geri-dönüş hikayesi kimileri için bir mirası kendi adıyla çağırmaya, kimileri için ise kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüşecektir. Zira kendisine ait olanı geri almaktan kim kaçınabilir?

 

Kürtlük Hukuku – Arayışlar

Kürtlük Hukuku, bir Kürt’ün sömürge olduğunu anlaması ve bu içine “düşürülmüş” olduğu kimlikten kurtulabilmenin arayışları ile başlar. Arayışlara eşlik eden farkındalık halinin sömürgenin zihninde bir aydınlanmaya dönüşmesine vesile olan ilk kıvılcım, düşmek ile düşürülmek fiilleri arasında bir ayrım olduğu ve düşürülmüş olmanın bir insanın kendi-kendisine yapabileceği bir edim olmadığıdır. Bilakis düşürülmüş olmak, başka bir gücün bir insan üzerinde kurduğu tahakkümün onu kendi varoluş gerçekliğinden koparmasıdır. Öyleyse bir insanın düşürülmüş olmasına, kendi köklerine yabancılaşmasına sebep olan nedir? 

Bu soruya cevap arayan her insan, aslında sadece bir bireyin değil bir toplumun sömürgecilik sisteminin hedefi olduğunu anlayacaktır. Aynı soruya cevap arayan bir Kürt ise tarihinin engebeli patikalarında zorlu bir yürüyüşe çıkmanın ve Türk sömürgeciliği ile yüzleşmenin zorunluluğu ile karşı karşıya kalacaktır. Bu minvalde geliştirilen tüm soru-cevap pratiklerinin sonunda geriye kalan, üzerinde Kürdistan Meselesi yazan dar bir kapının eşiğinde “eve” girip girmeme kararsızlığıdır. Zira kendinizi bir Kürt olarak tanımlıyor ve bir de yetmezmiş gibi Kürdistan isminde bir toprak parçasının varlığına inanıyorsanız, şaşkınlıkla iç içe geçmiş bu ve benzeri tüm sorgulamaların bir “maliyeti” olduğunu hissedebilirsiniz. 1973 yılının baharında bu duygularla Ankara sokaklarında dolaşan bir Kürt gencinin o günlere dönük anıları, Kürtlük Hukuku’nun ilk günlerinin kısa bir özeti olarak görülebilir: “‘Sömürge Kürdistan’ kavramının beynimde ve yüreğimde yol açtığı titreme ve ardından baygınlık geçirmem ilk ve son olaydı. Gerçekten tuhaf karşılamıştım ancak bir kavramın neden bu denli etkili olduğunu sonraki gelişmeler gösterecekti. Ama ilk başlardaki etkilenmeyi izah etmek bana hâlâ zor gelmektedir.” Bu sarsıcı hislerin içinde dikkat çeken “bir kavramın neden bu denli etkili olduğunu sonraki gelişmeler gösterecekti” vurgusu, Kürtlük Hukuku’nun kuvveden fiile geçişine, başka bir deyişle tarihin seyrini değiştirecek bir geri-dönüş hikayesinin başlangıcına işaret etmektedir.

Geri-dönüş hikayesinin “Sömürge Kürdistan” fikri etrafında şekillenmesi, sadece bir toprak parçasının niteliğine dair bir çıkarım yapmanın ötesinde, aynı toprak parçasında yaşayan insanların kişiliğine dair de bir tespitin öne çıkarılması anlamına gelmektedir. Farklı bir deyişle, geri-dönüş hikayesi bir Kürt’ü tarih içinde kendini arayan imgelere ve coğrafi kodlara davet etmektir. Davete icabet edenler, toplumsal ilişkilerinden bireysel seçimlerine kadar yaşamlarının bütününe nüfuz etmiş sömürgecilik ile yüzleşebilme çabasını gösterebilenler yani Kürtlük Hukuku’nun doğal üyeleridir. Bu hukukun izinde Kürdistan dağlarının anahtarını arayan bir insanın kendisi ile mücadele etmeye başladığı ilk anlara dair günlüğüne düştüğü notlar oldukça çarpıcıdır: “Ben Atakan Mahir. Benden sadece savaşmam değil, sadece bir devrimcinin ilke ve ölçülerine sahip olma, sadece karakterimi ve kişiliğimi değiştirmem de değil, benden istenen kendi elimle kendi istediğim şekilde yeni bir Atakan Mahir yaratmamdı.” 

Kuşkusuz bu inci tanesi cümlelerin sahibi, düşürülmüş olmanın kendisini nasıl bir nesne konumuna getirdiğini aklından hiç çıkarmayarak kendi eliyle ve isteğiyle nasıl bir özne yaratabileceğini düşünüyordu. Farklı öznelliklerin bir araya gelişi ile bir bedene ve yeni kuşaklar tarafından yeniden üretilerek bir sürekliliğe kavuşan Kürtlük Hukuku, Kürtlerin nasıl bir tarihe ve kültüre sahip olduğunu açıklamanın ötesinde bir ulusun sömürgeleştirilmesinin ardından kendini tanımlamak için ortaya koyduğu çabaların toplamının adıdır.

 

Kürtlük Hukuku - Buluşmalar

Kürtlük Hukuku’nun kendi ile buluşması olarak görülebilecek arayışlar sürecinin sonunda masanın üzerinde menziline oturmuş koca bir soru muhatapları tarafından cevaplanmayı beklemektedir: Peki şimdi biz, kazandığımız farkındalıklar ve biliyor olmanın getirdiği sorumluluklarla ne yapacağız? Soruya yanıt olmak adına öne çıkanlar, kendilerinden önceki nesillerin direniş mirasını sahiplenmek, sömürgecilerin ellerinde paçavraya dönmüş Kürt tarihini ve onun kıymetli şahsiyetlerini yerli yerine oturtmak için deyim yerindeyse antikiteden mitleri çağırarak ve mezardan ölüleri kaldırarak yola revan oldular. Fakat bu an, tarihsel miras ile Kürtlük Hukuku arasındaki dramatik bir buluşmaya da sahne olacaktı. Mirası devralanlar, geçmiş kuşakların sömürgeciler karşında yaptıkları hatalara düşmemeyi ve onların birikimlerinden faydalansalar bile kendi miraslarını yaratmak zorunda olduklarını anlayacaklardı. Bu gerçeklikler, Kürtlük Hukuku’nun uzun soluklu yürüyüşünün en hassas noktalarını oluşturacaktı.

Tarihsel mirası ve kendi ile gerçekleştirdiği buluşmaların ardından Kürtlük Hukuku’nun nasıl bir yöntemi esas alacağı giderek belirginleşecekti: Birbirine sımsıkı bağlı kimlik ve toprak kavramları etrafında şekillenen Kürdistan Meselesinin toplumsal yönüne ehemmiyet verilirken onun jeostratejik karakterinin ihmal edilmesi mümkün değildir. Bu doğrultuda Kürtlük Hukuku’nun en inançlı gücü olan PKK, devlet şiddetinin Kuzey Kürdistan’da yarattığı korku iklimini parçalamak ve bir Kürt’e biçilen sömürge-yurttaş kimliğinin altını boşaltmak için karşı-şiddete başvuracaktı. Elbette bu karar, yarattığı toplumsal değişimlerle Kürdistan tarihinde büyük bir kırılmaya ve artık Türklük Hukuku’nun bir kader olmadığına işaret etmektedir. Fakat aynı karar, sömürgeciler arası fay hatlarında yeni çatlakların oluşturulması ve bununla birlikte devletlerarası çelişkilerin bir fırsata dönüştürülebilmesine de imkan sağlamaktadır. Böylelikle Kürtlük Hukuku’nun ilk jeostratejik yansımaları, Kürdistan topraklarını aralarında pay eden devletlerin sömürgecilik senkronizasyonunun bozulması ile görülecekti. Diğer bir deyişle karşı-şiddet, hem Türk devletinin Kuzey Kürdistan toplumuna zorla giydirmeye çalıştığı sömürge gömleğinin dikişlerini hem de Ankara’dan Şam’a, Bağdat’a ve Tahran’a bağlanan sömürgeciliğin raylarını birer birer sökecekti. 

Karşı-şiddetin yarattığı özgüven, dinamizm ve görünürlüğe eşlik eden Kürtlük Hukuku’nun kendini toplumsallaştırarak kapsamlı bir siyasal repertuara dönüştürme süreci yeni buluşmaların da zeminini hazırlayacaktı. Kademeli olarak gelişen medya kurumlarının, parlamenter siyasetin, sendikal ve mesleki organizasyonların, sivil toplum kuruluşlarının, gençlik ve kadın örgütlenmelerinin, sanatsal ve entelektüel faaliyetlerin etkisiyle kitleselleşen Kürtlük Hukuku, zaman içinde Kuzey Kürdistan’da tüm ailelerin evlerine konuk olacaktı. Her buluşmada Kürtlük Hukuku, Kuzey Kürdistan’da köklerini sağlamlaştıracak ve nihayetinde gelecek yıllara tahvil edilebilecek bir toplumsal özgücü sürekli olarak bünyesinde tutacaktı. Öte yandan Kürtlük Hukuku’nun giderek Kuzey Kürdistan dışındaki diğer parçalara yayılabilme ya da diğer parçaları kendisine çekebilme kudreti, jeostratejik yönü ağır basan bir diğer buluşmaya kapı aralayacaktı. Bu büyük buluşma, Kürdistan’ı sömürgeleştiren devletlerin son teminatı olan sınır olgusuna iki yönlü bir meydan okuma gerçekleştirecekti. Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Kürdistan topraklarının dört parçaya bölünmesi ile sadece siyasal sınırlar oluşturulmamıştı; aynı zamanda farklı sömürgecilik teknikleri ile “terbiye” edilerek gündelik yaşam alışkanlıkları ve dil becerileri farklılaşan, birbirlerine ve ülkelerine yabancılaşan Kürdistanî topluluklar arasında sosyal sınırlar da meydana gelmişti. Kürtlük Hukuku’nun Kürdistan’ın dört parçasında da etkileşim yaratabilmesi, ülkenin içinden geçen sınırlar kadar ulusun tarihsel ve sosyolojik farklılıklarının yarattığı sosyal sınırları da kendi lehine sorgulayabilme becerisini kazandıracaktı. Bu bağlamda Kürtlük Hukuku’nun Batı Kürdistan ile buluşmasının izdüşümleri yakın geleceğin en merak edilen sorularından birine dönüşmektedir. Acaba Kürtlük Hukuku, Türk sömürgeciliğin uluslararası açıdan en temel dayanak noktası olan Ankara ile Washington arasındaki rayları sökebilecek midir?

 

Kürtlük Hukuku – Karşılaşmalar

Kürtlük hukuku, farklı ulusların milliyetçilikleri ile yarışmaya hevesli bir ideolojik formasyon değildir. Ne ilkel ne de modern milliyetçilik teorileri ile açıklanabilir, zira Kürt aristokrasisini ve Kürt burjuva sınıfını dışlamasa da bu grupların önderlik ettiği bir mücadelenin ürünü değildir. Her milliyetçiliğin zemininde gizli olan aşk ve nefret ilişkisinin bir ürünü olarak kendini temellendirmez, bu yüzden Türk milliyetçiliğine bir karşıtlık yaratabilmek gibi bir gayesi yoktur. Fakat Kürtlük Hukuku bir karşılaşma zemini üzerinden ele alınacaksa Türklük Hukuku’nun Kuzey Kürdistan’da yaratmak istediği sömürge-yurttaş kimliğinin tam karşısında özgür-yurttaş kimliğini var etme çabası ile konumlanacaktır. İki hukukun ortak bir noktada buluşabilmesi ve birlikte yaşayabilmesi ise mümkün değildir. Çeşitli tezatlıklar üzerinden her iki hukukun doğasına dair birçok çıkarımda bulunabilir fakat dikkat çekici olan şiddet olgusunun bu karşılaşmadaki merkezi rolüdür. Türklük Hukuku’nu kuran ve koruyan Türk devletinin Kuzey Kürdistan’da uyguladığı sömürgeci şiddeti iken Kürtlük Hukuku aynı şiddetin ürünü olan yaralı bilinçlerin, neden ve nasıl bu hale geldiklerini anlama çabasıdır. Bu anlama çabasının farkına vardığı en temel gerçeklik şudur: Kuzey Kürdistan’da uygulanan devlet şiddetinin adaleti tesis etmek ya da toplumsal düzeni korumak ile hiçbir alakası yoktur, bilakis uygulanan şiddet pratikleri ile Türk sömürgeciliği için elverişli yeni bir atmosfer ve insan tipi yaratmak ya da yaratılan atmosferin ve insan tipinin kalıcılaşmasını sağlamak amaçlanmaktadır. Türk sömürgeciliğinin Kuzey Kürdistan’da yarattığı bu iklimi değiştirebilmek adına Kürtlük Hukuku kendi dilini, kendi şiddetini, kendi toplumsallığını, kendi siyasal repertuarını yaratmıştır. Fakat Kürtlük Hukuku’nun çeşitli arayışlar ve buluşmalar ile şekillenen yaklaşık yarım yüzyıllık serüvenin sonunun nasıl olacağı, binbir emekle üretilen tüm kendi-liklere rağmen, tek bir soruda saklıdır: Kürtlük Hukuku kendi mirasını yaratabilmiş midir?

 

Miras - Bir Fotoğrafın Hikayesi

11 Ağustos 2020 tarihinde Time dergisi dilbilimci ve insan hakları aktivisti Noam Chomsky ile bir söyleşi gerçekleşti. Söyleşinin son sorusu şöyleydi: “İnsanlara bırakacağınız miras hakkında ne düşünüyorsunuz? Neler yapmaya çalıştınız ve şu an neredeyiz?” Noam Chomsky’nin bu soruya verdiği cevap ise şöyleydi:

“Bir mirasım olduğunu düşünmüyorum. İlgilendiğim şey iş yapan insanlar. Çoğunun adı asla bilinmeyecek. Greensboro oturma eylemlerine katılan çocukların ismini senin de benim de söyleyemeyeceğime eminim. İşleri ileri taşıyanlar onlar. Eğer bir miras varsa bunu hayata geçirmeye çalışan insanların mirası var. En çok saygı duyduğum kişilerin isimlerini hatırlayamıyorum. Laos'ta mülteci kampındakiler. Güney Kolombiya'da paramiliter saldırılara karşı direnen ve kendilerini altın madeni açarak su kaynaklarını yok etmeye çalışan şirketlerden korumaya çalışan köylüler. Türkiye'de Kürt bölgelerinde yaşayan insanlar. Bir örnek vereceğim. Türklerin Kürtlere yaptığı baskıların zirvesi çok saldırgancaydı. 1990'lar en kötü zamanlardı. Clinton tarafından güçlü bir şekilde destekleniyordu. Clinton, baskıların daha da kötüleşmesi pahasına silah akıtıyordu. O dönemin sonuna doğru oraya gitmiştim. Bir konuşma yaptım. Kürtçe konuşamıyordunuz. Bu suçtu. Kaybolup bir daha asla görülemeyebiliyordunuz. Güvenlik görevlilerini çok kızdırmamak için temkinli davrandım. Konuşmamın sonunda büyük bir kitap tutan dört çocuk geldi ve kitabı bana verdi. Kürtçe-Türkçe sözlüğüydü. Çocuklar "Mücadele edeceğiz!" demişti. Onlara ne olduğunu bilmiyorum. Ancak dünyanın dört bir yanındaki böyle insanlar saygı duyacağınız insanlar. Olası bir miras için önemli olanlar onlar.”

Peki, Noam Chomsky’nin olası bir miras için önemli olduklarını düşündüğü bu saygı duyulması gereken çocuklar kimdi?

 

Cihat Türkan (Çiyager) ve Noam Chomsky. 14 Şubat 2002, Toplumsallaşma ve Hukuk Paneli, Amed.

 

Not: Kürtlük Hukuku kavramı üzerine yaptığı ufuk-açıcı önerilerle bu yazının şekillenmesine vesile olan sevgili Mahmut Şakar’a teşekkür ederiz.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.