'Duyarlı' bir arabesk işi: Bergen

Kültür/Sanat Haberleri —

Bergen

Bergen

  • Bergen filmi bu haliyle, acılarla dolu bir hikayeyi kullanarak, seyirciyi eğitme amacı taşıyor gibi. Hikaye, seyirciyi karşısına alıp ona parmağını sallayarak, duygusal ilişkilerde neyin yapılıp yapılmayacağı konusunda biraz ahkam kesiyor. Elbette  İstanbul Sözleşmesi vurgusu, Bergen’i tanıyıp seven ve filmi izleyen ortalama erkeği yakalayabilir.

BİLGE AKSU

Lise çağlarımda ailemin etkisinden kurtulmaya başlarken, aynı zamanda müziği de keşfetmiştim. İleri düzeyde muhafazakar bir ailede büyümenin yan etkilerinden biri de, birçok konuda akranlarından geri kalmaktı. İslami muhafazakarlığın belirli formları, müziği dahi yasaklayan yaklaşımlara sahip olduğundan, böylesi büyülü bir dünyayı keşfetmek, ancak lise yıllarıma denk düşmüştü. Çeşitli internet kafelerde, eski usül winamp programının yeşiliyle özdeşleşen türlerden en önde geleni ise arabesk olmuştu.

O dönemde esasen arabesk rüzgarı çoktan dinmiş, bu janrın kahramanları büyük ölçüde emekliliğe çekilmiş ve deneysel formlarda yeni işler yapmanın peşine düşmüştü. Müslüm Gürses, Murathan Mungan’la birlikte ‘Cihangir’ için albüm yapıyor, Orhan Gencebay artık müzikoloji alanının menziline giriyor, Ferdi Tayfur namaza başlayıp ortalıktan kayboluyor, İbrahim Tatlıses ise yalnızca magazinel yönüyle öne çıkıyordu. Öte yandan arabeske benzerliği, yalnızca icracılarının kökeni ve ses rengiyle sınırlı olan bir fantezi müzik furyası estirilmeye çalışılıyor fakat yeterli rağbeti ne yapsalar göremiyorlardı.

Toplum, 70’li yıllardaki dinamiğinde değildi. Milenyum çağına girilmiş, televizyonlar yayılmış, köyden göçenler kentlerde ev sahibi olmaya başlamıştı. Arabesk türü, artık yeni nesil sanatçıların radarına girdiği ölçüde yaşamayı sürdürüyor, genç rock gruplarının coverları yalnızca nostaljik hissiyatlar taşıyordu. Duman’ın konser performanslarının arasına iliştirdiği bazı coverlar, Ayyuka’nın arada bir selam durduğu 70’li yıllar, Grup Seksendört gibi neo-arabesk çıkışlar, yalnızca o günlerin silik hatıralarını kurcalamakla kalıyordu. Yine de arabesk, hafızaların gölgesinde yaşamaktan ötesini hep yokladı. Reha Erdem gibi bir yönetmen, Hayat Var filmiyle baştan sona arabesk bir atmosferi kurmaktan hiç çekinmediği gibi, ilerleyen yıllarda yalnızca arabesk şarkılar icra eden rock grupları görülmeye başlandı. Fairuz Derin Bulut, İstanbul Arabesque Project bunlardan bazıları.

Arabesk topluma nasıl nüfuz etti?

Peki bu arabesk denen kültür, toplumun damarlarına nasıl oldu da böylesine nüfuz etti? Bunu anlamak için birçok çalışma yapıldı. Akademiye dahi sızmayı başaran arabesk kültürünün nasıl yaygınlaştığını kısa bir özetle biz de tekrarlayalım.

Her şey 60’lı yıllarda başlayan çoklu göç dalgasıyla ortaya çıktı. İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni bir liberal ekonomi modeli benimseyen dünya, savaşın yarattığı yıkımları tamir etmek için, üçüncü dünya ülkelerini de sisteme entegre etmeye çalışıyordu. Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkeler gerekli kalkınma potansiyeline ekonomik olarak sahip olsalar dahi, yaşlı nüfuslarından ötürü demografik olarak çaresizlerdi. Bunu da Türkiye gibi fakir ve işsizliğin had safhada olduğu ülkelerden işçi transfer ederek aşmaya çalıştılar. Bu göç dalgası, yalnızca oraya gidenleri etkilemedi. Geride kalanlar için köylerinin yaşanacak tek yer olduğu algısını da yıktı. Artık Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki verimsiz topraklarda tarım yapıp devletten gelecek yardımı beklemeleri gerekmeyecekti. Batıda nasıl ki büyük iş imkanları varsa, Türkiye’de de İstanbul vardı. 

60’lar bu kültür şokunun etkisinde geçti. Başta İstanbul olmak üzere, dönemin metropol adayı kentlerine yoğun bir akım oluştu. Fakat iş, oraya varmakla bitmeyecekti. Hızla kurulan kenar mahalleler ve gecekondular, gündüz boyu türlü işlerde çalışıp ekmek parası kazanmaya çalışan yoksul kesimin, belki de ilk kez, kendi fanuslarını yaratmalarına vesile oldu. Devlet müziğe dahi el atmış ve batılı tarzda bestelerin ya da geç Osmanlı aydınlarının müzikal anlayışlarının teşvik edildiği bir yaklaşım meydana getirmişti. Bu kenar mahalleler ise köylerden şehre gelen yeni bir neslin, pek de meraklı olmadığı bu teşvikleri boşa çıkarıyordu. Akşamları evinde oturup dinlenmeye çalışan işçiler, radyolarını karıştırıp denk geldikleri halk türküleriyle teselli bulmaya çalışıyordu. Halk Edebiyatının gurbet, özlem, ayrılık, aşk temalı güfteleri en azından onların gündelik yaşantısına denk düşen duyguları barındırmasıyla diğer türlerden sıyrılıyordu.

Arabeskin halk kültürüyle olan bağını birçok noktada görebiliyoruz. Orhan Gencebay’ın Cemal Safi’si esasen halk şiiri kalıplarından pek şaşmayan güftelerle öne çıkar. Ya da yetmişli yılların efsane söz yazarı Ali Tekintüre’de de benzer bir çizgi görürüz. Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses gibi isimlerin ilk albümlerinde yoğunlaşan türkü besteleri de bunları örnekler. Henüz şehirli olamamış bir yığın insan, yüzyıllara dayanan bir geleneğe sırtını yaslamış durumdadır. 

Devletin müdahalesi

İşte yetmişli yıllarda filizlenen arabesk kültürü, adında geçen Arap ifadesinden ziyade, halk edebiyatı geleneğine daha yakın bir noktadan başlamıştır. Zamanla Erkin Koray ve İbrahim Tatlıses başta, birçok bestecinin gerçekten Arap kültürüne eğilmesiyle daha kozmopolit bir forma bürünmüştür. Fakat bu kez de devletin çeşitli aygıtlarının müdahalesiyle karşı karşıya kalarak, yeni bir mağduriyet alanı bulmuştur. Bu yıllarda TRT’de yasaklı olan sanatçılar ya siyasi eğilimleri olanlar ya da arabeskçilerdir. 

Günümüze geri dönersek, 2000’li yılların ortalarında başlayan nostaljik arabesk furyası, artık devletin yasaklayıcı ve yüz çeviren tavrından kurtularak, içi rahat bir şekilde bu nostaljiyi yaşayabilir hale geldi. Çeşitli girişimlerin ürettiği nostaljik kayıtlar kısa sürede satış listelerinin zirvesine yerleşti. Gencebay, Tatlıses, Tayfur, Gürses başta olmak üzere kıdemli arabesk vokalleri birer birer bu albümleri piyasaya sürdü ve ortaya çıkan ilgiyle biraz olsun nefes aldılar. 

Müslüm, Bergen

Fakat iş bununla kalmadı. Günün birinde bu kültürün yeni nesil bir sinema deneyimine de aktarılabileceği fark edildi. İlk olarak Müslüm gösterime girdi. Film büyük bir ilgiyle, milyonlar tarafından izlendi. Bunda hiç kuşkusuz, Müslüm Gürses’in çok da uzak olmayan bir geçmişte vefatının etkisi söz konusuydu. Ama daha çok, anlatılan hikayenin melankolik atmosferi… Urfa’dan Adana’ya, oradan da İstanbul’a uzanan Müslüm’ün hikayesi, arabesk kültürünün özünde yer alan halk edebiyatına da başarılı bir selam çakıyordu. Halkevi’nde ilk müzik eğitimini alan Müslüm’ün hocası, filmde Erkan Can tarafından canlandırılıyor ve metnin altyapısına ilişkin çok fazla doneyi seyirciye aktaran bir işlev taşıyordu. Birçok sahnede görülen Yunus Emre Divanı da nitekim, bu vurgunun bir sonucuydu. Film eleştirmenlerce hem beğenildi hem yerildi. Atmosferinin fazla ajitatif olduğu da söylendi, arabesk kültürünün çekirdeğine inebilmesiyle övüldü de. 

Feminist dalganın etkisi

Birkaç yıl geçtikten sonra, arabesk biyografisinde yoğun bir potansiyel gören yapımcılar, başka karakterlere de alan açmaya başladı. Dilberay bunlardan biriydi. Ne yazık ki onu izlemediğim için üzerinde duramayacağım. Fakat hemen ardından bir de Bergen filminin yapıldığı duyuldu. Bu heyecan vericiydi. Çünkü Bergen, 80’li yılların ‘ağır arabesk’ furyasının merkezinde yer alan ve yaşantısı da tıpkı şarkıları gibi acılarla dolu eşsiz bir karakterdi. Uğradığı şiddet, istismar ve sonucunda kurban gittiği cinayet, ortalama bir yapımcı için büyük paralar demekti. Yavaş yavaş yükselen feminist dalganın da etkisiyle bu film, elbette Müslüm kadar, hatta daha fazla ilgi görecekti. 

Gelelim filmin yorumlamasına. İlk elden, bir anlatı metni olarak Müslüm’ün yanında zayıf kalıyor bu hikaye. Hikaye diyorum çünkü, her ne kadar biyografik bir anlatım olsa da, bu tarz işlerde yönetmenin, senaristin, yapımcının ve son olarak izleyicinin duygularını esere aktarmamak imkansız. Bergen her ne kadar bu hikayeyi bizzat deneyimlemiş de olsa, ortaya çıkan film için konuşurken, anlatılan şeyin ikinci elden bir yansıma olduğunu göz ardı etmemek gerekiyor. Bu noktada olumlu ve olumsuz görüşlerim mevcut.

Filmin olumlu yanlarından biri, Müslüm’den farklı olarak hikayeyi anlatırken seyirciyi duygusal bir manipülasyona tabi tutmaması. Birçok olay, yaşandığı şekliyle ve pek de yorumlanmadan aktarılmış. Bergen’in ilk çocukluğu ve gençliğindeki müzik sevdası, eğitimli bir müzisyen oluşu ve ilk sahne deneyimlerinde bu tavırdan şaşmaması oldukça objektif bir yaklaşımla sergileniyor. Neticede Bergen, Müslüm gibi tamamıyla alt kültürden yetişen bir sanatçı değil. Babasını terk edip Ankara’ya yerleşen annesinin bilinçli hamleleriyle bir müzisyen olarak yetiştiriliyor. O yıllarda bunu yapabilmek için ekonomik olarak olmasa bile, kültürel olarak ‘orta sınıf’ olabilmek gerekiyor. Hikaye de bunu hiç eğip bükmeden bize aktarmış. Yine filmde ismi geçmese de, Halis Serbest’in tavırları ve Bergen’e yaklaşımı da oldukça başarılı şekilde yansıtılıyor. Erdal Beşikçioğlu’nun başarılı oyunculuğuyla, Farah Zeynep Abdullah’ın şahane performansları, bize yalnızca müzik dünyasında kalıcı olmak isteyen bir genç kızın idealizmini hissettiriyor. Durduk yere bozulan planlar yok, karşılaşılan engeller de. Bu açıdan kurgusal bir sinema atmosferinden uzak duruyor hikaye.

Yerele hitap edememe tehlikesi

Fakat tam bu noktada filmin olumsuz yanları da beliriyor. Seyirciyi hoş tutma çabasını öncelemediği için bu hikaye, bildik sinemasal klişeleri kullanmama kararıyla aslında tam bir sinema deneyimi yaşamamıza da mani oluyor. Bergen, hızlıca bir bar sanatçısı oluverirken, yine aynı hızla pavyon alemlerinde sahne almaya başlıyor, daha da hızla derin bir arabesk psikolojiye bürünüyor. Bu noktada geçişler epey sorunlu. 

Bir başka problem ise, böylesi bir dönem işinde, geçmiş yılların Türkiye’sine dair yeterli bir anlatımın olmaması. Yalnızca Bergen’in başından geçenlere odaklanan film, onun nasıl olup da arabesk kültürünün içinde bir divaya dönüştüğünü, onu buna zorlayan şartları ve dönemin atmosferini hiç göstermiyor. Konservatuarı birincilikle kazanmış genç bir kız, dönemin sosyolojik yapısının getirdiği şartlar altında öylece sürüklenmiş gibi duruyor. İster piyasa şartları olsun ister insanların psikolojisi, sanatçıların böylesi akımlara nasıl kapıldığını görmek hem izleyiciyi daha fazla bilgilendirecek, hem de karakterle kurduğu özdeşliği önemli ölçüde artıracaktır. Bergen, bu haliyle yerele dahi hitap edememe tehlikesi taşıyan bir yapım olmuş. Neyse ki toplumsal bellekte derin bir iz taşıdığından, sanatçının hikayesi kendi başına kitleleri sinemaya çekmeyi becermiş. 

Film bu haliyle, acılarla dolu bir hikayeyi kullanarak, seyirciyi eğitme amacı taşıyor gibi. Geleneksel anlatının romantik eserlerinde gördüğümüz ve artık görmeyi beklemediğimiz bir üslupla karşı karşıyayız. Hikaye, seyirciyi karşısına alıp ona parmağını sallayarak, duygusal ilişkilerde neyin yapılıp yapılmayacağı konusunda biraz ahkam kesiyor. Bu bağlamda fazla öne çıkan bu mesaj kaygısı film için olumsuz bir nitelik oluşturuyor.

İstanbul Sözleşmesi vurgusu

Elbette yaşadığımız coğrafyanın kadına şiddet gibi mefhumlardaki karnesi malum. Böyle olunca, bir yandan filmdeki gösterişli mesaj kaygısına laf etmek de zorlaşıyor. Özellikle kapanış kısmında verilen bilgiler ve İstanbul Sözleşmesi vurgusu, Bergen’i tanıyıp seven ve filmi izleyen ortalama erkeği yakalayabilir. Bunu da görmezden gelmek imkansız. Umarım burada alınan risk karşılığını vermiş ve sinema salonundan çıkanlarda gerekli aydınlanmayı sağlamıştır. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.