30 Yılın Öyküsü: Kardeş Türküler

Kültür/Sanat Haberleri —

Kardeş Türküler

Kardeş Türküler

  • Kardeş Türküler’in 30 yıllık yolculuğunu anlatan belgesel, aynı zamanda bir çocukluk türküsünün asıl hikâyesini hatırlattı: Yıllardır “Güssün” diye bildiğimiz, halaya takılmak için söylenen o türkü, aslında Gülsüm’e yazılmış bir ağıtmış.

BİLGE AKSU

2000 yılının ortalarında bir akşamüstü, köydeki dambaşta (teras) yere bulgur seriyoruz. Halam söyleniyor bir yandan, “2 hafta sonra düğünüm varken neden bu işlere ben koşuyorum” diyor. Babaannem oralı değil ama düğünlerinin halamla aynı gün yapılmasına karar verilmiş küçük amcam pek neşeli. Sırtından indirdiği çuvalı kilime dökerken, yorgunlukla hızlanmış nefesine uyacak ritimde yerel bir türküyü mırıldanıyor, bir yandan halama bakıyor. Güssün diye bildiğimiz bir türkü bu, çocukluğumdan beri duyuyorum. “Sen buralardan gittiğinde” diyor amcam, “tarlaları yaylaları ovaları kesikleri kim sürsün?” Halam iyice sinirleniyor, amcam ve ben gülüşüyoruz.

* * *

2008 yılı ortalarında Eskişehir’deyim, solcu arkadaşlardan öğrendiğim bir grubun şarkılarını açmışım arkaya, evi temizliyorum. Kürtçe cümleler, Ermenice ağıtlar, Roman havaları derken araya aşırı tanıdık bir ses karışıyor. Dünyanın en tuhaf enstrümanı. Sesin tek bir notada kalmadığı, titreye titreye, ine çıka geldiği tiz bir ton. Tatillerde gittiğim köyün orta yerine heykeli dikilmiş, öylesine sahiplenilmiş ve başkasına yar edilmemiş bir müzik aleti: sipsi… Kısa süreli şokumdan sonra sözlere kulak veriyorum. “Gülsüm,” diyor, “kız Gülsüm…sen buralardan gittiğinde…” Aynı dizeler ama bir kadının ağzından. Şarkı devam ettikçe, çocukluğumdan beri bir türküyü yanlış dinlediğimi fark ediyorum. Hemşehrimiz gözüyle baktığım Özay Gönlüm, bu türküyü böyle söylemezdi. Güssün, diye girerdi söze ama çok geçmeden Hurşit diye birine bağlanırdı mesele. Amcamla bir olup halama gülüşmelerimiz battıkça batıyor şimdi.

Kardeş Türküler ile 30 Yıl

Geçen hafta izleme şansına eriştiğimiz Kardeş Türküler Belgeseli ekranda dönerken salonun hepsi kendini geçmişte buldu ama benimki, işte yukarıdaki anekdottan ötürü birazcık farklıydı. Şimdi bu yazıyı buradan nasıl toparlarım bilmiyorum, deneyelim.

Kardeş Türküler ile 30 Yıl, geçmişten bugüne son derece yakından tanıdığımız bir ekibin son üretimi. Çayan Demirel ve Ayşe Çetinbaş, yıllar evvel kiminin sansür dediği, kiminin yasal sorunlar diye lafı yuvarladığı Bakur belgeselinin yasaklanmasından beri sayısız hukuksuzlukla mücadele etti. Sürela Film de bu zorunluluklar sonucu kuruldu. İKSV’nin festivalinde, gösterimine 3-4 saat kalmışken yasaklanan Bakur’un daha sonra yalnızca SineBU’da gösterilebilmesinin yanısıra, yönetmen Demirel’in yıllara yayılan dava süreci halen aklımızda. 2015’te geçirdiği üst üste rahatsızlıklardan sonra %90 engelli raporu olmasına rağmen önce 4.5 yıl, ardından bozulan kararla 2 yıl 1 ay hapis cezası verildi kendisine. Bu son belgesel de işte tüm bunlar yaşanırken hayata geçirildi. Bu sebeple aslında, Kardeş Türküler ile 20 Yıl olması gereken ismi, 30 yıla kadar uzandı.

1993’te Boğaziçi Üniversitesindeki bir grup öğrencinin bireysel inisiyatifiyle kurulan Kardeş Türküler’i, bu sayfanın okuyucularına tanıtmaya lüzum yok. Herkesin kendi zevkince üç beş şarkısını ezbere bildiği, geçmişten günümüze sınırlı kitlelere ulaşmış eserleri yeniden yorumlayan bu grubun esas önemi, yarattıkları kültürel etkiden kaynaklanıyor.

Belgesel de tam olarak bu etkiye odaklanmış. İzlerken vardığımız hisse, yalnızca bir grubun değil, Türkiye’nin 30 yılını gözden geçirmenin sonucunda varıyoruz. 90’ların ikiye bölünmüş dünyası, 2000’lerin ‘açılım’ karmaşası, 2010’ların yarım kalan demokratikleşme rüyası… Milyonlarca insanın bir sinema salonunda hiçbir yere kaçamadan duyduğu ilk Kürtçe şarkılar, ne hikmetse yediden yetmişe önem atfedilen Eurovision’a katılsınlar diye başlatılan kampanyalar… Belgesel bunları tek tek, başlık başlık işlemiyor elbette, bir kısmı kendi geçmiş deneyimlerim. Sonraları Ekşi Sözlük’te türlü faşiste ve ulusalcıya karşı inadına savunduğumuz bu grubun, Vizontele’de yahut Cennetin Krallığı’ndaki en heyecanlı sahnelerde Kürtçe ve Arapça cümlelerle peydah olması tuhaf hisler de yaratmıyor değildi. Duyduk, alıştık, sahiplendik.

2000’lerin ikinci yarısı benim çevrem için genellikle böyle geçti. O zamanlar çok sesliydik, çok kültürlüydük. Yani öyle dünyanın bütün kültürlerine, hele de yanıbaşımızda asırlardır yaşayan Kürt halkına çok aşina değildik ama merak etmekten zarar gelmiyordu. Edebilenlerimiz ediyordu. Kardeş Türküler de işte tam buraya dair bir boşluğu tamamlıyordu. Kimi solcu abiler grubun genel tarzını olumlu bulmakla birlikte, zamanında İsmail Cem’in Avrupa Ülkelerine Türkiye’yi aklamak için bu grubun CD’sini verişinden dem vuracak oluyor; başka biri verilen CD’lerden bir başkasının Koma Amed’e ait olduğunu hatırlatınca susuyordu. Tuhaf bir Türkiye resmi çiziliyordu kafamızda.

Bir söyleşide Ayşe Çetinbaş’ın belirttiği üzere, belgesel fikri 2013’te sunulmuş kendilerine. Çayan Demirel’le bunu paylaştığında tereddütsüz kabul etmiş. 97’den 2005’e uzanan bu müzikal yolculuktaki kültürel misyonu önemli ve gerekli gördükleri için girişmişler bu işe. Arşiv çalışmalarına başlamışlar. 90’ların özgür üniversiteleri, AB diretmelerinin getirdiği serbest hava, Hrant Dink’le Ermenistan’a uzanan yolculuklar, Sırrı Süreyya Önder’le Dilberay’ın atışmaları, LGBTİ+ komünitesiyle dayanışmalar, Esmeray ve elbette Gezi… Türküleri kaynağından edinen, yöre yöre gezen ve bilhassa yaşlı kadınlardan hikayeler dinleyen grup üyeleri… 2009’daki 5 No’lu Cezaevi’ni, 2006’daki 38 Belgeseli’ni çekmiş bir ekibin eline bunlar geçtiğinde ortaya çıkacak şeyi az çok tahmin edebiliyor insan.

Çayan ve Ayşe Demirel / foto:Gülcan DERELİ

“Biz aslında ne kadar kalabalıkmışız..?”

Teknik detaylara pek girmeyeceğim ama 2015’ten sonraki kısımların en dikkat çeken yanı yalnızca kısalığı değil. Grubun uzun süreden sonra 2017’de Yol albümünü çıkarıp suskunluğa gömülmesinin yanında, siyasi atmosferin korkunç dönüşümü belgeselin havasını da etkiliyor. Siyah beyaza dönen karelerde, kulakları rahatsız edecek bir bas tonuyla hem 2016’nın ve sonraki yılların unutamayacağımız haberleri yeniden önümüze konuyor hem de geçen 30 yılın yalnızca renkli, cazibeli, adeta kaşık havasında geçmediği hatırlatılıyor. Demirtaş ve Yüksekdağ’ın tutuklanmaları, kayyumlar, Suruç ve Ankara Garı katliamları, buzdolabına kaldırılan çözüm süreci, 1 Kasım seçimleri… 2000’lerin ortasına dair ne söyleniyorsa tam tersi. Fakat belgeseli kurgulayanlar, yönetenler ve yaratanlar umutsuz bir havayla ortaya çıkacak sanatsal bir çarpıcılığın peşinde değil. Normal bir kurguda Climax/Zirve diye tabir edeceğimiz noktada 2023 depremlerinden sonraki dayanışma ağı geliyor ekrana. Yerle bir olmuş Samandağ’da moral konseri veren gruptan, bütün kalabalığın gözyaşlarıyla eşlik ettiği bir Ağladıkça performansı izliyoruz. Ağladıkça dağlarımız yeşerecek, ağladıkça geceyi tutacağız.

Belgeselden sonraki söyleşiye geçmeden, fuaye alanını bir cümle dolduruyor: “Biz aslında ne kadar kalabalıkmışız..?” Cümlenin tonu soru değil, şaşkınlık. Hrant Dink’ten ve Berkin Elvan’dan beri görülen en büyük kalabalığın sebebi Sırrı Süreyya Önder’in yakınları da orada, LGBTİ+ aktivistleri de orada, Geziciler yahut Boğaziçi’nde Efrîn için lokum dağıtan küstahlara karşı çıkıp ceza alanlar da orada. Utangaç memurlar, tedirgin beyaz yakalılar, festivalleri iptal edilmiş sinemacılar, hepsi orada. Hepsinde aynı tonda, aynı cümle.

Yazıyı yazmadan önce her zamanki gibi internetin karanlık sayfalarında geziniyorum. Ekşi Sözlük örneğin, ortalığı sonradan karartan en önemli mecralardan. Bakur’un 2015’te festival sırasında yasaklanmasından saatler sonra bir tartışma çıkmış. Oraya kadar yalnızca, sitenin doğası gereği bilgi veren yahut kısmi yorum üreten profillerin arasına kimi milliyetçi/ulusalcı hesaplar karışmış. Dikkat çeken en önemli unsur, paragrafın başında kendini yeterince milletçi, devletçi bulan profillerin, yine de bu yasağa itiraz ettiği gönderiler. Özet olarak bu belgeseli kafalarına silah dayasanız izlemezlermiş ama Kültür Bakanlığı bu sansürle gereksiz yere mesele yaratmış (devlet eliyle yapılmış ilk sansür olarak niteliyorlar bu arada).

Günümüzde benzer bir girişimde bu profillerin bunları yazmayacağından neredeyse eminiz. Çünkü günümüzde Bakur’u çekmek, Bakur’u bir festivale gönderebilmek de çok zor. Bu aşamaları geçsek dahi, alacağınız tepkinin böyle gri alanlarda kalabileceğinden emin olmak zor. Dolayısıyla fuaye alanında yankılanan soru benim için şuna dönüşüyor: “Biz eskiden nasıl bu kadar kalabalıktık?”

Buna dair net bir cevap kimsede yok. Yalnızca o zamanları deneyimlemiş biri olarak, minik özel alanlarda yaratabildiğimiz bir söylem bulutundan dem vurabilirim. Sosyal medyanın alt kültür olarak süregittiği ve ana akımı belirlemeye bu denli soyunmadığı dönemlerde, elimizde yeterince direniş materyali ve çok sesliliği sunabileceğimiz unsurlar vardı. Şimdi yeniden onlara dönmek, onları yeniden yaratmak zorundayız.

Bu sırada da yeniden, bu direniş ağını ve bu söylem bulutunu oluşturan tüm tarihselliği kafamızda bir kez daha yerli yerine oturtmak için Sürela Film’in önceki işlerine bakmak zorundayız. 2006’daki Dersim 38’i Vimeo’dan, 2009’daki 5 No’lu Cezaevi’ni ve 2013’teki Dr. Şivan’ı Youtube’dan, 2015’teki Bakur’u ise bulabildiğimiz herhangi bir mecradan izlemek zorundayız. Kaybetmeye yüz tuttuğumuz şeylerin arasında tüm bunları üretebilmiş Çayan Demirel ve Ayşe Çetinbaş yok çünkü, onlar hala o söylemin, o umudun peşindeler.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.