90'ların devlet politikası hortladı

Dosya Haberleri —

boşaltılan köyler

boşaltılan köyler

Topraklarından zorla göç ettirilmeye çalışılan Kürt köylülerine yönelik yürütülen devletin ırkçı ve işkence uygulamalarını İHD Batman Şube Başkanı Avukat Ahmet Şiray ile konuştuk.

  • Son dönemlerde artan ve özellikle kırsalda kesimlerde yaşanan işkence örneklerinin önceki yıllarda olduğu bu yıl da görülmesi dikkat çekicidir. Son zamanlarda yaşanan olaylar, 90’lı yıllardaki köy yakma, köy boşaltma, kırsal kesimlerde yaşayan bölge halkına işkence uygulayarak sürgüne ve göçe zorlama yani aşina olduğumuz o karanlık döneme bir geri dönüş politikasıdır.
  • İşkenceyle mücadelede asıl mücadeleyi bölgede sivil toplum örgütleri vermektedir. Ama sivil toplum örgütlerinin her birinin ayrı ayrı çalışma yürütmesi ortaklaşmada sıkıntı yaşanması işkenceye karşı yeteri kadar bir tepki oluşturamamaktadır. Ülke ve bölgedeki tüm STK’lerin işkence ve kötü muameleye karşı ortak hareket etmesi gerekmektedir.

MEDİNE MAMEDOĞLU

Son dönemde Bakûre Kurdistan’da yoğun çatışmalar yaşanıyor. Bu çatışmalar ve operasyonlar kimi yerlerde aylar sürerken, operasyonun yaşandığı bölgedeki yurttaşlar ise yoğun hak ihlaline maruz bırakılıyor. “Güvenlik” gerekçesiyle köylülerin mallarına zarar verilirken, köylüler de işkenceyle gözaltına alınıyor ve sonra tutuklanıyor. Son iki ayda çatışmaların yaşandığı Bitlis, Gever ve Amed başta olmak üzere bu durum yaşanırken, sistematikleşen işkence vakalarının ise insansızlaştırmayı hedeflediği öngörülüyor. Kürt köylülerine yönelik yürütülen ırkçılığı ve işkenceyi İnsan Hakları Derneği (İHD) Batman Şube Başkanı Avukat Ahmet Şiray ile konuştuk.

Son dönemde Bitlis ve Silvan’da yaşanan askeri operasyonlarda, çatışma bölgesine yakın yerdeki köylerde yurttaşlar darp edilerek ve işkence edilerek gözaltına alındı. Yaşanan bu süreçte sivil yurttaşlar üzerinde yürütülen baskı ve korkutma politikasının nedenleri nelerdir?

Son dönemlerde artan ve özellikle kırsalda kesimlerde yaşanan işkence örneklerinin önceki yıllarda olduğu bu yıl da görülmesi dikkat çekicidir. Bu tür olaylar yetkililer tarafından kabul edilmediği için işkence iddialarının soruşturulması ve sorumluların cezalandırılması mümkün olamamaktadır. Aslında bugün yaşadığımız ve tanık olduğumuz anti hukuk ve antidemokratik koşullara çok yabancı değiliz. Bölge ve bölge halkı üzerindeki baskı, sindirme ve korku yaratma politikaları on yıllardır süregelen bir durum. İşkence ve kötü muamele, demokrasiden, hukuk devleti ilkesinden uzaklaşan her devletin sarıldığı en ilkel yöntemlerden biridir. Hatta ilkidir. Son zamanlarda yaşanan olaylar, 90’lı yıllardaki köy yakma, köy boşaltma, kırsal kesimlerde yaşayan bölge halkına işkence uygulayarak sürgüne ve göçe zorlama yani aşina olduğumuz o karanlık döneme bir geri dönüş politikasıdır. Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, anayasası ve kanunları işkenceyi ve kötü muameleyi yasaklamaktadır. Peki, bu yasağa rağmen neden hala işkence ve kötü muamelenin varlığından söz ediyoruz? 

Burada devletin bir ikinci politikası olan cezasızlık politikası devreye giriyor. Her yapılan hukuka aykırı hareket bir şekilde devlet ve hukuk sistemi tarafından ya örtbas ediliyor ya da faillerin cezalandırılmaması için bir kılıf bulunuyor. Kolluk güçlerinin görevi şiddet değil şiddetle mücadele etmekken geldiğimiz noktada kolluğun ismi sürekli bu tür olaylarla anılıyor. Asıl acı olan bu gerçekliğin yeterince bilinmemesi, bilinse bile konuşulmamasıdır. Aslında devletin işkenceyi ve kötü muameleyi önlemek için caydırıcı bir politikası yok. Bu da arkasında devleti gören, kendini devlet sanan her devlet görevlisinin çok kolay başvuracağı bir yol haline gelmektedir. Kısaca son dönemde yaşanan olayların asıl amacı bölge halkını hukuk dışı uygulamalarla kırsal kesimlerden uzaklaştırmak ve çatışmaların yaşanacağı veya yaşanma olasılığının olduğu alanları insansızlaştırmaktır. Yaşanan çatışmalı süreçten dolayı bölge halkına karşı bir kin mevcut ve kin her gelen hükümet tarafından diri tutulmaktadır.  90’lı yıllarda bölgede yaşanan hak ihlallerinin neredeyse tamamında Türkiye, AİHM önünde suçlu bulundu ve ciddi tazminatlar ödemek zorunda kaldı. Neden ders çıkarılmadı diye sorarsanız bunun temel sebebi hukuk sisteminin ağır işlenmesi hükümetlerin günü kurtarma adına bir can simidi olmasıdır.

Köylerde yaşanan bu hak ihlalleri siyasi süreçten bağımsız ele alınabilir mi? Bu örneklerin özellikle 90’lı yıllarda boşaltılan kırsal köylerde yaşanması tesadüf müdür?

Ülkede var olan sistem hiçbir zaman değişmedi. Yeri geldiğinde siyasal iktidarların çıkarları doğrultusunda hak ihlallerinde düşüş yaşandı yeri geldiğinde ise toplumu baskılamak için şiddet ve ihlallerin dozu arttırıldı. Aslında Dersim’de, Maraş’ta, Digor’da, 90’lı yıllarda, Roboski’de ve nicelerinde amaçlanan hedef hep aynıydı. O gün var olan sistem şuanda da olduğu gibi devam ediyor. Amaç hep aynıydı; tehdit olarak gördüğü unsurları ortadan kaldırmak. Devletin hukuk sistemi, tüm eksiklerine rağmen var olan yasa ve kanunlarla uygulanırsa hak ihlalleri konusunda ilk sıralarda olan Türkiye’nin hak ihlalleri karnesindeki ihlaller yüzde 60-70 azalacaktır. Tabi kanunların her zaman uygulanması siyasal iktidarların işine gelmeyebilir. Çünkü yeri geldiğinde siyasal iktidarlar ayrıştırıcı ve baskıcı politikalar sonucunda ayakta kalır. Peki, bu politikaların amacı nedir? Bilindiği üzere ülkede var olan ekonomik ve siyasal krizin özellikle milliyetçi kesimleri memnun ederek ikinci plana atılması amaçlanmak istenmektedir. Bu politikaların bu şekilde artması, son dönemlerde bölge halkının bu denli hukuk dışı uygulamalarla karşı karşıya kalması, Kürt dilinin, Kürt kimliğinin ve varlığının inkârı sonucu bölgenin sandıklarda iktidar açısından beklenen sonucun alınmamasının intikamı olma olasılığı da mevcut. Bununla birlikte kutuplaştırılan toplumun özellikle ırkçı kesimlerin önümüzdeki yerel yönetimler seçimlerinde ciddi bir kopuş yaşanmasının engellenmek istenmesi de ihtimal dâhilindedir.

Bunun yanı sıra hukuksal ve insani anlamda bu ihlallerin bir karşılığı var mıdır? Uluslararası örgütlerin buna dair bir yaptırımı var mıdır? Buna dair insan hakları örgütleri ve yargıya nasıl bir sorumluluk düşüyor?

Uluslararası insan hakları örgütlerinin verileri, halen neredeyse dünyanın tamamında işkence ve kötü muamele uygulamaları sürdüğünü göstermektedir. Onlarca ülkede ise işkence uygulamaları ölümle sonuçlanmaktadır. Uluslararası veriler, işkencenin sadece askeri diktatörlüklerde ve otoriter rejimlerde değil demokratik olarak tanımlanan ülkelerde de uygulandığını göstermektedir.  Birleşmiş Milletler İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Küçültücü Muamele ve Cezaya Karşı Sözleşmesini Türkiye 25 Ocak 1988 tarihinde imzalamış ve 29 Nisan 1988 tarihinde ise yürürlüğe girmiştir. Taraf olunan sözleşmeden günümüze on binlerce birey işkenceye maruz kaldı ve yüzlerce insan işkence koşullarında yaşamını yitirdi. Faillere karşı ise caydırıcı herhangi bir cezai işlem uygulanmadı. 

Devlet, İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 2’nci maddesinde yer alan “Ne savaş, ne iç istikrarsızlık koşulları, ne de başka herhangi bir olağanüstü durum işkenceyi haklı çıkaran bir gerekçe olamaz” hükmünü geçen 35 yıllık süreçte sayısız kez hiçe saydı. Gerekçe olarak da sürekli “terörizme karşı verilen mücadele ve ulusal güvenliğin tehdit altında olduğunu” öne sürdü. Devletin bu düşünce sistematiği maalesef bağımsız ve tarafsız olması gereken yargıya da sirayet ediyor. Şöyle ki; işkence iddiaları karşısında hazırlık soruşturmaları kolluk görevlileri tarafından yürütülmektedir. Aslında kolluğa karşı yürütülen soruşturmaların yine kolluk tarafından yürütülmesi son derece yanlış bir uygulamadır. Kolluk soruşturma sürecinde gerekli işlemleri yapmamakta ve delilleri toplamamaktadır. Savcılar, çoğunlukla öne sürülen işkence iddialarını ya da dosyada var olan delilleri dikkate alarak işlem yapmamakta, ayrıca yazılı başvuru istemektedir. Mahkemeler ise, yargılama sırasında işkence iddiası ya da bulgusu ile karşılaştıklarında, olaya ilgisiz kalmakta, işkence ile ilgili olarak savcılıklara suç duyurusunda bulunma gereği duymamaktadırlar. Tüm bunlar işkencecilerin cezasız kalması sonucunu doğurmaktadır.

Son olarak bölgede bulunan STK’ler ve barolar halkın yanında olmak için nasıl adımlar atmalı? Yaşanan işkenceyi yerinde inceleyip, rapor haline getirmek için nasıl çalışmalar yürütmelidir? 

Uzun zamana yayılan yargılamalar, mevzuatın uygulanmasında ve yorumunda adli makamların adil davranma sorumluluklarını yerine getirmemesi, işkence faillerinin cezasız kalmasının bir başka nedenidir. İşkenceyle mücadelede asıl mücadeleyi bölgede Sivil Toplum Örgütleri vermektedir. Ama sivil toplum örgütlerinin her birinin ayrı ayrı çalışma yürütmesi ortaklaşmada sıkıntı yaşanması işkenceye karşı yeteri kadar bir tepki oluşturamamaktadır. Ülke ve bölgedeki tüm STK’lerin işkence ve kötü muameleye karşı ortak hareket etmesi gerekmektedir. STK’lerin asıl üzerinde durması gereken husus, cezasızlığa yol açan tüm yasa, genelge ve yönetmelikler gözden geçirilerek bir bütünlük ve tutarlılık içinde değiştirilmesini, yapılan yasal iyileştirmelerin uygulanabilmesi için çalışması yürütmesi gerekmektedir.

***

5 kişi tutuklandı, onlarca gözaltı ve işkence…

Bölgede iki ayda operasyon bölgesinde basına yansıyan hak ihlallerine bakalım. Bitlis, Gever ve Amed’de çatışma alanlarında yaşanan hak ihlalleri ve işkence vakalarından bazıları şunlar;

*Temmuz ayında Gever’in Tiloran’a Jêr ve Tiloran’a Jor köylerine bağlı Sipêrêz Dağında başlatılan askeri operasyon sonrası Berivan kadınların yaylaya çıkıp koyun sağması engellendi. Yine Şiyar Demir adlı bir çoban ise zorla operasyon bölgesine götürüldü. Günlerce kendisinden haber alınamayan çoban olayın basına yansımasının ardından serbest bırakıldı.

*Bitlis’in Hizan ilçesinde 2 Temmuz günü başlatılan askeri operasyonlar bir ay sürdü. Bir ay içerisinde köylülerin evleri ve bahçeleri havadan bombardımanda zarar görürken, köylüler hayvanlarını günlerde su içmeye ve otlatmaya çıkaramadı. Yine sokağa çıkma yasağının ilan edildiği günlerde çatışmaların yaşandığı Xelapur (Yolbilen) köyünde askerlerin getirdiği iş makineleri köylülerin bahçesini talan etti. Yüzlerce ağaç kesilirken, köylülerin büyük emek verdiği bostanlar ise kullanılamaz hale geldi. Çatışmaların ardından Xelapur köyünde gözaltına iki kişi ise tutuklanarak cezaevine gönderildi.

*Ağustos ayında Bitlis’in Tatvan ilçesine bağlı Peyindas (Söğütlü) köyünde başlatılan askeri operasyonlarda köy günlerce ablukaya alındı. Köye giriş ve çıkışlar yasaklandı. Evlerinden çıkamayan köylülerin koyunları telef olurken, köylülerin evlerinde yapılan aramalarda ahırlara sis bombası atıldı. Yine köyde bulunan kadınlar saatlerce güneş altında bekletilerek su içmelerine dahi izin verilmedi. Köyde operasyon günü işkenceyle gözaltına alınan Kerem Avras ile birlikte 7 kişi daha gözaltına alındı. 5 gün gözaltında tutulan köylülerden 3’ü “Yardım ve yataklık” iddiasıyla tutuklanarak cezaevine gönderildi.

*Son olarak iki gün önce Silvan’ın Bamedyan (Yuva) köyünde başlatılan askeri operasyon saatler sürdü, bu operasyonda sivil yurttaşların yaşadığı bölge saatler tarandı. Operasyon bölgesine yakın yerde çadırları bulunan bir koçer ailenin ise çadırı yakıldı. Çadırları yakıldıktan sonra aileden aralarında bir kadının da olduğu 5 kişi işkenceyle gözaltına alındı. Çadırda bulunan 9 yaşında ki bir çocuk ise gözaltına alındıktan sonra serbest bırakıldı. Koçer aileye yapılan işkence askerlerin kullandığı hesaplar tarafından paylaşılırken, fotoğraflarda ailenin tank önünde soyularak işkenceye maruz bırakıldığı görüldü.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.