Batı’nın kadına yönelik şiddetle sınavı

Nevra AKDEMİR yazdı —

  • Şiddeti uzaklarda ve sanki geçmişte kalmış gibi düşünülen yerlerde aramaya gerek yok. Dahası bugünün modern toplumunun farklı ve eşit olduğuna inanmamız için bir gerekçemiz de yok.

Kadına yönelik şiddet derken, gözler hep Avrupa ve Batı olarak kabul edilmeyen coğrafyalara veya bu bölgelerden gelen göçmenlere çevriliyor. Ancak şiddeti uzaklarda ve sanki geçmişte kalmış gibi düşünülen yerlerde aramaya gerek yok. Dahası bugünün modern toplumunun farklı ve eşit olduğuna inanmamız için bir gerekçemiz de yok. 

Örneğin Almanya’ya bakalım: Christine Fleischmann’ın Tagesspiegel’de çıkan yazısına göre, 2021 yılında Almanya’da 113 kadın öldürülmüş, 192 defa yaralamaya veya öldürmeye teşebbüs eylemi yaşanmış. Eski eşler ve hali hazırdaki partnerler tarafından işlenmiş bu cinayetler. 109 kadın öldürülmüş, sadece 4 erkek eski / hali hazırdaki eşi tarafından cinayete kurban gitmiş. Portekiz’de her yıl 33 kadın öldürülüyormuş. Fransa’da ise 2018 verilerine göre 101 kadının eşleri veya eski eşleri tarafından öldürüldüğünü hatırlayalım. Korona salgını deneyile evlere kapandığımız dönemde, artan şiddet vakalarıyla baş etmek için herkese sorumluluk yükleyen kampanya başlatmıştı iktidar Fransa’da. Yine İspanya ve Britanya’da benzer süreçleri görmüştük. 

Polislerin vakalar karşısında umursamaz tavırları, cinayetlerin neredeyse erkekleri aklayacak şekilde kayıtlara geçirilmesi, aileler veya mahalle tarafından görmezden gelinmesi kadınların yaşadığı kabusun ölçeğini ifade etmek için yetersiz elbette. Daha beteri ise medyanın dili. Sadakatsizlik veya cinsel ahlaksızlık gibi sıfatların kadınlar için ölen kadınlar için yaygınca kullanılması sizi şaşırtmayacaktır. Pek çok Avrupa ülkesinde, yaygın olarak cinayet haberleri medyada ya kıskançlık eylemi ya da aile dramı olarak nitelendirilmiş olmasının istisna olmasını umuyor insan, bizlere daha tanıdık gelecek olan namus cinayetini andırır şekilde; ancak durum böyle değil. Bu dilin cinayet işleyen erkeklerin suç olan fiillerini aklamaya yaradığını pek çok davada aldıkları ceza indirimleri sayesinde gördük. Erkeklerin kendilerine hak gördükleri şiddet, kadınların arzularını, hayatlarını, emeklerini, bedenlerini sömürmeye de imkan veriyordu. Erkeklerin egemen olduğu bu sistemde, şiddet görünmez hale geldikçe, tahakküm ve baskı normalleşiyor, kadınların ne ismi ne emeği ne de varlığı görünür hale geliyor ve giderek değersizleşiyor. Bunun ekonomik yansımalarını eş değer işlerde cinsiyetler arası ücret farklarında görebiliyoruz. Kadınların çocuk, yaşlı ebeveyn bakımı veya ev işlerinden dolayı ekonomik bağımsızlıklarını yitirdiklerinde, çaresizce şiddeti kabullenmelerinde ve kimliklerinin silikleşmesinde görebiliyoruz. Kamusal alanlarda daha az görünmelerinde veya politik taleplerde kadınların ve LGBTİ+’ların özgül varlıklarının düşünülmemesinde görebiliyoruz.

Halbuki şiddet biçimleri daha da farklılaşıyor ve genişliyor. Erkeklerin şiddet üzerinden yarattığı ittifak da öyle. ABD’de kürtaj yasaklarından bahsetmek ile İstanbul sözleşmesinden çekilme gündemini politik hedef haline getirmek, kadınların belirli iş kollarında düşük ücretler almasını veya varlık göstermemesini normal karşılamak ve hatta kadınların politik taleplerini sonraya ertelemek aynı suç ittifakının farklı parçalarını oluşturuyor; muhafazakar piyasacı çerçevenin de dinamosunu ateşliyor.

Iran’daki protestolarda atılan (Jin, Jiyan, Azadî) kadın, yaşam, özgürlük  slogana bakalım: kadınlar, onların bedenleri üzerinde tahakküm kuran molla rejimini, iktidarın tüm şiddet tekelini elinde tutmasına rağmen, inkar edilemez şekilde eylemleriyle ve direnişleriyle sarstı. Kadınlar reform değil, devrim istiyor. Kadınların tüm eylem ve sokak direnişlerinde öne çıkan varlığı, eylemin biçimini de taleplerini de şekillendiriyor. İran’da rejimin topyekün uyguladığı baskı, Avrupa ve Batı’nın oryantalist bakış açısıyla kabul edilemez iken, kendileri yaşadığı bölgelerdeki erkek şiddetine kör veya göçmenleri kriminalize ederek tavır alıyorlar. 

Örneğin Güney Kore veya Hindistan’da kadına yönelik şiddet, özellikle de cinsel şiddetin cezası oldukça yüksek iken, toplumsal olarak eşitlenmede ayak direyen ittifakla bu cezaların caydırıcılığı yetersizleşebiliyor. Erkekler güçleriyle ters orantılı olarak suç olan fiilleri nedeniyle cezalandırılırken kadınların tanınırlıkları veya temsiliyetleri ayrıca bir cezaya dönüşebiliyor. Kadınların hayatları, kolayca her ayrıntısına kadar medyada dedikodu malzemesi veya yargıya hazır hikayeleri kurmanın aracı olarak kullanılırken, erkeklerin itibarlarının önünde tüm kurumlarıyla iktidarların durduğunu görüyoruz. 

Kadın mücadelesinin ittifakları da sertliği de ansızın yankılanan açık sözlülüğü de buradan geliyor. En yakınlarımızla mücadele ederek geçtiğimiz sınavlarının diploması gibi bedenimiz veya hayatımız. Kadınlar ve LGBTİ+ mücadelesinin içinden geçenler için politika hayatın tamamı, bu yüzden sokakta, meydanlarda, evlerde, işyerlerinde veya kürsülerde doğalında söylenen her cümle, birbirini tamamlıyor. Kadın eril şiddetle mücadelesi, bir reklam malzemesi veya oyun değil; sadece devlet veya tanımadığımız bir takım psikopatlara karşı verdiğimiz bir mücadele de değil; acı bir geçmişe ait de değil; uzak bölgelere hapsolmuş değil… tam bugün burada, her ne yapıyorsak taa göbeğinde, hayatlarımızla ve bedenlerimizin her hücresinde verdiğimiz ve vereceğimiz bir mücadele. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.