Bifo: Firar edin!
Kültür/Sanat Haberleri —

Franco Berardi (Bifo)
- Pandemiden çıktığımızda yalnızlığımızın mutlak olduğunu gördük. Gençler için gelecek yalnızlıktır. Bir genci dijital hapishaneden çıkaramazsınız. Konuşmayı annesinden çok bir makineden öğrenmiş bir nesil “yeniden eğitilemez”, “iyileştirilemez.”
- Bu nedenle “insan deneyiminin sona erdiğini” söylüyorum. Peki o zaman ne yapmalı? Her şeyi bırakın; firar edin; terk edin; uzaklaşın; çocuk yapmayı bırakın: Geleceğin gerçek siyaseti budur.
JULİUS GEVROCHE / Çeviri: Tijda YAĞMUR
Gençliğinden beri “Bifo” olarak tanınan İtalyan Franco Berardi, son yıllarda sol düşüncenin önemli isimlerinden biri oldu. 1968 Mayıs’ında Bologna Üniversitesi’ndeki öğrenci ayaklanmasına katıldı. O dönem “Toni” Negri gibi isimlerle birlikte parlamentodışı Potere Operaio grubunun bir parçasıydı. Bu isyankâr yıllarda A/traverse dergisini kurdu ve korsan radyo istasyonu Alice’te yer aldı. Kitaplarında, ortodoks Marksizmin kalıplarının dışına çıkarak, örneğin, sanayi sonrası kapitalist toplum eleştirisinde psikanalizin kavram ve öğretilerine de başvurdu.
Son kitabı Disertate ("Firar", 2023), gençler arasında görülen depresyon “dalgasını” aşırı çalışma ve iklim kriziyle sarmalanmış bir dünyanın semptomu olarak tanımlıyor. “Bifo”ya göre bu kaos ve acı karşısında gençlerin tepkisi “firar” yani çekilme, vazgeçme; sanki neşe ancak “yıkıntılar” arasında bulunabilirmiş gibi.
Bugün 75 yaşında olan Franco Berardi artık umut taşımıyor. Onunla, Futurability: The Age of Impotence and the Horizon of Possibility (2017) kitabının yakın zamanda yayımlanan Portekizce baskısı vesilesiyle konuştuk.
Futurability bilişsel işçilere bir çağrıyla sona eriyor. O kitapta bir miktar umut vardı, ama siz şimdiden umudunuzu kaybettiğinizi söylediniz. Neden?
Futurability, bir bakıma, alternatif bir ihtimali önerdiğim son kitaptı. Pandemiden, pandeminin getirdiği yanılsamadan ve soykırımın dünya tarihine geri dönüşünden önceydi.
Biliyorum, söyleyeceklerim bir perspektif açmıyor; ama inanmadığım şeyler söyleyip yalan mı söyleyeyim, yoksa gerçeği mi? Gerçek, kısaca, şu: insan deneyimi sona erdi.
İnsan deneyimi nedir?
Modernitenin merkezinde şu fikir yer alır: içgüdülerin ve hayvani dürtülerin doğrudanlığı, dil, akıl ve hukuk aracılığıyla dizginlenebilir. Yani akıl ve uygarlık, barbarlığı kontrol altına alabilir. [Ancak tarih ve bugün bize bunun böyle olmadığını gösteriyor.] Kurbanların bile cellada dönüşmek zorunda kalması — İsrail’in, geçmişte zulmün en büyük mağdurlarından biri olmasına rağmen, bir Nazi entiteye dönüşmesiyle öğrendiğim ders bu. Akdeniz kıyılarında, Gazze sahillerinde ve Akdeniz havzasındaki yüzlerce toplama kampında Auschwitz’i yeniden gördüğümde aldığım ders bu.
Gazze’deki dehşeti diğer çatışmalardan farklı kılan nedir?
50 yıl önce, 25 yaşındayken, Vietnam’da soykırıma benzeyen kirli bir savaşa tanık oldum. Ama o zaman, Vietnam Savaşı’nı olası bir geleceğin başlangıcı olarak algılıyorduk. Vietkong direnişi emperyalist saldırganlığı yenilgiye uğrattığında yeni bir olasılık gördüğümüzü düşünüyorduk… Yanılmışız. Vietkong insanlık için bir umut değildi. Ama biz, milyonlarca insan gibi, orada geleceğe dair bir ihtimal görmüştük.
Bugün ise asıl yenilik şu: yeni nesil, yaşadığımız dünyada soykırımın hüküm sürdüğünün bilincinde. Gazze’ye baktığımızda, Kuzey ile Güney arasındaki sınırda her yerde süregiden bir soykırımın (Myanmar’dan Sudan’a ya da Akdeniz’de her gün İtalya faşistleri tarafından öldürülen göçmenlere kadar) sembolüne bakıyoruz.
"No Future" eserini, 2010 yılında İngiltere'nin Bristol şehrinde, Stokes Croft bölgesindeki bir duvara çizdi.
Futurability’de mevcut gerçekliğin içinde saklı, açığa çıkarılmaya elverişli başka olası gelecekler olduğunu savunmuştunuz. Şimdi yaptığınız gibi umudu terk etmek tehlikeli değil mi?
Futurability, emek ve toplumsal faaliyet üzerine materyalist bir analizle ilgiliydi. Bu nedenle, son bölümde, Donald Trump’ın zaferine ve “Brexit”e rağmen bir olasılık vardı. Bir umut değil, bir olasılık: Bilişsel işçiler arasında dayanışma yoluyla dönüşüm için ortak bir zemin yaratma olasılığı.
Bu fikir 2011’deki Occupy hareketinde de mevcuttu; 1968’deki hareketin de bir parçasıydı -emperyalizm ve kapitalizme karşı entelektüel işçilerin hareketi.
Pandemi, yeni neslin tarihinde zaten yazılı olan bir eğilimi hızlandırdı: Yalnızlık, sosyal mesafe, başkasının bedeninden duyulan korku. İşte bu, dayanışmayı imkânsız hale getiren antropolojik ve psikolojik dönüşümdür. Pandemiden çıktığımızda yalnızlığımızın mutlak olduğunu gördük. Yalnızlık, dijital neslin yaşamının belirleyici özelliğidir.
Özellikle gençlerle çalıştım ve gördüğüm şu: onlar için gelecek yalnızlıktır. Gelecekte dayanışmayı hayal ettirecek hiçbir şey yok. Bu nedenle “insan deneyiminin sona erdiğini” söylüyorum.
Gelecek için umudumu yitirdiğimi söylemekte haklısınız. Ama yanıtım şu: umut artık tehlikeli. Önemli olan, gelecekte insan olma imkânımızın olmadığının bilincinde olmamız. Peki o zaman ne yapmalı? Son kitabımın adı Disertate [Firar, 2024]. Her şeyi bırakın; firar edin; terk edin; uzaklaşın; çocuk yapmayı bırakın: geleceğin gerçek siyaseti budur.
Yine de son yıllarda bazı tepkisel hareketlere tanık olduk. Örneğin, haftada bir günü dijital teknolojileri çok az ya da hiç kullanmadan geçiren gençlerin “dijital şabat” uygulamalarını gördük. Adolescence dizisi ve Jonathan Haidt’ın The Anxious Generation kitabı gibi işler de önemli tartışmalar yarattı. Teknolojinin hayatımız — özellikle de gençlerin hayatı — üzerindeki etkilerine dair daha büyük bir farkındalık yok mu?
Evet, ama artık çok geç. Mesele şu: hiçbir kültürel kampanya, hiçbir psikolojik terapi zihnin temel programlamasını değiştiremez. Konuşmayı annesinden çok bir makineden öğrenmiş bir nesil “yeniden eğitilemez”, “iyileştirilemez”. Bir genci dijital hapishaneden çıkaramazsınız, çünkü bildikleri tek dünya odur; zihinleri bu tür bir uyarana, bu paradigmaya göre biçimlenmiştir.
Teknoloji ve çağdaş yaşamı yöneten artan otomasyonların (ekonomiden siyasete) sizin “iktidarsızlık çağı” dediğiniz duruma katkıda bulunduğunu savunuyorsunuz. Bundan nasıl çıkabiliriz?
İktidarsızlık, son on yıllarda küresel siyasi yaşamın tanımlayıcı özelliğidir. Solun, işçilerin siyasi yenilgisi, esasen finans ile toplum arasındaki otomatik ilişkiye bağlıdır. 2015’te Yunanistan’da olanlara bakmak yeterli. Yunan halkının %61’i mali yardım [kurtarma] memorandumuna karşı oy verdi. Ama sonunda Alexis Tsipras boyun eğmek zorunda kaldı, çünkü bu imkânsızdı; finansal otomasyon demokrasiyi tamamen yok etti. Finansın hükümetlerin siyasi ve ekonomik kararlarını dikte ettiği bir yerde demokrasi bir fars, var olmayan bir şeydir.
Bugünün insanı, entelektüel, cinsel ve siyasi açıdan iktidarsızdır. İnsanlığın elinde kalan tek güç, atom bombasıdır. “İktidar” dediğimiz şey, teknoloji ve silahların yoğunlaşmasından ibarettir.
İlk kitabınızın adı Contro il lavoro (1970), yani “çalışmaya karşı”. O zamanlar teknolojinin insanlığın müttefiki olacağına — örneğin, çalışmadan kurtuluş sağlayacağına — inanıyordunuz. Ne ters gitti?
Birçok şey ters gitti. İlk ters giden — hem de çok ters — sözde soldur. Devrimcilerin odağı toplumsal özerklik yerine hep siyasi iktidar oldu. Teknoloji, kendi başına yalnızca bir olasılıktır; ama sol, teknolojinin işlevini ve potansiyelini tamamen yanlış yorumladı. 20. yüzyılın başından itibaren komünistler teknolojiyi sadece bir araç seviyesine indirdiler.
Son 50 yılda, elektronik ve dijital dönüşüm çağında, sendikalar teknolojiyi bir olasılık olarak düşünmek yerine düşman olarak gördü.
“Çalışmayı reddedin” dediğimizde kastımız şuydu: Teknolojik değişimi benimseyelim ve aynı zamanda çalışma saatlerini kısaltmak için mücadele edelim. Oysa sendikalar ve genel olarak sol, bunu böyle görmek yerine, teknolojinin işleri ortadan kaldıracağı kaygısına odaklandı ve ‘teknolojiye karşı işleri korumak gerekir’ dedi.
Bugüne kadar yapay zekâ çalışma saatlerinin azalmasına yol açmadı. Sorun teknoloji değil; sosyal hedefleri, toplumsal arzuları yeniden tanımlama konusundaki antropolojik ve kültürel yetersizlik. Oysa tutumluluk (“daha az çalışalım, daha sade yaşayalım” gibi bir toplumsal hedef) işçi hareketi tarafından hiçbir zaman ciddi şekilde gündeme alınmadı.
Depresyondan sıkça bahsediyorsunuz ve klinik bir kavramı kapitalist toplumun bütünü için uyguluyorsunuz.
Psikiyatristler, gençlerin depresyonda olduğunu söylüyor. Psikiyatrik semptomoloji açısından bu doğru. Ama burada daha fazlasını anlamamız gerektiğini düşünüyorum: gençler gerçeği görüyor.
Önemli bir psikolog olan James Hillman, depresyonun ölüme ve insani kırılganlığa dair hakikate en yakın nokta olduğunu söyler. Buna göre depresyon yalnızca patoloji açısından anlaşılmamalıdır. Elbette devasa bir terapötik sorun olduğunu kabul ediyorum, ama depresyonu anlamanın başka bir düzeyi daha var. Depresyon bir bilme, bir anlama biçimidir. Gençler bugüne, geleceğe bakıyor ve insanlığın bir geleceği olmadığını anlıyor. Ne aşk var, ne seks, ne haz, ne saygı, ne de solunabilir hava. Peki, nasıl depresyona girmesinler? Ben buna depresyon demiyorum; buna “firar” diyorum. Firar, çıkışın olmadığını anlamaktır ve yapabileceğimiz tek şey, insan türünün yok oluşu karşısında dayanışma içinde yaşamaktır.
Ama bu “firardan” olumlu bir şey çıkamaz mı?
Umarım firar edenler arasında bir neşe kültürü oluşur. Firar etmeye mecburuz. “Savaş” kelimesini, “vahşet” kelimesini terk etmeye mecburuz. Bu neslin, hayatlarını neşeyle düşünmeye hakkı var. Benim şimdim mutlu çünkü insanlığa borçlu olduğum hiçbir şey yok. İnsanlık sona erdi, ama ben hâlâ yaşıyorum.
2008’de Barack Obama’nın seçilmesi size biraz cesaret vermişti. Ve New York’ta Demokrat Parti ön seçimlerini kazanan Zohran Mamdani’nin başarısı, sosyalizmden söz etmenin neredeyse tabu olduğu bir ülkede Bernie Sanders gibi birinin popülerliği?
İnsani alanlar yaratmaya yönelik tüm çabaların olumlu karşılanması gerektiğine inanıyorum. Zohran Mamdani’yi seviyorum, ama başarılı olma şansı olmadığını biliyorum.
Son 10-15 yılda, sık sık soldan yeni bir şey bekledik — 2015’te Yunanistan’da, Jeremy Corbyn’le, Sanders’la. Bu coşku güzel, ben de paylaşıyorum; ama aptal değilim, sonsuza dek yenildiğimizi biliyorum! “Sol” kelimesinin hiçbir anlamı yok. Mesele bu. Faşizme karşı birlikte olmanın sevincini paylaşıyorum. Ancak biliyorum ki bu geçici sevincin ötesine geçmeli ve insanlığın içinde bulunduğu bu ıstıraba gömülü olmaktan çıkmanın koşullarını yaratmalıyız. Bir filozof olarak görevim bir strateji bulmak değil; anlamaktır. Ve anladığım şu: insanlık bu yüzyıldan sağ çıkamayacak. Bu çöküş sürecinde neşe ve dayanışma koşullarını yaratmalıyız.
Kaynak : https://autonomies.org/2025/08/franco-bifo-berardi-humanity-will-not-survive-this-century/















