‘Bizlerin tarihi o birkaç satır içinde’

Kültür/Sanat Haberleri —

REWSAN APAYDIN

REWSAN APAYDIN

  • Türkiye tiyatrosunu incelediğimizde daha özel bir durum da var. Çünkü bu tiyatro tarihsel olarak var olduğu andan itibaren, bu tarih içinde Kürtler ve birçok halk var; bu halkların sanatı ve tiyatrosu da var. Ancak bu daha çok Türk sanatına ve tiyatrosuna mâl edilmiş gibi duruyor.

Zabel MİRKAN

Rewşan Apaydın’ın işlerini bir şekilde takip etsem de Yeni Yaşam Gazetesi için yazdığı “90’ların cesur performansçısı: Jujin” yazısıyla daha yakından takip etmeye başladım. Rewşan Apaydın bu yazısında, 90’lı yıllarda gerçekleşen bir performanstan ve performansın öznesi Jûjîn’den bahsediyordu: “90’larda Kürtçe takma isimle çıplak ve kanayan bir kadın bedenini performansıyla tasvir eden Jujin, sahneyi polisin basmasıyla ortadan kayboluyor. Jujin’in bu performansı  ‘90’ların en şiddetli işi’ olarak kayda geçiyor.”

Sonrasında Apaydın’ın diğer yazılarını ve kendisine “dert” edindiği diğer şeyleri okudum. Kazı yapıyordu Rewşan. Sanat tarihi boyunca gölgede bırakılmaya zorlanan ve isimleri çok da duyulmayan kadın sanatçıların Kürt olanlarıyla, yani daha fazla yok ediciliğe maruz kalmış olanlarla ilgileniyordu. Yıllar öncesine gidip, okumalarında sadece birkaç satırda kendilerinden bahsedilen Kürt kadınların hikâyelerini yazıyor, onlara itibarlarını iade ediyordu.

Aynı zamanda tiyatro eleştirmeni de olan Rewşan Apaydın, Gölge Tiyatro Topluluğu’yla çalışmalarına devam ediyor. Bugüne dek asistanlık, ışık ve teknik işler de yaptığı sanat dalında, yönetmenlik görevini üstlendiği işleriyle de biliniyor. Bertolt Brecht’in “Kuraldışı/ Kural” oyunu, yönetmenliğini üstlendiği oyunlardan biri. Sözü Rewşan Apaydın’a bırakıyoruz.

 

Sizi tiyatro eleştirmenliğinizin yanı sıra Kürt kadın tarihinin önemli figürleriyle ilgili yazdığınız yazılardan da biliyoruz. İlgi alanınızı biraz açabilir misiniz?

Uzun zamandır tiyatro ile ilgileniyorum, Gölge Tiyatro Topluluğu ile adımımı attığım bu alanda oyunculuk ile işlerime başladım, asistanlık, ışık ve teknik gibi alanlarda da işler yaparak devam ettim. 4-5 yıldır yönetmenlik de yapıyorum. Tüm bunların yanı sıra yine uzun zamandır tiyatro tarihine dair okumalar ve araştırmalar yaparak elimden geldiğince makale ve araştırma yazısı yazmayı deniyorum. Tahmin edeceğiniz gibi tarihin her alanında olduğu gibi burada da eril bir arşivin dökümanları var karşımızda. Ancak özellikle Türkiye tiyatrosunu incelediğimizde daha özel bir durum da var. Çünkü bu tiyatro tarihsel olarak var olduğu andan itibaren, bu tarih içinde Kürtler ve birçok halk var; bu halkların sanatı ve tiyatrosu da var. Ancak bu daha çok Türk sanatına ve tiyatrosuna mâl edilmiş gibi duruyor. Benim odaklandığım yer ise tiyatro çerçevesi içinde keskin çizgileri olan bir alana değil, aksine daha geniş bir alana yayılıyor. Bir dönem vermek bu haliyle zor. Çünkü Türkiye tiyatrosunu ele aldığımızda başta dediğim gibi karşılıklı etkileşimin de neden olduğu farklı halkların üretimleri de bu tarihsel arşivlerin içine yer alıyor. Tam da burada Kürtlere ait olan üretimleri ve üretenlerini daha görünür hâle getirmek gibi bir niyet ile giriştim bu okumalara.

Rewşan Apaydın şu sıralar Şikago’da geçen “The Kurdish Drama” üzerine geniş bir araştırma yapıyor.

Odaklandığınız daha çok modern dönem ya da “aykırı” figürler mi?

Özellikle aykırı figürler yazayım demiyorum ama zaten tarihsellik içinde kasıtlı olarak yazılmayanların, o tarihi yazanlar için bu figürlerin aykırı olduğunu görüyorum. Ayrıca Doğu toplumlarının belki de en büyük özelliği, silinen bir hafızaya sahip oluşu. “Unutma” ile yüz yüze kalma hâlinin bir tanığı olarak en büyük motivasyonum bu tarz okumalar ve yazılar ile  hatırlamak ve hatırlatmakla doğrudan ilişkili diyebilirim. Bunun da bendeki varoluşuna bakarsak eksik ve sahipsiz kalmış tarihimizden kaynaklanıyor olabilir. Bu tarihsellik içinde öteki olarak kalan, bir kenarda bırakılan her eser ve eserin yaratıcısı bu bağlamda benim için “Bunu kesinlikle yazmalıyım” dediğim şeyler oluyor.

90’larda Kürtçe isimle çıplak ve kanayan bir kadın bedenini performansıyla tasvir eden Jûjîn, sahneyi polisin basmasıyla ortadan kayboluyor. Jûjîn’in bu performansı  ‘90’ların en şiddetli işi’ olarak kayda geçiyor

Bu yazılardan en ilginç olanı Jûjîn ile ilgili yazdığınız yazıydı belki de. Bize biraz Jûjîn’i anlatır mısınız?

Jûjîn’e ilk olarak yazmakta olduğum bir makalenin okumalarını yaparken tesadüfen rastladım. Bazen okuma yaparken sıkılıp bazı bölümleri atlardım. Şunu fark ettim bu süreçlerde, bizlerin tarihi tam da o birkaç satırın içerisinde. Artık tek bir satırı bile atlamadan okumaya çalışıyorum bu yüzden. Jûjîn’den bahsedilen yer tam iki satırdı çünkü. Türkiye’deki performans sanatının tarihi üzerine olan bir yazı içinde kısaca bahsi geçiyordu. Çünkü tercihi Kürtçe bir isim ve dönemine göre oldukça cesur bir performans gerçekleştiriyor. Performansının adı da Kürtçe bir isim “Serê Mehê – Sehê Mehê”. Bütün bunlar Jûjîn’i öteki yapmaya yetiyor ve yazılı tarih içindeki yeri iki satırla sınırlandırılıyor.

 

Ne yapıyordu Jûjîn o performansta?

Kısaca şunu yapıyordu: Kendisi için ayrılan küçük bir bölmede uzun, siyah saçlarıyla çıplak bedenini sararak bir kenarda, yerde oturuyor. Uzun zamandır kullandığı doğum kontrol haplarıyla gününü ayarlayarak ve bedenini zorlayarak regl kanının iki bacağının arasından mekâna akışına tanık oluyor. Dönemine göre radikal bir performans ile erk düzenin kapatamayacağı bir yarık da açıyor böylelikle. Çünkü polisin performans esnasında mekâna gelişini ve performansı engellediğini biliyoruz. Bu bahsettiğimiz süreç de hiç uzak bir zaman değil, 1998 yılı. O zamanın TÜYAP fuarlarında bir mekân yazılı ama performansa dair kaynağın az olmasının tek nedeni Jûjîn’in tercihleri. O yıllarda performansı izlemiş birkaç kişiyle de görüştüm, “On sekiz yaşındaydık, çarpılıp öylece bakakaldık, güçlü bir aurası vardı” gibi kısa cümlelerle hatırladıkları kadarıyla hissettiklerini aktarmaya çalıştılar. Ama keşke kendisinden dinleyebilsek bütün performansını ve onun serüvenini.

 

Leyla Bedirxan’dan “ilk kürt kadın modern dansçı” olarak bahsediyorsunuz.

Bir aydır ortak bir şekilde yazmaya çalıştığımız bir makale konusu Leyla Bederkhan ve Mezopotamya Dans. Mezopotamya Dans’a ait olan ‘Leyla’ adlı bir dansın varlığı da bu yazıyı tetikleyen şey oldu. Bununla ilgili geniş bir yazı kısa bir zaman sonra yayımlanacak gibi görünüyor. Kısaca bahsetmek gerekirse Leyla Bedirxan modern dansın ilk dönemi içinde sanatını icra etmiş ilk Kürt kadın modern dans sanatçısı. 1920’li yıllarda dans edebilmenin büyük mücadelelerini vererek bu mücadelenin azim ve başarı dolu yolculuğuyla, dünya basınında ‘Kürt Prensesi’ diye adlandırılır Leyla. Avrupa’ya damgasını vururken kendi topraklarında uzun bir dönem görünmez haldedir, bu bağlamda Kürt kadınları içinde Ortadoğu’da bir ilktir kendisi. Kendisine karşı olan her şeye, tehditlere, görmezlikten gelmelere rağmen dansı ile kendisini var eden bir kadındır.

 

Bu figürleri araştırmanızı veya duyurmaya çalışmanızı sağlayan neydi? Nasıl açıldı bu kapı?

Bugünden bakarak buna cevap verebilirim sanırım. Bugün Kürt sanatçılar şarkılar üretiyor, oyunlar yazıyor, resimler yapıyor, filmler ve fotoğraflar çekiyor. Geçmişimize baktığımızda bunların yarına nasıl not düşüleceği bir soru işareti olarak kalıyor. Yani eksik parçalarımız var, daha önce deneyimlenen birçok şeyi okuyamıyoruz, ulaşamıyoruz, hatta varlığından haberdar bile olamadığımız oluyor. Tiyatro tarihi üzerine ilgilenirken en azından bu alanda, kısa ve kıyıda köşede bahsi geçen, bize ait olanı kesip biçerek belleğimizdeki kimi boşlukları doldurulmasını sağlayabiliyorsam, o iki satırın içinde sahipsiz kalmaması ve yeniden hatırlanması niyetiyle yazmak geliyorsa elimden, evet bunu yapmalıyım diyorum. 

 

Kimler var peki bundan sonra sizin kaleminizden okuyacağımız?

Spesifik olarak üzerine okuma yaptığım konular ve kişiler var, bunları biraz daha somut hâle geldiğinde yayımlamayı düşünüyorum. Henüz çeviri aşamasında olan birkaç yazı var. Somut örneklerden bahsetmem gerekirse şu an, sürekli bir yerlerde duyduğumuz ve Şikago’da geçen “The Kurdish Drama” üzerine geniş bir araştırma yapıyorum. Osmanlı Devleti, 1893 yılında Amerika’nın keşfinin 400. yıl dönümünün kutlandığı Şikago Columbus Dünya Sergisi’ne katılmış ve tiyatro gösterilerinde yer aldığı bu fuarda “The Kurdish Drama” (Kürt Tiyatrosu) başlığıyla bir oyun sahnelenmiştir. Oyunun, Kürtlerin gündelik yaşamlarına dair motifleri içeren bir giriş sahnesiyle başladığı görülmektedir. Oyunun başındaki ve sonundaki kültürel motifler dışında, Kürtlerin çadırda yaşamaları, hayvancılıkla uğraşmaları, Araplar ile ilişkileri ve akraba evliliği gibi bazı özelliklere ve durumlara yer verildiği görülmektedir. Bu oyunun bir bileti günümüze dek ulaşmış durumda. The Kurdish Drama’nın tarihsel olarak varlığı aslında bize bir ilk olmasının ötesini de gösteriyor.

 

Bir örnek daha vermek gerekirse Mah Şeref Xanim’dan da bahsedebiliriz.

“Ben ki, hikmetler devletinde hükümdar seçilmiş bir kadınım
Mahpuslar kabilesinden çağımızda bir tek eşim yok.
Ferecelerimiz altında başlarımız var taca layık,
Fakat ne fayda madem ki, buruk kader beni küçük düşürmüş,” der mahlasıyla Mesture; asıl adıyla Mah Şeref Xanim Kurdistani.
Kürt kadın tarihçi ve şair olarak geçiyor kendisi ve ona dair çok az şey biliyoruz. 1805 Irak doğumlu. Birçok eser yazmış; ancak kendisine dair özel bir bilgi pek bulunmuyor bu eserlerinde. İslam’a inanç ve ibadetin risalesi, Divan (Mestûre Kurdistanî),  Erdelan Tarihi ve Mucemu’l Üdeba bilinen eserleridir, bunların yanı sıra çokça şiirinin olduğu söyleniyor. Ve bütün eserlerini öncelikli olarak Kürtçe, ardından Farsça yazıyor. Mah Şeref Xanım hem edebiyatçı hem de tarihçi kimliğiyle Kürt kadınları içinde önemli bir yerde duruyor.

 

Son olarak, bu araştırmalar; iki satır arasında bulduğunuz yaşam hikâyelerini genişletmek ve bunlara dair yazmak neden bu kadar önemli?

Jûjîn ve Mah Şeref Xanim’dan yola çıkarak sanat dünyasındaki kadınların yüzyıllardır yeterince temsil edilmediğini ve sanat tarihi yazınında kendilerine yer bulamadığını görüyoruz. Ve  yine kadın sanatçıların, tüm sanat tarihine ve farklı sanat dallarına bakıldığında toplumsal cinsiyet eşitsizliğine uğradığını; ancak Kürt kadın sanatçıların bu eşitsizliğe ek olarak kimliksel olarak bir kez daha ayrımcılığa maruz bırakıldığını da görüyoruz. Tarihi okuduğumuzda buna karşı çıkan kadınlarla ve onların üretimleriyle dolu olduğunu görüyoruz. Tam da burada bölünen tarihimizi yeniden bağlamak için arkeolojik bir kazı yaparcasına tarihi bir kez daha okumak ve yazmak gerekiyorsa, tarihi yeniden okuma cesaretini göstererek bizden alınanları yeniden yazabilme iradesiyle yazabilmeliyiz diye düşünüyorum. Çünkü bugün hâlâ kendisinden haberdar olmadığımız birçok kadın ve üretim var. Bizler için, bugünde var olan sanatçılar için yarın aynı sahipsizliği yaşamamak adına dünümüzü ve dünümüzde var olanları görmek ve göstermenin bir sorumluluk olduğuna inanıyorum.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.