Çoklu krizler dönemi
Nevra AKDEMİR yazdı —
- Ekolojik kriz, ekonomik kriz, insani kriz, barınma krizi, toplumsal cinsiyet karşıtlarının yarattığı şiddet, politik temsil krizi, hukuksuzluklar… Çoklu krizleri düşündüğümüzde, yaşadığımız bu çılgın zamanların inandırıcılığı gözümüzün önünde vuku bulan şiddetine rağmen yok.
Çağımız çoklu krizler çağı olarak tanımlanıyor. Pandeminin yarattığı olağanüstü koşullarda neo-liberalizmin meşruiyetini yıkacak ve hayal edilmesi zor sonuçları yaratmasına rağmen anti-kapitalist paradigmaların gerçekçiliği hala sorgulanıyor. İsviçre'nin Davos kentinde düzenlenen Dünya Ekonomik Forum’unun açılışında yayınlanan, en zenginlerin hayatta kalması olarak çevrilebilecek “Survival of the Richest” isimli rapor çoklu krizi anlamak için “harika” veriler barındırıyor.
Rapor’a göre en zengin yüzde 1’lik kesim son 10 yılda dünyada yaratılan varlıkların yarısını olağanüstü şekilde ele geçirmiş. Rapor’da 'olağanüstü' sıfatının kullanılmasının birkaç nedeni var. Biraz açıklayacak olursak; en az bir buçuk milyar işçinin yaşadığı ülkelerdeki enflasyon karşısında ücretleri gerilerken, bu en zenginlerin servetleri günde 2,7 milyar dolar artmaktaymış. Pandeminin önemi de burada şöyle karşımıza çıkıyor; en zengin yüzde bir, 2020 yılından bu yana yaratılan varlığın üçte ikisi, yani tüm diğer yüzde 99’un toplam gelirin iki katı kadar kazanç elde etmiş.
Son dönemde yaşanan tüm hak gaspları, sağcı ve göçmen karşıtı partilerin hükümete gelmesi veya oylarını arttırması böyle bir ortamda gerçekleşiyor. Böylelikle aşırı yoksullukla aşırı zenginlik aynı anda artıyor.
Neo-liberal politikalar da giderek daha çok vahşi kapitalizmi andırıyor. Daha fazla hak gaspı dediğimiz şeyleri biraz sıraladığımızda, mesela eğitimin ve sağlığın piyasalaşmasıyla yoksullaşanların bu haklardan yararlanamaz hale gelmesi, giderek daha genç olanların ve daha yaşlı olanların ücretli işlerde çalışmak için rekabet etmeye zorlanması ile paralel işliyor. Kadınların evlerde ekonomik bağımsızlıklarını giderek kaybedecekleri bakım işlerine saplanması da elbette. Kadına yönelik şiddetin cezasız bırakılması ile evlere hapsedilmeleri ve devletin çekildiği bakım işlerinden sorumlu tutulmaları da birlikte işliyor. Paket hazır; erkeklik, ırkçılık ve göçmen düşmanlığı (çünkü piyasadaki işlerdeki rekabet iyiden kötüye doğru ırklar ve etnisiteler arası bir hiyerarşi içinde yaşanıyor), yoksul düşmanlığı ve egemene biat ile bilim karşıtlığı bir arada yürüyor. Burada nafaka karşıtlarından, aşı karşıtlarına, kürtaj hakkının gaspına, diktatörlük veya imparatorluk hayalleri ile coşanlara ve aşırı sağcıların şiddet eylemlerine kadar uzanan kocaman bir 'yok' var.
Rapordan devam edersek, Oxfam Int. İcra direktörü Gabriela Bucher’a göre sıradan insanlar (yüzde 99’a dahil olan bizleri de kastediyor yani) günlük olarak hayatta kalmaya yönelik tercihler yapmaya, giderek yaşamsal tüketimlerini kısmaya zorlanırken, süper zenginler sadece çılgın hayallerini bile geride bıraktıkları başarılı iki yıl geçirmiş. Öyle ki son 10 yıllık kazançlarının bile üstünde. Almanya’da 'Tedarik Zinciri Yasası' ve 'Yeni Vatandaşlık Yasası’nın icra edilişini izleyeceğiz elbette.Fransa ve İsviçre’deki emeklilik yaşı tartışmaları da bu çılgınlığın birer parçası. En zenginlerin hayalleri için uygun ortamı kuran hükümetler, sadece insanları ömür boyu borç içinde bir yaşama mahkum etmiyor, nefes alma ve temiz su içme hakkımızı da dünyanın pek çok bölgesini daha fazla etkileyecek şekilde elimizden alıyor. Ekolojik kriz, ekonomik kriz, insani kriz, barınma krizi, toplumsal cinsiyet karşıtlarının yarattığı şiddet, politik temsil krizi, hukuksuzluklar… Çoklu krizleri düşündüğümüzde, yaşadığımız bu çılgın zamanların inandırıcılığı gözümüzün önünde vuku bulan şiddetine rağmen yok. Büyük oyunu görmeye çalışırken apaçık gerçekliği görünmez kılmak konusunda liberalizmin ideologlarının başarısını yeterince takdir etmiyoruz. Zira rapora göre en zenginlerin kârlarını asıl yükselten artan enerji ve gıda fiyatları. Yani işsizlik de enflasyon da göçmenler yüzünden değil. Konut krizi ,insani kriz yaşayan göçmenler dolayısıyla değil… İsimleri tek tek sayılabilir olan, başarısı takdir edilsin diye tarihleri devlet tarihine mukabil değiştirilen şirketlerin kâr etmelerinin bizler tarafından (yüzde 99) ödenmesi şart olan bedeli bu krizler, enflasyon ve işsizlikler.
Dahası da var. Dünya Bankası’na göre ikinci dünya savaşından bu yana küresel eşitsizlik ve yoksullukta en büyük artış yaşanıyor. Tüm ülkeler iflasla karşı karşıya. Yoksul ülkeler zengin alacaklılarına (ülkeler veya şirketlere) borçlarını ödemek için sağlık hizmetlerine harcadıklarının ortalama 4 katını harcıyor. Hatta kendi doğal varlıklarını ve insanların sağlıklarını hiçe sayıyor. Dünyadaki hükümetlerin dörtte üçü önümüzdeki 5 yıl, Rapor’a göre kemer sıkma politikaları olarak isimlendirilen politikalara geri dönerek eğitim ve sağlıkta kesintileri planlamaya başlamış bile. Böyle çözümlerin politik başarısızlık olarak yansımamasının tek yolu ise başarısızlıkları “ötekine” yüklemek. Ötekinin varlığını bir’le tehdit olarak addetmek. Ötekine düşmanlık besleyen her politik yapı, niyetinden bağımsız, egemenlerin yanında olacaktır. Politik temsiliyet pazarlıklarına dair dedikodular üretilen bu ortamda, yaşadığımız geçiş dönemini ciddiye almak ve geleceğe dair kaygılanmak vicdani çapamız olmalı.