Cuius regio, eius regio

Nevra AKDEMİR yazdı —

  • Böyle bir dünyada hala iktidar kimdeyse onun dini geçerlidir. Zira bu dünyada iktidar ve sermayedar, hala bu zorbalıkları kendi diniyle, söylemiyle, ırksal varsayımlarıyla ve nefreti canlı tutarak meşru kılmaya ihtiyaç duyuyor.

Sıkça andığım bir Latince söz var: “Cuius regio, eius regio”. Türkçesiyle “iktidar kimseyse onun dini geçerlidir”.

Bugün hakikat, gerçeklik ve vicdan konularında yeniden düşünmemizi sağlayacak gelişmeler olsa da, 1555’te söylendiği kaydedilen söze bizi geri götüren iktidar politikaları ile karşı karşıyayız.
Nedeni de kendi cemaatinden bile dışlanan bir kendinden menkul din “aliminin” kendi cenahından bile tepki alan sözleri: “İktidara zarar verecekse haksızlıklar ve yanlışlardan şikayet etmek; doğruları söylemek caiz değildir”.

Zorbalıkların normalleştiği, hukukun ve demokrasi imkanının daraldığı dönemlerde iktidarın kuyruğuna takılmak bile zorlaşıyor iktidar yanlıları için. Sıkça vurguladıkları ilkeleri karşılaştıkları gerçeklik ve kriz durumları ile değiştiren iktidarların, arkasındakilere de kendi omurgalarını iktidara göre esnetmek kalabiliyor.

Sıklıkla daha fazla yalan, eziyet, şiddetin görünür bir hukuk dışılıkla ödüllendirilmesi yoluyla “kariyer” yapan pek çok kişi karşımıza çıkabiliyor. Yukarıdaki sözlerin sahibi de bu insanlar arasında, adını anmaya gerek yok.

Bir islam aliminin, "cihatların en faziletlisi zalim hükümdarın yüzüne haykırılan doğrudur" hadisinden böylesi sapması, kendi cemaatine ayar vererek, AKP iktidarında gündelik hayata ve ekonomik varlıklarına dair kazanımlarına işaret ederek eziyeti görmezden gelmelerini işaret etmesi boşuna değil.

Zira bir yanda aşırı yoksullaşma diğer tarafta konut krizi ve iktidarın elindeki varlıklarda bile etkisini gösteren ekonomik çöküş karşısında, iktidarı bir arada tutan zemin kaynıyor.

İstanbul sözleşmesinden Türkiye’nin imza çekmesi, Ayasofya’nın cami olarak yeniden açılması, iklim sözleşmelerine karşı durması ve doğa talanına göz yumulması, işçilerin haklarını koruyucu yasaların uygulanmaması, kadın eşitliği ve LGBTİ+ varlığının garanti altına alınması konusunda medeni haklara yönelik saldırıların giderek şiddetlenmesi, eril-milliyetçi-muhafazakâr-sermaye yanlısı ittifakı güçlendirmenin yolu olarak şimdiye kadar işe yaradı.

Ancak hem dünya kapitalizmi hem de Türkiye ölçeğinde artık bu sürecin devam edemeyeceği ortada, zira bir eşikteyiz. Birkaç on yıl sonra dünyanın önemli bir kısmının yaşanamaz hale geleceği küresel bir ekoloji krizi bir yana, ırkçılık ve korkunç sermaye talanı sayesinde yaşanabilir kalan yerlerde de neler olabileceğine dair çok fazla felaket senaryosu var ortada. Bunun dışında bugüne baktığımızda bile üniversite öğrencilerinin parklarda yatarak işaret ettikleri konut ve barınma krizi veya gündelik gelirle yaşayanların karşı karşıya kaldıkları derin yoksulluk, işsizlik ve borçlanma bugünü de pek çoğumuz için on yıllar beklemeye gerek olmaksızın şimdiden epey kayıp içinde.

Türkiye ve dünyanın pek çok yerinde pandemiye rağmen geçmişe göre daha düşük oranda gerçekleşen büyüme, inanılmaz bir zorbalığın en net ifadesi aslında.

Pandemide işsiz kalan ve bir daha iş bulma umudu da kalmayan milyonların daralttığı işsizlik rakamlarının aksine, dünyanın zenginlerinin banka hesapları ve mülkleri daha da artmış, büyük şirketlerin karlılıkları yükselmiş görünüyor. Kapitalist kalkınma tüm refleksleriyle kendini başarılı şekilde sürdürüyor demek bu.

Yani işsizlik ve borçlanma, yükselen kiralar ve konut krizi, doğal varlıkların gaspı ve talanı, gıdaların sağlığımızı tehdit ederek ve doğayı tahrip ederek üretilmesine rağmen açlık, yükselen öfkeyi ırkçılık ile maniple eden iktidarlar ve sermayedarların artan gücünün teknoloji yoluyla daha da genişlemesi demek bu.

Daha fazla örgütsüzlük, daha az dayanışma, daha fazla bencillik demenin yanı sıra özgürlüğün toplumsal bir sorumsuzluk anlamına gelmesi, güçlenmenin bir başkasını ezmek anlamına gelmesi demek.

Bir yeni dönemin eşiğindeyiz, büyüme tartışmalarının yerini küçülmenin almasının zamanı geldi.

Müşterek kullanım alanlarının ve dayanışmanın mekânsal örgütlenmesinin hepimizi iktidar ve sermaye zorbalığı karşısında ne kadar güçlendirdiğini görüyoruz her gün. Yoksulluk, toprağı ekebilen, dereden suyunu içebilen, sokaklarında çocukları güvenle bırakabilen bir yerde değil; kentsel alanda yaşandığı için yani, faturasını ödeyemediği sürece evdeki hiçbir aracı kullanamayan, suyu bile bulamayan, çocuğunu sokakta bıraktığında organ mafyasından, zırhlı araç veya hafriyat kamyonu tarafından ezilmesinden, hatta tacizden tedirgin olan, toprağı olmadığı için ancak borçlanarak gıdaya erişebilen ve ancak kirasını öderse bir çatıya kavuşabilen bizleri çerçeveliyor bugün.

Yoksulluk dediğimiz aslında tam olarak içinde yaşadığımız şey. Emekli maaşı olsa da Berlin sokaklarında bira şişesi toplayan, işi olsa da borçlanmadan yaşayamayan, hayatı boyunca kira ödememek hayaliyle aldığı evin borcunu ödemek üzere hayatı ipotek altına alınan, yazın tatilini sadece aile evinde yapabilen bizlerin gündelik hayatını belirliyor.

Böyle bir dünyada hala iktidar kimdeyse onun dini geçerlidir. Zira bu dünyada iktidar ve sermayedar, hala bu zorbalıkları kendi diniyle, söylemiyle, ırksal varsayımlarıyla ve nefreti canlı tutarak meşru kılmaya ihtiyaç duyuyor.

 

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.