‘DAİŞ beni esir aldığında 13 yaşındaydım’

Dosya Haberleri —

EZIDI SENGAL

EZIDI SENGAL

  • Ezda, DAİŞ onu esir aldığında henüz 13 yaşında bir çocuktu; şimdi öfkeli ve 20 yaşında. Annesinden koparılıp dipsiz bir karanlığa atıldı adeta. “Bu dünyanın bir vicdanının olduğunu düşünmüyorum” diyor Ezda, çünkü  yaşadıkları hafızasında yüreğine  oturan, kocaman bir kaya. 

 

ROJBÎN DENİZ / JINHA / ŞENGAL

Êzdalığın köklerinden filizlenen Êzîdî kadınları, dağların bedenlerinde ruh kazanır. Her Êzîdî kadını, bedenini ve ruhunu beyazlarla birleştirir. Yaşam, Êzdalık’ta bembeyazdır, tıpkı kadınların beyaz fistanları gibi. Kadınların fistanlarından sarkan örgüleri, çevrelerindeki doğayı sembolize eder. Örükler onların asiliklerine can verir. Her Êzîdî kadını beyaz fistan giyer ve omuzlarından toprağa kadar örüklerini uzatır. Kafalarına tabiattaki renklerin ana yurdu olan, beyaz ve siyahtan yaptıkları kofilerini takarlar. Kofinin etrafında Êzdalığın yedi kutsalından üçü olan güneş, ay ve yıldız yer alır. Diğeri soludukları havadır. Kofilerindeki renkler, hem birbirleriyle hem de kadınların uzun saçlarıyla bir uyum içindedir.

 

Her fermanda sürüldüler

Êzdalığın tüm kutsallıklarını kadınlar korur. Yas tuttuklarında, toprağın rengine bürünerek, toprağa bıraktıkları canlarını hissetmek için, toprak rengi fistanlar giyerler. Toprak da onların bir kutsalıdır. Akan su, gözün zor görebildiği en küçük canlıları öldürebilir diye karanlıkta su dökülmez. Êzîdîler, “Benimle birlikte tüm canlılar yaşasın” der.

Suyun kutsallığı, yedi kutsaldan biridir. Bir de ateş var. Arzeba’nın ar‘ı ile gelir. Zerdüştlüğün simgesidir ateş. Dağları geçen altı kutsal gibi ateş de dağların bağrında yaşar. Dağlarda yaşam bulan ateş, ovaları yakar, zalimin ocağına düşer ve Êzdalığın yedi kutsalına girer. Diğer kutsallar gibi ateşi de en çok Êzîdî kadınları korur. Yüreklerinde sakladıkları acıları, ateşin kollarına bırakırlar. Fermanlar sonrası her Êzîdî’nin bağrı kor bir ateştir. Êzîdî kadınları, acılarını ateşle yıkar. Ateşi en derin saklayanlar, Êzîdî kadınlarıdır. Êzdalığın kutsallıklarını koruyan Êzîdî kadınları, her fermanda olduğu gibi 74. fermanda da en fazla can pazarlarına sürülenler oldu. DAİŞ vahşeti, ferman sonrası Musul’da 19 Êzîdî kadını ateşin kollarında yaktı. Êzîdî kadınlarını Êzdalığın kutsallıklarıyla öldürdüler.   

 

  • Biz üç kız kardeşi götürmek istediler. Annemin elini sıkıca tutmuştuk. ‘Annemiz bizi korur, ne yapıp edip onlara vermez’ diyorduk. Annem, DAİŞ’liler bizi kendilerine doğru çektikçe çığlıklar atıyordu, onların üzerine yürüyordu, ‘Kızlarımı benden alamazsınız’ diye bağırıyordu. 

 

Paramparça hayatlar, kayıp insanlar

Yüreklerinde fermanların ateşi sönmeyen kadınların izinden gidiyoruz. Her köyde herkes, DAİŞ geldiğinde kimin esir düştüğünü, kimin ne yaşadığını az çok biliyor. Kimi saklıyor bildiklerini, kimi ise her şeyi sıcak bir sohbetle paylaşmaktan yana. O dönem, hepsi için cehennemi bir karanlık. Unutamıyorlar, onlarda bıraktığı izlerden kaçamıyorlar.

Ölüm, yaşadıkları içinde en hafif olanıydı. Paramparça edilmiş hayatlar, akıbeti bilinmeyen insanlar, gülüşleri yüzlerinden çalınmış çocuklar, evlatlarının gölgesi yüreğine düşen kadınlar ve umutları, geleceğe ilişkin duyguları sökülüp çalınmış bir toplumsallık geride bıraktılar. Geride kalanlar, bir nevi yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgide yaşıyorlar. Bir yanı hayat bir yanı ölüm… Kalanlar geçmişi canlandırıyor; kadınlar, acılarını yüreklerine gömüp bir hayat oluşturmanın telaşında. Çocuklar çalınmış gülüşlerini geçmişten topluyor, saçıyorlar boş köylerin yıkılmış sokaklarına. Yaşlılar fermanları biriktiriyor, uzun ölümler görmüş hayatlarının çetelesinde. Gençler yeni bir hayatın kavgasında, bir daha hayata yenilmeme arayışında.

Şengalliler, toplamışlar ölümleri tüm sokaklardan, yaşamlarına yer açmak için.

Harabeye dönmüş evler, parçalanmış sokaklar, üst üste yıkılmış enkazlar… Her şey ne kadar ölümün çirkin görüntüsünü sunsa da onlar, hayatlarını üzerlerine çöken geçmişten almanın kavgasında. Umut yeşertmişler, fermanlara inat hayat yaratmışlar. Köylerden geçerken tekrar köylerine dönen insanları görmek, büyük bir heyecan veriyor bize. Onların yaşamlarını yaşadıkları bunca zulmün ertesinde korumaya ve oluşturmaya çalışmalarını gıpta ile izliyoruz. Köylerin eskinin kalabalık köylerinden sessiz köylere dönüşmesi onlar kadar bizi de incitse de, yeniden filizlenen ağaçların tabiatı şenlendirmesi gibi onların çabası da heyecan ve sevinç veriyor. 

 

‘Ailece IŞİD’in eline geçtik’

Şengal’de sorup soruşturuyor ve DAİŞ’in eline geçen bir aileyi buluyoruz. Gecikmeden ziyaret etmek istiyoruz.

Anne, baba, nine ve çocukların hepsi, toplam 12 kişilik bir aile… Olduğu gibi DAİŞ’in eline geçiyorlar.

Geniş aileden de amca, dayı, onların eşleri ve çocukları da içinde olmak üzere bir aileden onlarca kişiyi DAİŞ rehin alıyor.

Aile, kocaman bahçesi olan büyük bir evde kalıyor. Tenha bir yerde, diğer evlerin uzağında kurulmuş ve boşluk hissi veren bir ev.

Bizi çok sıcak karşılıyorlar. Evin annesi Dayê Koçer, ‘sel’de ekmek yapıyor. Biz içeri girdiğimizde son ekmeğini de ‘sel’in üzerinden kaldırıyor. Kendimizi tanıtıp oturuyoruz. Biz daha sormadan ferman gününü anlatmaya başlayan Dayê Koçer, ailece DAİŞ’in eline geçtiklerini söylüyor ve devam ediyor: “Bizi rehin aldılar. Ben 3 yıl 3 ay rehin kaldım. Kızlarımdan ortancası 40 gün, bir diğer kızım ve Ezda ise üç yıl kaldı. Küçük oğullarımı fidye karşılığında kurtardık. Ben Reqa’ya götürülmüştüm. QSD Reqa’ya operasyon yaptığında kurtuldum.”

 

Ezda ve ablası da esir alındı

Dayê ile bir süre sohbet ediyoruz. Ezda, annesinin yanında öyle sessizce oturuyor. Ezda’nın sessizliği dikkatimizi çekiyor. Onu çağırıp, “Gelip yanımızda oturabilir misin?” diye soruyoruz. Kalkıp yanımıza gelip oturduğunda ne söyleyeceğimizi tahmin eder gibi, “Ben konuşmam, yaşadıklarımı anlatmak istemiyorum” diyor. Sinirlendiğini sanıyoruz, sonra onun genel olarak da asabi olduğunu anlıyoruz. Annesine dönüp, “Ezda sanki sinirli bir kız” diyoruz. Dayê Koçer gülerek, “Benim kızım çocukluğundan beridir böyle, asabidir ama ucunda ölüm olduğunu bilse haksızlığı kabul etmez, zulme boyun eğmez” diyor. Dayê Koçer, Ezda’yı çok güzel tarif ediyor. Biz de onu daha fazla sinirlendirmemek için üzerine gitmiyoruz. Onu sohbetimizin akışında bizimle paylaşacaklarına bırakıyoruz. 

 

‘Dünyanın vicdanına sığmaz bir sürü şey yaşattılar’

Ezda’nın annesiyle konuşurken gözlerimizi Ezda’dan ayırmıyoruz. Bazen kaçamak bakışlarla gözlerine, yüzüne bakıyoruz. Zorlamıyoruz ama içten içe bu güzel Êzîdî kızının bizimle her şeyini paylaşmasını istiyoruz. O da arada bir ona bakışlarımızdan, annesiyle olan sohbetimizden etkileniyor gibi. Gözleriyle bizi takip ediyor. Sohbet biraz ilerleyince tekrar ona dönüyoruz ve konuşmasını bekliyoruz. İnadını bir yere kadar taşıyabiliyor. Gözleri parlıyor, narin yüzüne öfkeli ve geçmişten hesap soran bir görüntü yerleşiyor. Kelimeler yavaşça ve acıları deşerek ağzından çıkıyor. Ciddi bir yüz ifadesiyle bize bakıyor. Yaşadıklarını anlatırken gözümün içine bakarak şunları söylüyor: “Benim yaşadıklarımda hiçbir günahım yok. Beni çocuk oyunlarımdan aldılar ve bu dünyanın vicdanına sığmayacak bir sürü şey yaşattılar. Bunun günahkarı, sorumlusu ben değilim; bu dünya günahkâr, bu dünya bize yapılanlardan sorumlu. Bizimki, ifadesiz bir acı oldu. Konuşsak da bir faydası yok ki.”

 

‘Bana ve kardeşlerime bunu neden yaptılar?’

Ezda sessizliğini bozuyor ve yarı yarıya konuşmaya ikna oluyor. Aslında konuşmak ile konuşmamak arasında kalıyor. Biz Dayê Koçer ile IŞİD’in Êzîdî kadınlarına yaptıklarından bahsettikçe Ezda öfkeleniyor, öfkesi boğazından dilinin ucuna kadar, binlerce sözcüğe dönüşüyor. Bir an Ezda’nın ağzından çıkan sözler içinde kalıyoruz. Konuşmayı kabul etmedi ama öfkesinin bir nöbetini bizimle paylaşıyor. Ezda’nın söylediklerine katılıyoruz. Binlerce Êzîdî kadınına yapılanların sorumlusu kim ve fermanın üzerinden 7 yıl geçmesine rağmen neden hala yargılanmadılar? Êzîdîlere yapılanların sorumluları kim? 74 fermanı hangi güçler yaptı? DAİŞ’lilerin yargılanmasının yolu nereden geçiyor? Neden dünya sessiz? Bu ve bunun gibi daha yüzlerce soru, bizden çok Ezda’nın soruları. Öfkeden açılmış gözleri, konuşurken titreyen sesi, neden bu trajedinin öznesi olarak seçildiklerine dair soruları ile tarihi, yaşamı utandırıyor. Onu dinlerken yüreğimize bir acı ve öfke yerleşiyor. Onun gözlerinde, sözlerinde kalıyoruz.

Anlatıyor Ezda: “Ben DAİŞ’in eline geçtiğimde 13 yaşındaydım. Telafer’e götürdüklerinde küçücük bir çocuktum, aynı gün büyüdüm. Büyüdüğümde bu soruları boş duvarlara, bileklerimi kesen kelepçelere sormuştum. Okulların zeminlerine boylu boyunca uzanmış Êzîdî kadınlarının saç örgülerinin sorumlusu kim diye sormuştum. Meğerse bu dünya, soruların sorulduğu ama cevapların hiçbir zaman verilmediği bir yermiş. İnsanlığın vicdanına -ki eğer varsa- soruyorum işte, bana ve kız kardeşlerime neden bunu yaptılar?”

 

‘Bu dünyanın vicdanının olduğunu düşünmüyorum’

DAİŞ onu esir aldığında henüz 13 yaşında bir çocuktu; şimdi öfkeli ve 20 yaşında. Annesinden koparılıp dipsiz bir karanlığa atıldı adeta. “Bu dünyanın bir vicdanının olduğunu düşünmüyorum” diyor Ezda, çünkü yaşadıkları hafızasında yüreğine oturan, kocaman bir kaya.

Ezda, bize yaşadıklarını parça parça anlatmaya başlıyor. Üzerine giydiği siyah elbiselerle bu topraklarda giden canların yasını tutuyor sanki. Büyük ela gözleri öyle canlı ve güzel ki tüm bedenine komutları o veriyor ve onun yol göstericisi gibi. Gözünde gözlükleri var. Fermandan sonra takmış, o güzel ve derin bakan gözlerine belli ki çok yüklenmiş ama yine de o gözlüklerin altıda duran gözlerinin güzelliğini görmemek mümkün değil. Kaşları onu hafif asabi kılıyor. Aslında gözleriyle çok uyumlu. Sanki dersin kalemle çizilmiş! Kumral saçlarını arkadan hafifçe topuz yapmış. Önlerden yüzüne vuran saçları, güneş ışıklarının çarpmasıyla, hafif sarıya çalıyor. Üstten saçları, güneş yanığı. Yazın sokaklarda oynayan çocukların güneşten kızıllaşan ya da sarılaşan saçları için kullanılan “kêje” sözcüğü, Ezda’nın saçlarında belirmiş gibi. Ortalama bir boyu ve normal bir kilosu var. Konuşurken rahat konuşuyor, heyecanlanmıyor, sadece ara ara öfke yerleşiyor sözcüklerine. Öfkelendiğinde oturma pozisyonunu değiştiriyor. 20 yaşında, asi ve gururlu bir kadın.    

 

‘Saatlerce korkudan ağladım’

Kulaklarımızı Ezda’ya veriyoruz. Kulaklarımızı ve tüm yüreğimizi.

“Şengal’in çıkışında zikzaklara (lofalar) giderken DAİŞ’liler önümüzü kesti. Ben o güne kadar onları görmemiş ve duymamıştım. Biz normal, sıradan bir aileydik. Kardeşlerimle okula gider, sokakta oyunlar oynardık. Acıktığımızda annemin üzerine çullanır, ‘Bize yemek ver, bize yemek ver’ diye bağırırdık. Annem yemek hazır olamadığında bizim bağırmalarımıza kızar, mutfakta panik olurdu; sonra ayağından terliğini çıkartır, bize fırlatırdı. Biz çocuklar, sokağın sonuna kadar koşardık. Annemin kızması bizi eğlendirirdi. Öyle mutlu bir aileydik ve aslında herkes mutluydu.

Biz çocuktuk, bir şey yapmamıştık, bir günahımız yoktu. Êzidîlerin de bir günahı yoktu, normal yaşamımızda olan insanlardık. Bu dünya niye bize bunu yaptı? Her güne uyandığımda, bugün arkadaşlarımla, kardeşlerimle ne oyunlar oynayacağımın hayalini kurardım ve bir gün, yine aynı hayalle uyandığımda, gittiğim okul, oyunlar oynadığımız sokaklar değişmişti. Her şey ve herkes çok başka bir şey olmuştu. Sokaklarda çığlık, ölüm, bağrışmalar, kaçan insan toplulukları, ayakkabının tekini almaya dahi zaman bulamayan, can havliyle kaçan kadınlar, yalın ayaklı çocukların oyunları vardı. Önce olanları algılayamamıştım. Gördüklerim karşısında şok olmuştum. İçim ürpermişti, çok korktuğumu hiç unutmuyorum. Saatlerce korkudan ağladım.”

 

Annenin direnişi

Ezda anlatmaya devam ediyor hızla dökülüyor ağzından sözcükler.

“Biz bütün aile bir arabadaydık, hepimizin önünü kestiler. Benden büyük iki ablam, üç erkek kardeşim, üç abim, annem, babam ve nenemdik. Hepimizi aldılar. Bizi önce Telafer’deki bir okula götürdüler. Orada üç gün tutulduk, daha sonra hepimizi Baduş Zindanı’na götürdüler. Orada da 12 gün tutulduk. Sonra bizi tekrar Telafer’de bir okula getirdiler. Bizi orada ayırdılar. O güne kadar hep birlikteydik, o gün ayırdılar. Erkekleri ayrı bir yere götürdüler, biz kadınları da ayırdılar. Biz üç kız kardeşi götürmek istediler. Annemin elini sıkıca tutmuştuk. ‘Annemiz bizi korur, ne yapıp edip onlara vermez’ diyorduk. Annem, DAİŞ’liler bizi kendilerine doğru çektikçe çığlıklar atıyordu, onların üzerine yürüyordu, ‘Kızlarımı benden alamazsınız’ diyordu. Onlara bağırıyordu, beddualar okuyordu, küfrediyordu. DAİŞ’liler, bizim için çırpınan anneme silahın dipçiğiyle vurdular, onu yere attılar. Ben de o hınçla bir DAİŞ’linin elini var gücümle ısırdım, o da bana vurmaya başladı. O esnada annemin acısı, benim acıma baskın geliyordu. Annem yerdeyken de sımsıkı tuttuğu ellerimizi bırakmadı.” 

 

YARIN: 

  • DAİŞ esaretindeki günler
  • ‘Musullu bir DAİŞ’liye satıldım’
  • ‘İnancımıza sarıdık, hayatta kaldık’
  • DAİŞ’in elinden kurtuluş
paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.