Düşmandan muhataba barışmanın imkanları
Dosya Haberleri —

Barış ve Demokratik Toplum
-
Barıştan bir zafer çıkmaz, ancak sağlanacak bir barış ile Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, sürekli muhatapsız bırakılma hali ile çatışma/şiddet ve savaş döngüsüne mahkum edilmek istenen Kürt Özgürlük Hareketi’ni, Kürt halkının özgürlük mücadelesini çatışma/şiddet ikliminin dışına taşımış olacak...
ERCAN JAN AKTAŞ
Barıştan zafer çıkmaz:
1) Barış süreçleri, doğası gereği "iki tarafın da kazanmadığı ama aynı zamanda kaybetmediği" bir alan yaratır. Savaş, zafer ve mağlubiyet ikilemine dayanırken; barış, bu ikili karşıtlığı reddeder. Dolayısıyla bir barışma sürecinin varlığı, taraflardan birinin diğerine kesin bir üstünlük kurduğunu göstermez. Tam aksine, barış, her iki tarafın da belli taleplerinden vazgeçmesi, pozisyonlarını yumuşatması ve ortak bir zeminde buluşmasıyla mümkündür. Bu bağlamda, barışı bir zafer olarak tanımlamak, onu savaşın devamı gibi görmek olur ki bu, barışın kurucu mantığına aykırıdır. Barış, bir tarafın mutlak galibiyeti değil, farklı tarafların birlikte yaşayabileceği asgari bir zemin yaratılmasıdır. Bu yüzden gerçek bir barışta taraflar, kendi toplumsal tabanlarına " zafer kazandık" söylemiyle değil, "daha kötü bir felaketi önledik", ya da Kürt Halk Önderi Öcalan’ın “Kürt sorununu şiddet denkleminde çıkarıp demokratik mücadele sahasına çekmek” gibi vurgularla seslenirler. Burada dikkat çekilen konu mücadelenin farklı araçlar üzerinden devam edeceğidir.
Rosa Luksemburg’un; “Barış, egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda silahların susması değildir; halkların özgürleşmesiyle gerçek anlamını bulur,” değerlendirmesi de Kürt Halk Önderi Öcalan’ın 27 Şubat tarihli mektunun “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” başlığını içermesi de yeni bir sürece işaret etmektedir. Bu çerçevede, barışın yalnızca askeri çatışmanın bitmesi değil, halkların eşitlik temelinde bir arada yaşama koşullarının yaratılması olduğunu görebilmekteyiz. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın bu çağrısı hala tartışılmaya devam ediyor. Ancak Kürt Halk Önderi Öcalan’ın mektubunu ideolojik ve felsefik arka planını okumadan anlamlandırma uğraşları bu hareketin gelişim seyrini okumaktan uzak bir yaklaşım olacaktır. Kürt Özgürlük Hareketinin açıklamalarını sahip olduğu tarihi perspektifi okumadan/görmeden yorumlamak sığ sonuçlara götürecektir. Tarihsel olarak da bu durum gözlemlenebilir. Örneğin 1998'deki Good Friday Anlaşması’nda İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (IRA) da Britanya devleti de tam anlamıyla bir zafer ilan edememiş; ancak kanlı bir çatışmanın sona ermesi ve siyasal çözüm sürecinin başlaması, her iki taraf için de daha anlamlı bir "kazanım" oluşturdu.
Barış bir stratejik tercihtir
2) Devletler neden barış masasına otururlar? Bu soruya verilecek yanıt, yüzeyde insani ya da ahlaki saiklere dayanıyor gibi görünse de, daha derin bir düzlemde devletin yapısal işleyişini ve çıkar maksimizasyonu arayışını açığa çıkarır. Max Weber’in tanımıyla, modern devlet, meşru fiziksel şiddet tekeline sahip olan bir örgütlenmesidir. Bu şiddet tekeli, hem iç hem de dış ‘tehdit’lerle başa çıkma kapasitesi olarak devletin varlığını sürdürmesinin temelidir. Ancak bu kapasite, bazı durumlarda hegemonik ya da mutlak bir tahakküm kurmak için yetersiz kalabilir. Michel Bakunin ise devletlerin temel karakterine dair; "Devlet var oldukça özgürlük olamaz; devletin kendisi, organize olmuş tahakkümdür," belirlemesinde bulunur. O zaman özgürlüklerin inşasında neden devlete dair ciddi bir beklenti içinde olmamız gerektiği daha da anlaşılır bir duruma gelmektedir. Buradan hareketle, devletin barışı ahlaki bir amaç için değil, tahakkümünü daha rasyonel ve sürdürülebilir kılmak için aradığı söylenebilir. Yani "barış bir değer tercihi değil, stratejik bir tercihtir" yaklaşımından hareketle bunun araçlarını oluşturmak temel çalışma alanlarından bir tanesini oluşturmaktadır.
Devletin bir aktörü muhatap alması ya da almaması, onun düşman olarak kodlanıp kodlanmadığıyla ilgilidir. Dolayısıyla, devletin bir silahlı aktörle müzakere masasına oturması, o aktörü yalnızca fiili değil, aynı zamanda siyasal bir muhatap olarak da tanıdığını gösterir. Yarım asırdır karşı mücadelesini yürüttüğü PKK ile devlet bugün neden adını koymaktan imtina ettiği bir sürece girdi? Sorusu bu bağlamda üzerinden yeniden konuşulmayı gerekli kılmaktadır.
Uluslararası ilişkiler teorisinde realist perspektif ise, devletlerin temel motivasyonunun güvenlik ve çıkar maksimizasyonu olduğunu ileri sürer. Realist kuramın öncüllerine göre, devletler anarşik bir uluslararası sistemde kendi varlıklarını sürdürebilmek için rasyonel kararlar alır; bu kararlar, çoğu zaman ideallerden değil, güç dengelerinden türetilir. Barış süreçleri de bu bağlamda değerlendirildiğinde, bir ahlaki ilerleme olarak değil, stratejik bir tercih olarak anlaşılmalıdır. Devletler, özünde barış üretme motivasyonuyla değil, çıkarlarını maksimize etme amacıyla hareket ederler. Bu nedenle devletler için barış süreçleri, çoğunlukla ahlaki ya da insani kaygıların değil, stratejik hesapların ve güç dengesi arayışlarının bir sonucudur. Barışı amaç edinmezler; onlar için barış, ancak çıkarlarının gerektirdiği ölçüde anlam taşır. Bu bağlamda, barış masasına oturmaları çoğu zaman bir değer tercihini değil, güç ilişkileri içinde konumlarını koruma veya yeniden tanımlama stratejisini yansıtır. Sahip olduğumuz bu teorik perspektif ile 1 Ekim 2024 tarihinden bu yana Türkiye’de yaşananlara baktığımızda sorularımıza daha ikna edici cevaplar üretebiliriz.
Pratik tavırlar
3) Türkiye’de Kürt meselesinin siyasal bir olguya dönüşmesi: Antonio Gramsci, egemenlik, yalnızca baskı araçlarıyla değil, aynı zamanda rıza üretimiyle de sağlanır, ifadesinden hareketle iktidarın sadece zor yoluyla değil, hegemonya yoluyla da sürdüğünü görebilmekteyiz. 22 Ekim 2024 grup toplantısında bütün siyasi tarihini Kürt Özgürlük Mücadelesi karşısında konumlandıran Bahçeli’ye bu perspektifte bakmak durumu daha anlaşılır kılmaktadır. Bu bağlamda, devletin Kürt sorununa yaklaşımındaki "çözüm süreci" gibi kavramlar, gerçekte hegemonya kurma çabasının bir uzantısı olarak da değerlendirilebilir. Türkiye örneğinde, yaklaşık bir asırdır inkâr ve bastırma politikalarıyla üzerini örttüğü “Kürt meselesi”, son yarım yüzyılda silahlı bir mücadele yürütmüş olan PKK’nin varlığıyla birlikte, yalnızca güvenlik tehdidi olarak değil, siyasal bir olgu olarak da kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu nedenle devlet, doğrudan adını koymaktan imtina ettiği bir süreç içinde, fiilen bir barış arayışına yönelmiş; ancak bu yönelim, kalıcı bir çözüm arzusundan ziyade mevcut güç dengesinde avantajlı bir konum elde etme amacına hizmet etmiştir. Sürecin "çözüm süreci" gibi muğlak terimlerle anılması, devletin meseleye yaklaşımındaki araçsallığı ve ikircikliliği gözler önüne sermektedir.
Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, devlet aklı sürecin başından itibaren bütün gelişmeleri “terörün tavsiyesi” bağlamında görmekte ve buna uygun pratik tavırlar içinde durmaktadır. Bölgesel ve uluslararası gelişmeleri dikkate aldıklarından, kendileri açsından Kürt sorununu “terör” sorununa indirgeyerek buna dair bir “çözüm” sürecini işletmek peşindeler. Gerek Bahçeli’nin, gerekse de Erdoğan’ın ifadeleri bize bunları göstermektedir. Bu sebepten dolayı “barış”, “barışmak”, “çözüm”, “demokrasi” gibi ifade ve kavramlardan uzak durmaya çalışmaktadırlar. Ancak Kürt Halk Önderi Öcalan ve KÖH Kürt sorunun çözümünü aynı zamanda bir demokrasi ve özgürlükler meseleleri olarak ele aldıklarından dolayı devletin “tasfiye” yaklaşımlarına karşın ısrarla “entegrasyon”u dile getirmektedirler.
Sykes- Picot antlaşmasından bir asır sonra ABD ve İsrail öncülüğünde Ortadoğu’nun politik, askeri ve ekonomik olarak yeniden inşasında PKK ve Türkiye arasındaki silahlı çatışmalar, engelleyici bir faktör olarak görülmektedir. Bölgenin yeni alacağı pozisyon/konum açısından bu faktörün bir biçimde hallolması gerekiyor. İsrail, ABD, İngiltere’nin belirleyici olduğu uluslararası güçlerin müdahalesi ile Suriye’de Esad’ın devrilmesinden sonra HTŞ’nin taşeronluğundan yeni bir devlet inşa süreci yaşanıyor.
Fakat bu sürecin başarıyla tamamlanması ve Suriye’de istikrarın oluşması için Türkiye ile PKK, YPG/PYD arasındaki gerilimler önemli bir engel ve bu gerilim çözülmeden Suriye’de istikrara kavuşmak mümkün görünmüyor. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın 27 Mart tarihli mektubundan sonra bunun pratik adımlarının Suriye’de El Şara ve Mazlum Abdi’nin imzaladıkları sekiz maddelik bir antlaşmadan sonra pratik adımlarının da atılmaya devam ettiğini görmekteyiz. Bu anlamda Kürt Halk Önderi Öcalan ve KÖH, devletin “tasfiye” yaklaşımlarını kendi politik manevra ve mücadeleleri ile Suriye’de bunu bir “entegrasyon”a dönüştürdüklerini görüyoruz. Aynı özgürlükçü dinamikler bunu şimdi de Türkiye üzerinden devam ettirmek istiyorlar. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın ısrarla “bu sorun mecliste konuşulmalıdır” ifadesi ve işletmek istediği pratik süreç de buna işaret etmektedir.
Kürt Halk Önderi Öcalan’ın mücadelesi
4) Ya Kürtler bir kez daha kandırılıyorsa? Bütün bu gelişmeler yaşanırken, kendilerini sistem karşıtı, muhalif olarak kodlayan kimi kişi, parti ve yapıların; "Ya Kürtler bir kez daha kandırılıyorsa?" sorusu, yalnızca tarihsel bir kaygı değil; aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi'nin siyasal rasyonalitesini, barış ve çözüm arayışındaki temel dinamiklerini anlamanın da bir eşiği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu soru, özellikle muhataplık meselesini bir bağlama oturttuktan sonra KÖH’nin geniş kesimlerin katılımı ile barışın toplumsal inşasına dair politik duruş ve kararlılığını da görmezden gelme yaklaşımı olarak karşımızda durmaktadır. Errico Malatesta’nun; “Devlet size barış vaat ettiğinde, hazırlıklı olun; çünkü o barışı yalnızca sizin silahsızlanmanız için ister,” perspektifini de ötelemeden Kürt Özgürlük Hareketi açısından müzakere süreçlerinin önkoşulu, sahici ve istikrarlı bir muhataplık ilişkisinin kurulmasıdır. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın mücadelesinin en temel halkalarından bir tanesi de kendi muhatabını oluşturmak için dahi mücadele etmiş olmasıdır. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın 1992 yılında Şam’da Mehmet Ali Birand’a verdiği röportajda dile getirdiği şu sözler, bu meselenin merkeziliğini ortaya koyar: “Önderlik sorununu siz çözemediniz ki biz karşımızda ciddi bir muhatap görüp ona göre yaklaşım içinde olalım. Özal’ı yarın ne yapacağınız belli değil... Benim var. Ben bütün PKK’yi bağlarım. Kürt halkı benim sözümü ölümüne dinler.” Bu ifade, bir tarafta dağınık ve sorumluluktan kaçınan bir devlet yapılanmasına, diğer tarafta ise hiyerarşik ve kolektif iradeyi temsil ettiğini savunan bir yapı olarak Kürt Halk Önderi Öcalan’ın kendisine işaret eder.
Devletin bir aktörü meşru siyasal alanın dışında bırakması, onu yalnızca kriminalize etmekle kalmaz, aynı zamanda müzakere edilemez bir düşman olarak konumlandırır. Kürt Halk Önderi Öcalan'ın Birand ile röportajında dikkat çektiği nokta, siyasal olanı “istisna hâli” üzerinden tanımlamasına karşı, krizi siyasal temsil ve muhataplık ilişkisi üzerinden aşma girişimi olarak okunabilir. Muhatap yokluğunu bir müzakere sorunu olarak tanımlaması, onu pasif bir "af bekleyen" figür değil, çözüm için aktörleşen bir önder olarak konumlandırır.
Kürt halkı asla kaybetmez
5) Bir Muhatabın inşası: Barışın politik yüzü ve Kürt gerçeği: Kürt halkını bölgede bir asır sonra muhatap haline getiren Kürt Özgürlük Mücadelesi oldu. Bu mücadele ile dönüşen ve Ortadoğu’nun en özgürlükçü perspektifi ile hayatın her alanını örgütleyen bir halk gerçekliğinden konuşuyoruz artık. Frantz Fanon’un; “Sömürgeleştirilmiş halkın özgürlük için ilk adımı, kendi sesini bulmasıdır” gerçeğinin hayat bulduğu Kürtlere dair akademisyen Hamit Bozarslan; “Özellikle son 40 yılda, Kürt toplumunda ciddi bir entelektüel dönüşüm yaşandı. 1980’lerde zayıf olan Kürt entelektüel katmanı bugün oldukça güçlendi. Kürt kültürü son derece canlı bir yapıya sahip hale geldi. Farklı nesiller arasında hem bir aktarım hem de yeniden tanımlama süreci yaşanıyor. Kadın hareketi de bu dönüşümün önemli bir parçası; PKK öncesinde de var olan ancak PKK’nin yönlendirmesiyle daha da güçlenen bir kadın hareketinden bahsedebiliriz. Bugün 1984’ün Kürdistan’ı ile 2024’ün Kürdistan’ı arasında sosyolojik olarak büyük farklar var. Ancak bu değişimlerin içinde süreklilik unsurları da bulunuyor” şeklinde ifade etmektedir.
Bu bağlamda Kürt Halk Önderi Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketi açısından bir asrı aşkın süredir çözülemeyen Kürt meselesinin çözümündeki ilk ve en temel koşul, müzakere edilecek muhatapların varlığıdır. Fakat bu muhatapların devletteki karşılığı çoğu zaman istikrarsız, parçalı ya da manipülatif olmuştur. Bu nedenle Hareket’in esas güvencesi, devletin taahhütleri değil; özgücü, örgütlülüğü ve Kürt halkının direngen meşruiyetidir. On yıllardır baskıya, şiddete ve inkâra rağmen sokaklardan, meydanlardan ve toplumsal mücadele alanlarından çekilmeyen Kürt halkı ve dayanışma içerisindeki diğer toplumsal kesimler, bu özgücü mümkün kılan tarihsel iradeyi temsil eder.
Bu gerçekliği, HDP milletvekilliği döneminde barış sürecinin aktif bir öznesi olan İdris Baluken şu sözlerle özetler: “Herkes iyi biliyor ki, Kürt Halk Önderi Öcalan’ın olduğu masada Kürt halkı asla kaybetmez.” Bu yalnızca Kürtler için değil; aynı zamanda barış, eşitlik ve adalet mücadelesi veren tüm halklar, inanç toplulukları, kadınlar ve emekçiler için geçerlidir. Zira Kürtlerin kaybetmediği bir masa, başkalarının da kazanabileceği bir toplumsal barışın zeminini yaratır. Bu zemine duyulan güven, yalnızca siyasal bir rasyonalite değil, aynı zamanda etik bir ikna meselesidir. Öncelikle, hepimizin bu hakikate ikna olması gerekir.
Barıştan bir zafer çıkmaz, ancak sağlanacak bir barış ile Kürt Halk Önderi Öcalan, sürekli muhatapsız bırakılma hali ile çatışma/şiddet ve savaş döngüsüne mahkum edilmek istenen Kürt Özgürlük Hareketi’ni, Kürt halkının özgürlük mücadelesini çatışma/şiddet ikliminin dışına taşımış olacak. Bir asırdır çatışma ve şiddet sarmalında çıkmamış Kürt sorunun varlığından Türkiye’nin bütün demokrasi güçleri büyük bir abluka içinde yaşamak zorunda bırakıldılar.
Barıştan bir zafer çıkmaz ama devletin keyfi bir şekilde kendisine muhalif her bireyi ya da barış arayışını, barış kelimesinin kendisini bile bir anda “terörle iltisaklı”lar torbasına atıp yıllarca tutsak ettiği bir Türkiye’den çıkmanın ihtimali belirir.
Barıştan zafer çıkmaz ama milyonlarca barış emekçisi ile artık yeni bir Türkiye konuşulabilir. Acabalarımız, kaygılarımız, kuşkularımız bir yana, bugün için barış emekçisi olmak her zamankinden daha çok çalışmak demektir.
Tıpkı Bertolt BRECHT’in dediği gibi; “ Ama barış ağaç değil, ot değil ki yeşersin. Sen istersen olur barış, istersen çiçeklenir.”