Görünüşün kendisi tarihsel ve gerçekliğe aittir
Forum Haberleri —

sanat
- Çağımızın sanat ve sanatçı anlayışının aşamadığı da budur; rekabeti yaratıcılık ve devrimci ruhtan ziyade maddi gelirle sınırlandırır ve sanatını pazara sunar. Pazara sunulan sanat ise gerçek sanat olamaz.
- Düşünmek, tarihle olduğu kadar somut gerçeklerle de sıkı sıkıya bağlıdır. O halde düşünmek, bir sanat, bir yaratım ve bir "ben"in kendini başka "ben"lerle aşma eylemidir.
ŞEMSETTİN ÖZER
İnsanın hayatındaki duygularını, hayallerini, acılarını ve tarihini anlatması, sanatın bütünsel bir alanıdır. İster görsel, ister yazınsal, ister sözlü olsun sanatı gelişmemiş bir toplum belleksiz bir toplumdur. Demek ki sanat, bir toplumun gözü, kulağı ve bilincidir. Hiçbir şey, insanı bu denli estetik bir biçimde anlatamaz.
Belki de sanatın en zorlu sınavı, toplumla bağını kopardığı andır. Çünkü sanat, tarihsel ve toplumsal değerler üzerinde beslenir. Örneğin, bir yazar, ressam veya söz sanatçısı, "Kendimi anlatamıyorum" dediği anda, aslında farkında olmadan kendini anlatmaya başlar. Bu, toplumun bir yansımasıdır. İşte buna "toplumcu sanat" diyoruz. Sanatçının eseri, çoğu zaman bilincin perdesi arkasında kalan benliğin bir izdüşümüdür. Karakterler, olaylar, imgeler; hepsi birer örtü gibi görünse de, altından sızan asıl hikâye, sanatçının kendisidir. Bu, bir karakterin ardına saklanarak kendini açığa çıkarma sürecidir. Belki de en derin gerçeklik, doğrudan değil, dolaylı yoldan anlatılırken ortaya çıkar. Sanatçı, karakterlerini yaratırken yalnızca dış dünyayı değil, iç dünyasını da biçimlendirir.
Kendi hayatını doğrudan anlatmak, çıplak kalmak gibidir. Kelimelerin ardına sığınmamak, ironinin, mecazın ve kurgunun sağladığı koruyucu mesafeden yoksun olmaktır. Sanatçı, çoğu zaman kendini anlatmak ister, ancak aynı zamanda toplumsal bir duyguyla hareket eder ve özgürlük için mücadele eder. Toplumun yargıları, geçmişin ağırlığı veya kişinin içsel korkuları, bu doğrudan anlatımı zorlaştırır. Sanatçı, düşünceyi duyguya dönüştürerek öncülük eder. Bu nedenle kurmaca dünyalar yaratır; kendi benliğini parçalara ayırır, böler, çoğaltır. Bazen bir kahramanın gözünde, bazen bir düşman figüründe kendine yer bulur. Belki de bu dolaylı anlatım, hakikatin daha derin bir biçimidir. Çünkü sanatçı, kurmacanın içinde hem saklanır hem de kendini açığa vurur. Kaçışla yüzleşme iç içe geçer.
Her karakter, bir parça benliktir; bastırılmış arzular, çocukluk izleri, korkular veya hiç söylenememiş cümleler… Bir karakter ne kadar uzak görünürse görünsün, bir jestinde, bir susuşunda veya en sıradan eyleminde bile sanatçının izini taşır. Bazen bu karakter, sanatçının olmak istediği kişidir; bazen de kaçmaya çalıştığı. O yüzden kurmaca, benliğin aynadaki kırık yansımaları gibidir. Her kırık, başka bir hakikati gösterir. Sanatçı, bu kırıkların toplamında kendine dair en dürüst portreyi çizer.
Varlığın bir biçimidir, ancak doğrulanmış varlığın bütünü olamaz. İlk olarak, hayali varlıklar tarafından oluşturulan nesneye dayanmayan bir imgedir; fakat bu bir kurgu değildir. Kurgu, yaratıcılık ve planlamayla zihnin bir şeyi tasarlayıp sistemli hale getirmesidir; başka bir deyişle, geleceğe dair bir tasarıdır. Bu nedenle bakış açısı kritik önem taşır. Eğer insanın tarihle deneyimlenmemiş bir dünya görüşü yoksa, görünüşün karakteri de sorunlu hale gelir. Ya da bozulmuş bir ruh haliyle kendi gerçeğini göremeyen veya inkâr eden bir duruma dönüşür. Dolayısıyla, sanatçı pozitivist sanat anlayışını aşamıyorsa- ki çağımızın sanat ve sanatçı anlayışının aşamadığı da budur- rekabeti yaratıcılık ve devrimci ruhtan ziyade maddi gelirle sınırlandırır ve sanatını pazara sunar. Pazara sunulan sanat ise gerçek sanat olamaz. İşte bunu aşamayan sanatçı, zamanla "nasıl çıkar elde ederim?" kaygısına düşer ve sanat, sanat olmaktan çıkar. Ya da sanatçı, patolojik bir karaktere bürünerek yaratımdan uzaklaşır.
Sanatçının tarihsel rolü ve sorumluluğu
Sanatçı, tarihsel gelişim süreçleri açısından bakıldığında, en büyük bedeller pahasına daha karmaşık ve üretken toplum biçimlerine yükselmiştir. Şüphesiz ki bu gelişmelerin ağır maliyetleri olmuştur. Belki de en fazla bedel ödeyen, sanatçıdır. Sanatçı, devrimci ruha sahip olduğu için daima iktidarların hedefinde yer almıştır. Bu bağlamda, sanatçı ile eser arasındaki ilişki yaratıcılıkla kurulur. Yaratıcılık, kısaca ifade edilirse, daha önce var olmayan yeni bir şeyin ortaya çıkmasıdır. Sanatçı, çevresindeki, zihnindeki ve deneyimlerindeki her türlü unsurdan etkilenebileceği gibi, aynı zamanda onları da etkiler. Tarihsel olaylardan ve gerçeklikten hareketle; duyusal, ruhsal ve entelektüel olarak etkilenir ve toplumu da dönüştürür. İşte tam bu noktada felsefe devreye girer: Felsefe, sanatçıya doğru bir bakış açısı kazandırır.
Sanatın tarihsel bilgisi, dünyaya bakışı şekillendirdiği gibi, imgeyi varlığa dönüştürme sürecini de somutlaştırır. Dolayısıyla düşünmek, tarihle olduğu kadar somut gerçeklerle de sıkı sıkıya bağlıdır. O halde düşünmek, bir sanat, bir yaratım ve bir "ben"in kendini başka "ben"lerle aşma eylemidir. Aynı zamanda geçmişle şimdiki zaman arasında köprü kurar, analiz eder ve geleceği inşa eder.
Bu konuda Kürt sanatı, tarihsel derinliğiyle büyük bir zenginliğe sahiptir. Özgürlük Hareketi, her zaman sanata değer vermiş ve kıt olanaklarla Kürt sanatını ve edebiyatını geliştirmiştir. Sorun şudur: Değerlerle beslenen bir sanat, yine değerlerle var olur ve çıkar gözetmeksizin özgürlük davasına adandığında gerçek anlamını bulur. Bu, hem yurtseverlik duygusuyla hem de özgürlük felsefesiyle alakalıdır. Özgürlük, sanatçının felsefesinden uzaklaştığında, sanat araçsallaşır ve anlamını yitirir. Dünyadaki sosyalist sanatçıların eserleri hâlâ güncelliğini koruyorsa, bunun nedeni çıkarsız bir sanat anlayışına sahip olmalarıdır. Klasik sanatın kalıcılığı da bundandır. Dolayısıyla sanat-sanatçı diyalektiği, insanlık gelişiminde daima öncü role sahip olmuştur. Bu anlamda sanatçı taraflı davranır. Tarafsızlık, ilkesizliktir; bakış açısından ve estetik anlayışından yoksun olmaktır. Net olmayan bir dünya görüşü, sanatçıyı pozitivist anlayışa hapseder. Evet, tarafsızlık ilkesizliktir; paraya ve çıkara sanatını kurban etmektir. Bu tür sanat ancak dönemsel bir duygu olabilir ve tarihsel olamaz.
Ne yazık ki, Özgürlük Hareketi’nin değerleriyle sanatını inşa eden bazı sanatçılarımız, popülerlik arttıkça bencilleşiyor ve hareketle aralarına mesafe koyuyor. Daha önce mücadelenin kurumlarıyla iç içe olan bu kesimler, giderek görünmez oluyor. Oysa unutmamalıyız ki, bugün yazabiliyorsak, söyleyebiliyorsak, nefes alabiliyorsak ve özgürlükten söz edebiliyorsak, bu verilen bedeller sayesindedir. Şehitlerimize sahip çıkmak, başta sanatçılarımız olmak üzere hepimizin boynunun borcudur. Tarihin bize yüklediği ahlaki sorumluluk da budur.
Bu anlamda, sanat ile felsefeyi birleştirmek, sanatçının duyarlılığını harekete geçirir ve özgürlüğü tetikler. Özgürlük, zihinde somut koşulların olgunlaşmasıyla kendini gösterir. Tarih, sorumluluk üstlenen devrimci sanatçıyı zorunlu kılar.