Hesap vermeden idam edildi

Dosya Haberleri —

Rizgar Muhammed Amin

Rizgar Muhammed Amin

  • Enfal ve Halepçe dosyaları, Saddam’ın Duceyil davasındaki infaz hükmünün ardından açılabildi. Bu nedenle söz konusu suçlardan şahsen yargılanması mümkün olmadı. Bir hukukçu olarak, Saddam’ın Kürtlere karşı işlediği suçlar nedeniyle hesap vermeden idam edilmesini doğru bulmuyorum.
  • Bu davaların bir diğer önemli yönü de, kimyasal silahların kaynağı ve dış güçlerin rolü gibi kritik başlıkların yeterince araştırılamamış olmasıydı. Oysa bu konular, sadece Irak içi değil, uluslararası sorumlulukları da ortaya koyabilecek önemdeydi.
  • Siyasette ahlak aranmaz. Saddam, Amerika’yla uzun yıllar yakın ilişkilere sahipti. Halepçe, Enfal ve Feylî Kürtlere yönelik katliamlar da bu dönemde yaşandı. Eğer Amerika bu katliamları engellemek isteseydi, engelleyebilirdi. Kimyasal silahlar da ilk kez Halepçe’de değil, İran-Irak Savaşı sırasında iki tarafça da kullanıldı.

ERKAN GÜLBAHÇE

Rizgar Muhammed Amin, Saddam Hüseyin’in Kürtlere karşı işlediği suçlardan yargılanmadığına dikkat çekerek, “Saddam Hüseyin’in bu suçlardan yargılanmadan infaz edilmesi ve uluslararası aktörlerin sorumluluğunun hukuk önüne çıkarılamaması, sürecin en büyük eksiklerinden biri olarak kaldı” diyor. Baas rejimi sonrası Güney Kürdistan’da oluşturulan hukuk düzeninin siyasi partilerinin etkisi altında olduğuna da işaret ederek, ''Yargı yalnızca yasal metinlerle değil, kurumsal kültür ve toplumsal bilinçle de korunmalıdır'' sözleriyle Saddam dönemindeki yargı kontrolü ile bugünkü siyasi müdahaleler arasında derin farklar olmadığına dikkat çekiyor.

Rizgar Muhammed Amin’le yaptığımız söyleşinin ikinci ve son bölümünde, Saddam Hüseyin’in Kürtlere karşı işlediği suçlardan neden yargılanmadan idam edildiğini ve Saddam sonrası Irak’ta yargı düzeninin nasıl şekillendiğini konuştuk.

 

 

Saddam Hüseyin’in Kürtlere karşı işlediği suçlar, özellikle Enfal, Halepçe ve Feylî Kürtlere operasyonu, mahkemede yeterince tartışıldı mı? Kimyasal gazların kaynağı ya da dış güçlerin rolü açıklığa kavuşabildi mi?

Enfal operasyonları, Irak tarihinin en karanlık dönemlerinden biridir. Ancak benim başkanlık ettiğim dava yalnızca 1982’de Duceyil kasabasında yaşanan olaylarla sınırlıydı. Saddam Hüseyin’e yönelik bir suikast girişiminin ardından gerçekleşen tutuklamalar, işkenceler ve en az 148 kişinin infazı yargılandı. Ne Enfal ne Halepçe ne de Feylî Kürtlere yönelik politikalar bu dosyada yer aldı; bu suçlara dair ne tanık dinlendi ne de delil sunuldu.

Enfal ve Halepçe dosyaları, Saddam’ın Duceyil davasındaki infaz hükmünün ardından açılabildi. Bu nedenle söz konusu suçlardan şahsen yargılanması mümkün olmadı. Yargılamalar daha çok dönemin Baas rejimi yetkilileri hakkında yürütüldü. Bazı kararlar, Enfal’i insanlığa karşı suç, hatta soykırım olarak tanımladı. Ancak böyle sembolik bir figürün bu suçlardan da yargılanması, yalnızca hukuki değil, tarihsel ve vicdani açıdan da büyük önem taşıyordu. Ne yazık ki bu gerçekleşmedi. Bir hukukçu olarak, Saddam’ın Kürtlere karşı işlediği suçlar nedeniyle hesap vermeden idam edilmesini doğru bulmuyorum.

Enfal ve Halepçe ile ilgili yargılamalarda, dönemin önemli isimleri Ali Hasan el-Mecid (Kimyasal Ali), Sultan Haşim Ahmed, Hüseyin Raşid el-Tikriti ve Tahir Tawfiq al-Ani gibi kişiler doğrudan sorumlu olarak mahkeme önüne çıkarıldı. Fakat Saddam’ın bireysel sorumluluğu bu davalarda ele alınamadı; çünkü Duceyil davası esas alınarak infaz süreci hızla sonuçlandırıldı.

Bu davaların bir diğer önemli yönü de, kimyasal silahların kaynağı ve dış güçlerin rolü gibi kritik başlıkların yeterince araştırılamamış olmasıydı. Oysa bu konular, sadece Irak içi değil, uluslararası sorumlulukları da ortaya koyabilecek önemdeydi. Ancak mahkemenin delil toplama yetenekleri büyük ölçüde Irak ile sınırlıydı ve dış aktörlerin iş birliği de çoğu zaman yetersiz kaldı. Bu nedenle, silahların tedarik zinciri ve dış destek unsurları derinlemesine incelenemedi.

Sonuç olarak, bazı failler cezalandırılmış olsa da, Enfal ve Halepçe davalarında adalet tüm yönleriyle sağlanamadı. Saddam Hüseyin’in bu suçlardan yargılanmadan infaz edilmesi ve uluslararası aktörlerin sorumluluğunun hukuk önüne çıkarılamaması, sürecin en büyük eksiklerinden biri olarak kaldı.

2003 sonrası Irak Anayasası’nın kabulüyle birlikte Kürdistan Bölgesi kendi yargı sistemini geliştirme yönünde hangi adımları attı? Bu süreçte bağımsız bir yargı yapısı kurmak ne ölçüde mümkün oldu?

2005 Irak Anayasası, Kürdistan Bölgesi’ne yalnızca idari değil, yargı alanında da özerklik tanıdı. Bu, Kürtlerin tarihsel olarak ilk kez kendi hukuk sistemlerini anayasal güvence altında kurabildikleri bir dönemin başlangıcıydı. Bu çerçevede yüksek mahkeme, savcılık yapısı ve temyiz sistemi dahil olmak üzere kendi yargı organları oluşturuldu; ceza ve hukuk mahkemeleri yeniden yapılandırıldı, yargıç atamaları bölgesel düzeyde yetkilendirildi.

Ancak süreç beklenildiği kadar sorunsuz ilerlemedi. Saddam döneminden kalan sistem, hem zihniyet hem mevzuat açısından sorunluydu. Kürt yargıçların teorik bilgisi olsa da pratik deneyimleri sınırlıydı. Birçok yasa hala Bağdat tarafından hazırlanıyordu; Kürdistan Bölgesi kendi hukuk metinlerini üretmekte gecikti. Bu durum, anayasal güvenceye rağmen yargının bağımsızlığını pratikte kırılgan hale getirdi.

Zamanla bazı iyileşmeler sağlandı. Dosya takibi, duruşma sürekliliği, kararların gerekçelendirilmesi gibi alanlarda belirli bir düzen oluştu. Ancak bağımsızlık ve şeffaflık hala yapısal ve kültürel düzeyde temel sorunlar olarak sürüyor. Güney Kürdistan’da yargı, büyük ölçüde KDP ve YNK gibi siyasi partilerin etkisi altında. Mahkemelerin bu partilerin yönlendirmesiyle karar verdiği vakalar görüldü. Bu bağlamda, Saddam dönemindeki yargı kontrolü ile bugünkü siyasi müdahaleler arasında derin farklar olduğu söylenemez.

Yargıçlar hukuken bağımsız görünse de, atama, terfi ve görev değişikliklerinde siyasi aktörlerin etkisi açıkça hissediliyor. Bu baskılar özellikle siyasi boyutu olan davalarda oto-sansüre yol açıyor ve halkın adalete olan güvenini zedeliyor. Yargı yalnızca yasal metinlerle değil, kurumsal kültür ve toplumsal bilinçle de korunmalıdır.

 

 

Yargı sisteminin halka erişilebilirliği konusunda son 20 yılda ne gibi iyileşmeler sağlandı? Bugün vatandaşlar adalete ulaşma konusunda hangi zorluklarla karşılaşıyor?

Adliyeye erişim konusunda fiziksel iyileştirmeler sağlandı; Süleymaniye, Hewlêr ve Duhok gibi şehirlerde adliye binaları yenilendi, dijital arşivleme ve dava takip sistemleri kuruldu. Avukat sayısı arttı, hukuk fakülteleri daha fazla mezun vermeye başladı. Bu gelişmelerle birlikte mahkemelere fiziksel erişim kolaylaştı. Ancak erişim yalnızca mekansal değildir; ekonomik koşullar, toplumsal eşitsizlikler ve dil farklılıkları da belirleyici faktörlerdir. Kırsal bölgelerde yaşayan, gelir düzeyi düşük bireyler ya da kadın hakları ihlallerine uğrayanlar hala yargı sistemine ulaşmakta zorlanıyor. Kadınların boşanma, şiddet ve nafaka gibi konularda yeterli hukuki desteğe erişememesi ciddi bir sorundur. Ayrıca bazı davaların yıllarca sürüncemede kalması, taraflı bilirkişi raporları ve yargı sistemindeki rüşvet iddiaları, toplumun adalete olan güvenini zedeliyor. Yargıya erişim artmış olsa da bu erişim eşit dağılmıyor. Özellikle dezavantajlı gruplar için kamu destekli adli yardım mekanizmalarının kurulması büyük bir ihtiyaçtır. Yargı yalnızca güçlülerin değil, herkesin erişebileceği bir alan olmalıdır.

Mevcut hukuk sisteminin eksiklikleri nelerdir? 2000’li yıllarla kıyasladığınızda, hukukun üstünlüğünü ve yargı bağımsızlığını güçlendirmek için bugün en acil ihtiyaç duyulan reformlar hangileridir?

Bugünkü hukuk sisteminde en temel eksiklik, yargının siyasal etkiden tam anlamıyla arındırılamamış olmasıdır. Anayasal olarak bağımsız görünen yargı organları, uygulamada hala siyasi yapıların ve yürütme organlarının etkisi altındadır. Bu durum, özellikle kamuoyunu ilgilendiren ya da siyasi boyutu olan davalarda açıkça hissedilmektedir. Atama, terfi ve görevden alma süreçlerinde liyakatten çok siyasi yakınlık belirleyici olmaktadır.

2005–2010 yılları arasında daha reformcu ve özgür bir atmosfer hakimdi. Yeni anayasanın kabulüyle birlikte yargının kurumsallaşması ve hukuk devleti ilkesinin yerleşmesi yönünde önemli adımlar atılmıştı. Ancak son yıllarda siyasal gücün yoğunlaşması ve kurumsal etkilerin artması bu kazanımları zayıflatmıştır. Yargı bağımsızlığı bugün geçmişe göre daha büyük bir tehdit altındadır.

Bugün en acil ihtiyaç duyulan reformlar arasında şunlar yer almalıdır:

• Yargıç ve savcı atamalarında bağımsız, liyakat esaslı kurulların belirleyici olması

• Siyasi otoritelerin yargı süreçlerine müdahalesini engelleyecek denetim mekanizmalarının güçlendirilmesi

• Kararların gerekçeli, şeffaf ve kamuoyuna açık biçimde açıklanması

• Yargı mensuplarının güvenliğini sağlayacak yapısal önlemlerin alınması

• Dezavantajlı gruplar için kamu destekli adalete erişim sistemlerinin kurulması.

Yargının en büyük gücü yasadan değil, halkın adalet duygusundan ve yargıcın vicdanından gelir. Bu nedenle, siyasi ve idari baskılardan arındırılmış bir yargı yapısı olmadan gerçek anlamda hukuk sistemi inşa edilemez.

 

 

Son olarak, idam cezasına bakış açınızı paylaşır mısınız?

Ben şahsen idam cezasına karşıyım. Çünkü geri dönüşü yoktur. Eğer idam edilen bir kişinin suçsuz olduğu daha sonra ortaya çıkarsa, bu karar telafi edilemez. Adalet, intikam değil, tarafsız ve hakkaniyetli bir yargılamadır. Uluslararası ceza mahkemelerinde idam cezası yoktur ama bu, adaletin sağlanmadığı anlamına gelmez. Aksine, bu mahkemelerde adaletin daha sağlıklı işlediğini görüyoruz.

Saddam Hüseyin, 37 yıl boyunca iktidarda kaldı ve birçok ağır suç işledi. Halkına, hatta ailesine karşı acımasızdı. Kendini tehdit olarak gördüğü yakın akrabalarını bile öldürmekten çekinmedi. Ancak çok kısa sürede yargılanarak idam edildi. Oysa işlediği tüm suçlardan detaylı şekilde yargılanması gerekiyordu. Bu, hem sorumluluğunun belgelenmesi hem de diğer faillerin açığa çıkarılması açısından gerekliydi. Bu da ne yazık ki gerçekleşmedi.

Siyasette ahlak aranmaz. Saddam, Amerika’yla uzun yıllar yakın ilişkilere sahipti. Halepçe, Enfal ve Feylî Kürtlere yönelik katliamlar da bu dönemde yaşandı. Eğer Amerika bu katliamları engellemek isteseydi, engelleyebilirdi. Kimyasal silahlar da ilk kez Halepçe’de değil, İran-Irak Savaşı sırasında iki tarafça da kullanıldı.

 

* * *

Rizgar Muhammed Amin Kimdir?

Rizgar Muhammed Amin, 1957 yılında Güney Kürdistan’ın Süleymaniye kentinde dünyaya gelmiş, Kürt bir hukukçudur. İlk, orta ve lise eğitimini Süleymaniye’de tamamlayan Amin, 1980 yılında Bağdat Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Irak’ta Baas rejiminin hüküm sürdüğü yıllarda Baas Partisi’ne katılmayı reddettiği için yaklaşık 10 yıl boyunca yalnızca yardımcı hakim olarak görev yapabildi. Ancak 1990 yılında bağımsız yargıç olarak atanmasının ardından kariyeri hızla yükselişe geçti. Süleymaniye Ceza Mahkemesi Başkanlığı ve Bölge Temyiz Mahkemesi Başkan Yardımcılığı gibi üst düzey görevlerde bulundu.

2005 yılında Irak Özel Mahkemesi tarafından açılan Saddam Hüseyin davasında Başyargıç olarak atandı. Mahkeme üzerindeki siyasi baskılar ve kamuoyundaki çelişkili tepkiler nedeniyle 14 Ocak 2006 tarihinde görevinden istifa etti. Yerine yine Kürt asıllı yargıç Rauf Rashid Abd al-Rahman getirildi. Sonraki yıllarda aktif siyasetten uzak duran Amin, hukuk alanındaki birikimini akademik ve toplumsal alanlarda paylaşmayı sürdürdü. 2025 yılı itibarıyla Sulaimani Amerikan Üniversitesi’nde hukuk öğrencileriyle deneyimlerini paylaşarak yargıç bağımsızlığı, etik sorumluluk ve adaletin evrensel ölçütleri hakkında seminerler vermektedir.

 

 

* * *

The New Yorker : Bir adalet vicdanı

Saddam Hüseyin’in yargılandığı sürece dair en kapsamlı uluslararası analizlerden biri, The New Yorker dergisinde 31 Ekim 2005 tarihinde yayımlandı. Derginin deneyimli yazarı Jon Lee Anderson’ın kaleme aldığı bu uzun yazıda, mahkemenin başkanı olan Kürt yargıç Rizgar Muhammed Amin’in tavrına özel bir bölüm ayrılmıştı. Anderson’a göre bu dava, yalnızca bir diktatörün suçlarına ilişkin değil; Irak’ın kendi geçmişiyle, bastırılmış adalet duygusuyla ve halkların yaşadığı büyük acılarla yüzleşme çabasıydı. Bu yüzleşmenin başında yer alan isim olarak Rizgar Amin, mahkemeye beklenmedik bir ciddiyet ve etik derinlik kazandırmıştı.

Anderson, mahkeme salonundaki atmosferi ayrıntılarıyla aktarırken Saddam Hüseyin’in inkarcı, zaman zaman küçümseyici ve meydan okuyucu tavırlarına karşılık Rizgar Amin’in dikkat çekici bir sükûnet, sabır ve tarafsızlık sergilediğini özellikle vurguluyordu. Diktatör, her fırsatta mahkemeyi itibarsızlaştırmaya çalışsa da Amin, hukuki prosedürlere bağlı kalmış, kişisel tepki vermek yerine yargının onurunu temsil etmişti.

Yazıda Amin’in Kürt kimliği ayrıca önemli bir noktaya taşınıyordu. Yıllarca Kürt halkına zulmetmiş bir rejimin lideri şimdi bir Kürt yargıcın önündeydi. Bu tarihsel ironi, mahkemenin sembolik gücünü artırıyordu. Ancak Rizgar Amin bu sembolizmi öfkeye ya da şahsi hesaplaşmaya çevirmemişti. Tam tersine, hukukun evrensel ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalarak yargıç kimliğini Kürt kimliğinin önüne koymuştu. Bu tutumu, hem uluslararası hukuk çevrelerinde hem de gözlemciler nezdinde saygıyla karşılandı.

Yazıda davaya dair bazı eleştiriler de yer alıyordu. Özellikle yargılamanın uluslararası hukuk standartlarına her yönüyle uymadığına dair itirazlar dile getirilmişti. Ancak Rizgar Amin’in kişisel duruşu, sürece hem ahlaki hem de hukuki anlamda meşruiyet kazandıran en güçlü unsur olarak öne çıkarılmıştı. Saddam’ın “Bu mahkeme gayrimeşrudur” diyerek yönelttiği siyasi çıkışlara karşı, Amin’in sessiz ama kararlı tavrı, hukukla siyasetin kesiştiği bu çetin noktada yargının vicdani gücünü temsil ediyordu.

Belki de yazının en çarpıcı cümlesi şuydu: “Amin’in duruşmadaki sessizliği, aslında yargının en yüksek sesiydi.” Bu ifade, Rizgar Amin’in o salonda yalnızca bir yargıç değil; aynı zamanda bir adalet vicdanı olarak durduğunun en sade ama en güçlü ifadesiydi.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.