İnsanlığa gönderilmiş mektuplar

Dosya Haberleri —

  • Amed, İstanbul, Ankara, İzmir ve Van’da izleyici ile buluşan, 'İnsanlığa gönderilmiş mektuplar' belgeselinin yönetmeni Yusuf Kenan Beysülen ve hikâyeleri belgesele konu olan Elif Turan ile Şendoğan Yazıcı'yla konuştuk. 
  • Uzun bir çalışmanın ardından izleyiciyle buluşan belgesel, Yemin, Etik, Vicdan, Düğün, Vazgeçmeyeceğiz ve Umut gibi mektuplar adı altında ele alınan hikâyelere yer veriliyor. Yönetmen Yusuf Kenan Beysülen, 'Türkiye’de hak ihlaline uğramış çok insan var, fakat mücadele veren az' diyor

MAHİR FIRAT FİDAN/AMED

Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV),“İnsan Hakları Ortamının Yeniden İnşası İçin İfade, Medya, Örgütlenme ve Toplanma Özgürlüklerini Savunmak” projesi kapsamında hazırladığı “İnsanlığa Gönderilmiş Mektuplar” adlı belgesel Amed, İstanbul, Ankara, İzmir ve Van’da izleyici ile buluştu. Ayrıca 12. TİHV İnsan Hakları Belgesel Film Günleri’nde online olarak gösterime girdi. 2 yıllık sürece yayılan bir projenin parçası olan belgesel, Türkiye’de hak mücadelesi veren 12 aktivistin yaşamına odaklanıyor. Hakikat, Yemin, Etik, Vicdan, Düğün, Vazgeçmeyeceğiz ve Umut gibi mektuplar adı altında ele alınan hikâyeler, izleyiciye Türkiye’de hak arama mücadelesinin bir panoramasını sunuyor.

Bir hafıza aktarıyor

Belgesel, hikâyeleri ele alınan aktivistlerin gündelik yaşamından kesitler sunarken, aynı zamanda hak arama mücadelesi sırasında sembol haline gelmiş mekânlarla izleyiciye bir hafıza aktarıyor.

Bizde, belgeselin yönetmeni Yusuf Kenan Beysülen ve hikâyeleri belgesele konu olan Elif Turan ve Şendoğan Yazıcı ile “İnsanlığa Gönderilmiş Mektuplar”ı ve Türkiye’de hak arama mücadelesini konuştuk.

Çekim süreci

İlk olarak belgeselin yönetmeni Yusuf Kenan Beysülen ile belgeselin yapım sürecini konuşuyoruz. Beysülen öncelikle belgeselin isminin nerden geldiğini şu sözlerle anlatıyor: “Vakfın Genel Sekreteri Coşkun Üsterci ilk görüşmemizde Cemal Süreya’nın Emil Galip Sandalcı için söylediği ‘İnsanlığa gönderilmiş bir mektuptur’ sözünün insan hakları mücadelesi için öneminden bahsetmişti. Emil Galip Sandalcı, Türkiye’de insan hakları mücadelesinin sembol isimlerindendi. Bu sözü çok sevdim. Ve bu sözden hareketle belgeselin mektup, mektup olmasına ve adının da ‘İnsanlığa Gönderilmiş Mektuplar’ olmasına karar verdim. 26 Haziran’da çekim süreci başladı. Uzun uzun söyleşiler yaptık. Her aktivistin hikâyesinin, geleceğe kalması açısından bir sözlü tarih çalışması olarak belgelenmesini de istedik. O uzun söyleşilerin içerisinde de belgeselin içinde yer alabilecek en etkileyici bölümleri seçtik. Nihayetinde Kasım ayı sonunda belgesel bitti ve izleyici ile buluştu.”

Yusuf Kenan Beysülen

Cesaret ve umut...

Belgeselde, Nigün Toker Kılıç, Elif Turan, Şendoğan Yazıcı, Maside Ocak, Cemal Babaoğlu, Besna Tosun, İlknur Üstün, Şevval Kılınç, Yusuf Ak, Murat Çelikkan, Eren Dağıstanlı ve Hacer Foggo’nun hak arama mücadeleleri anlatılıyor. Türkye’de hak ihalenle uğramış ve hak mücadelesi veren birçok insan varken, kişilerin nasıl ve hangi kriterlere göre belirlendiğini ise Beysülen,“Türkiye’de hak ihlaline uğramış birçok insan var, fakat insan hakları mücadelesini sürdüren az insan var. İsimler vakıf tarafından belirlemişti. Yani bir hazırlık süreci vardı. İhlallerin bu kadar çeşitli ve fazla olduğu bir ülkede isimler konusunda zorlandıklarına eminim. Ama kriterleri şöyle tarif edebilirim: Birincisi, bir ihlale maruz kalmış ve bu yaşadığı bu ihlalden sonra insan hakları mücadelesine katılmış ve diğer alanlardaki mücadelelere destek veren ya da ihlale uğramasa da gördüğü haksızlık ve ihlallere karşı her alanda mücadele eden insanlar. Yani insan hakları mücadelesini şiar edinmiş isimler. İkincisi, genel olarak kamuoyunda pek bilinmeyen aktörler. Üçüncüsü, insan hakları mücadelesinde inat eden, mücadeleyi kararlılıkla sürdüren, cesaret ve umut veren insanlar…” diye vurguluyor.

Mücadele var

Türkiye’de en temel insan hakları konusunda bile ilerleme kaydedilmediğini ve en temel insan hakkı konularında büyük sorunlarla karşı karşıya kalındığının altını çizen Beysülen, böylesi bir süreçte izleyici ile buluşan belgeselin önemini şu sözlerle özetliyor: “İhlaller var, ama mücadele edenler de var. İnatla, karalılıkla, cesaretle mücadele eden insanlar. Bu belgeselde bunu görüyoruz. Bence bu belgeselin önemi burada gündeme geliyor. Bu belgeselde öyküsünü anlatan hak savunucuları umutlular. İhlallerin olmadığı, demokratik bir ülke için mücadele ediyorlar. 'İyi bir ülke, iyi bir dünya, demokrasi ve barış için herkes bir yerden bu mücadelenin bir parçası olabilir' diyorlar. Bunu bize gösteriyorlar. İnsanlara cesaret ve umut veren bir belgesel olduğu kanaatindeyim.”

Etik

Hak arama mücadelesi belgesele konu olanlardan biride “Etik” mektubu başlığıyla Elif Turan… Turan 1990 yılında Amed’in Farqin ilçesinde dünyaya gelir. Amed merkezde büyüyen ve eğitim hayatını sürdüren Turan, 2009 yılında üniversite sınavlarına girer ve Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi bölümünü kazanır. 2015 yılında mezun olan Elif Turan aynı yıl Farqin’de doktorluk görevine başlar. 2015’de başlayan Özyönetim süreciyle beraber yaşadığı olay kendisinin de hukuksuz bir biçiminde mesleğinden edilmesi sürecini başlatacaktır. 

Ettiğimiz yemini hatırlatmak 

Elif Turan’ı dinliyoruz: “2015 Temmuz ayında mezun olduktan sonra genel kura atamasında kendi memleketimde görevimi yapmak istedim, genel kurada Farqin’i tercih ettim ve göreve başladım. Gözaltındaki kişiler gözaltına alındıkları sırada ve gözaltından çıktıktan sonra muayenelerinin yapılması için acile getiriliyorlardı. Çoğunlukla kelepçeli getiriliyorlardı ve muayene yerine kolluk kuvveti de gelmek istiyordu. Biz doktorluğa adım atmadan önce yemin ederiz ve bu yemine göre hastamın özerkliğine saygı gereği onunla yalnız olmam ve hastamın da kelepçeli olmaması gerekiyor. Çoğu zaman kelepçenin açılmasını istediğimde kolluk kuvveti direnç gösteriyor ve kelepçeyi açmak istemiyordu. Her defasında ettiğimiz yemini hatırlatmak ve diğer hastalarıma nasıl yaklaşıyorsam getirdikleri hastaya da öyle yaklaşacağımı söylemek zorunda kalıyordum.” 

Soruşturma açılmıştı

Olağanüstü halin ilan edilmesiyle beraber işlerinin daha da zorlaştığının altını çizen Turan, “OHAL’in ilanından sonra çok sayıda gözaltı acile muayene için getiriliyordu. OHAL ilanından sonra bir gün acilde nöbet tuttuğum sırada içeri polisler girdi ve adli muayenelerin olduğunu söylediler. O esnada muayene ettiğim hastalarım vardı bitirdikten sonra onları alabileceğimi söyledim. Benden otobüse gelip muayenelerini yapmamı istediler. Ben de otobüste muayene yapamayacağımı, bunun etik olmadığını söyledim ve muayene yerine getirilmelerini istedim. Savcıyla konuşalım isterseniz dediler. Ben de kiminle konuşursanız da otobüste muayene yapmayacağımı söyledim. Güvenlik gerekçesiyle getiremediklerini söylediler. Ben de oradan buraya onların güvenliği sağlanamıyorsa benim de güvenliğimin sağlanamayacağını söyledim. Gözaltına aldıkları kişilerin muayenelerinin yapılması için onları hastanenin içine getirmediler ne yazık ki başka bir hekim gitti. Birkaç gün sonra bana bir tebligat geldi, otobüsün içine gidip muayene etmediğim için bana soruşturma açıldığını ve gidip ifade vermem gerektiğini öğrendim. Etik kuralları bahane etmekten bana soruşturma açılmıştı. Hâlbuki ben mesleki ahlak ve etik değerler çerçevesinde hareket ettim" diye belirtiyor.

 

Elif Turan

Eğitim hayatı bitti

Elif Turan’a açılan soruşturma takipsizlikle sonuçlanır. Fakat Turan, 29 Ekim 2016 tarihine 675 sayılı KHK ile hiçbir gerekçe sunulmadan mesleğinden ihraç edildiğini öğrenir.Turan, ihraç olduktan sonra hayatında değişimler olur. Bir yandan Türkiye’deki hak arama mücadelesinden aktif rol almaya başlar, bir yandan da mesleğini devam ettirmeye çalışır. Fakat eğitim hayatını devam ettiremez. 

Haksızlık

Elif Turan içinde bulunduğu süreci şöyle anlatıyor: “Hekimlik yapmaya devam ediyorum. Şu an Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nda çalışıyorum. Diyarbakır Tabip Odası’nda oda başkanlığı görevini yürütüyorum. Anayasada temel hak olan eğitim hakkımız ihraçtan sonra kısıtlandı. İstediğim alanda uzmanlık eğitimi almak istiyorum fakat ihraçtan kaynaklı o eğitimi alamıyorum. Mesleki ahlak ve etik değerler çerçevesinde mesleğimi icra ederken hukuki bir yaptırımın olmasına üzüldüm. Etik değerlere uyduğum için değil uymadığımda soruşturmanın açılması gerekiyordu.”

Vicdan

Yaşamı ve mücadelesi belgesele konu olanlardan biri de “Vicdani retçi” Şendoğan Yazıcı… Yazıcı, belgeselde “Vicdan” mektubuyla yer alıyor. Şendoğan Yazıcı 1974 yılında Artvin’de doğar.  Lise sona kadar Artvin’de yaşar. Karadeniz Teknik Üniversitesi İşletme Bölümü’nü okumak için Trabzon’a gider. Üniversitede okurken sosyalist bir gençlik dergisi olan “Gençliğin Sesi” dergisinin yazı işleri müdürü olur ve ardından üniversiteyi bırakır İstanbul’a yerleşir. 

Resmi işkence!

Şendoğan Yazıcı, kendisini vicdani retçi olmaya götüren süreci, “Bu ülkede çocuklar ana sınıfından üniversiteye, oradan da askerliğe gidene kadar tepeden tırnağa ölüm ve savaşla yetiştiriliyor. Devlet binlerce yıldır topraklarda birlikte yaşadığımız halkları birbirine düşmanlık etmek için eğitmeye çalışıyor. Çocukluğumdan itibaren en nefret ettiğim ritüeller bayrak törenleri, resmi bayramlarda zorla askeri düzen şeklinde askerlerin ardından yürütülmek; 19 Mayıs’ta, 23 Nisan’da, 29 Ekim’de öğrencilere hazırlatılan teatral gösterilerin bile önemli bir kısmı savaş, ölüm, kahramanlık, askeri düzen vs. şaklabanlıklardı. Ben de en başından itibaren ortaokul ve lise yıllarında önce yukarıda saydığım dayatmalardan kaçarak, sonrasında üniversiteye gidince de ‘yasal’ yollarla tecil ettirerek askerliği erteleme yoluna gittim. 30 yaşından itibaren de vicdani retçi olmadan vicdani retçi gibi davranarak yaşamımı devletle mümkün olduğunca az temas kurarak sürdürmeye çalıştım” diye ifade ediyor.

 

122. retçi

Şendoğan Yazıcı

Şendoğan Yazıcı, 2000’li yıllarda vicdani ret yapan arkadaşları Osman Murat Ülke, Mehmet Tarhan, Halil Savda, Muhammed Serdar Delice, Mehmet Bal ve Enver Aydemir’in gördüğü işkencelere, baskılara ve aldıkları ayları bulan hapis cezalarına rağmen tutarlı duruşları ve verdikleri özgürlük mücadelesinden çok etkilenir ve üç yıllık bir hazırlık sürecinden sonra, 26 Haziran 2010 tarihinde Harbiye Orduevi önünde vicdani reddini 122. retçi olarak açıklar. Vicdani retçi olarak dört yıl İstanbul’da yaşadıktan sonra Artvin’e taşınır. Artvin’de tek vicdani retçi olduğu için daha önce arkadaşlarının yaşadığı süreci yaşamaya başlar. 

Para cezası

Yazıcı, bu süreci şöyle anlatıyor: “Devletin jandarması, polisi, cumhuriyet savcısı, mahkemesinin gündemine yavaş yavaş girmeye başladım. Bir süre sonra öylesine arttı ki çevirmeler, ev baskınları, uyduruk gerekçelerle jandarmaya, savcılığa emniyete çağırmalar haftanın en az totalde zaman olarak bir günü devletle istemeden de temas ederek geçiyordu. Her bir tutanak yeni bir dava, idari para cezası, hesaplara bloke konulması, hapis cezası var olan keyfi uygulamalardan bazıları. Devam eden davalar var, sonuçlananlardan 20 bin 940 TL para cezası aldım istinaf mahkemesine taşındı. Anayasa Mahkemesi’nde vicdani ret hakkının tanınmasını içeren iki bireysel dava var. Milli Savunma Bakanlığı aleyhine açtığım dava da Rize İdari Mahkemesi’nde reddedildi, şimdi Samsun Bölge İstinaf Mahkemesi’nde görülüyor.”

Kürt özgürleşmeden Türk özgürleşemez

Devletin yürüttüğü her türlü baskı uygulamasının kendisinin yıldıramayacağını söyleyen Yazıcı, çabasının ve mücadelesinin uluslararası yasalarda Türkiye Cumhuriyeti’nin imzaladığı ve tanıdığı “vicdani ret” hakkının ulusal yasalarda da güvence altına alınması olduğunun altını çiziyor.

Bu mücadeleyi verirken aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapılanmasının toplumsal karşılığını reddederek yola çıktığını söyleyen Yazıcı, “Türk devleti kurulurken kendine sunni müslüman ve Türk üst kimliğini esas aldı. Bu coğrafyada yaşayan milyonlarca farklı kimliklere, kültürlere, dinlere, uluslara katliamla, zorbalıkla bir devlet projesi olarak dayatıldı yıllarca. Kürtler hariç, bu dayatmaya direnemeyen halklar maalesef yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Kürtler bu topraklarda diliyle, kültürüyle, ulusal kimliğiyle binyıllardır yaşayan kadim bir halktır. Devletin zorbalığına, katliamlarına da ses çıkardığı, direndiği için devletin tüm kurumlarının zorbalığına, baskısına ve yok etme baskısına maruz kalmaktadır. Kürt halkı özgürleşmeden, devlet baskısını geriletmeden Türk halkı da özgürleşemez ve yaşanan zulme bugün olmazsa (ki olmaması imkansız) yarın maruz kalacaktır” diyor.

Kürt gençlerine çağrı

Vicdani reddin aynı zamanda bu militarist yapıya karşı bir direniş aygıtı olduğunu belirten 

Şendoğan Yazıcı, kendi mücadelesinden yola çıkarak Kürt gençlerine şöyle sesleniyor: “Devleti, orduyu öyle çok da gözünüzde büyütmeyin ve askere gitmeyi reddedin. Bugün yasal ve meşru bir hak olan vicdani reddi yaklaşık 420 kişi değil de 10 bin genç talep etseydi devlet mutlaka bir düzenleme yapmak zorunda kalırdı ve gidip hayatınızın en verimli yıllarını orduya suç ortaklığı yaparak veya bedelli parası ödeyerek geçirmek zorunda kalınmazdı. Türk devleti her zaman ülkede yaşayan milyonlarca genci devletin işlediği suçlara ortak edebilmek, her türlü suçu kitleselleştirerek toplumu da ortak ederek meşrulaştırmayı, toplumsallaştırmaya çalışıyor. Biz en azından suç makinesinin ordusunda yer almayı reddederek ordunun işlediği suçların hesabını devletten sorabilmenin mekanizmalarını yaratabiliriz.”

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.