‘Katletmek devletin bir tercihiydi’

Dosya Haberleri —

CIZRE

CIZRE

  • Kürdistan’ın özyönetim talebine “Çöktürme Planı” ile saldıran Türk devleti, 5 yıl önce 177 Kürt’ü Cizre’nin bodrumlarında katletti. İşlediği savaş suçlarının ve Kürt halkının direnişinin izlerini silmek isteyen devlet, kentin dört mahallesini neredeyse yok etti. HDP milletvekili olarak hem katledilen Kürtlerle hem de devletle görüşmeler yapan Faysal Sarıyıldız ve Meral Danış Beştaş, o günleri ve bugüne kadarki gelişmeleri değerlendirdi.

 

BARIŞ BALSEÇER

 

“Çöktürme Planı” doğrultusunda 2015 yılından itibaren Kürt halkının özyönetim talebine saldıran Türk devleti, Cizre’de insan hakları örgütlerinin raporlarına göre 288 kişiyi katletti. Bu kişilerden 177’si, 5 yıl önce, 7 Şubat 2016 günü, evlerin bodrum katlarında yakılarak veya ateşli silahlarla öldürüldü.

Katledilen Kürtlerden 14’ünün isimlerine belirlenmesine rağmen cenazeleri ailelerine verilmedi; keza cenazeler, ya bombalama ve yakılma sonucu tanınmaz hale gelmiş ya da bina enkazlarıyla birlikte Dicle nehrine dökülmüştü.

Cizre’deki devlet saldırıları sonucunda en çok yıkım, Cudi, Yafes, Sur ve Nur mahallelerinde yaşandı: Dört mahallenin yüzde 80’i yok edildi; 500 civarında binanın tamamı yıkılırken iki bini aşkın bina ise hasar gördü. Yasağın ardından da 500 ev daha “sağlam” raporu verilmesine rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Valilik talimatıyla yıkıldı. Türk devleti, ne Kürt halkının kentteki büyük direnişinin ne de işlediği savaş suçlarının izlerini geride bırakmak istiyordu.

‘Çöktürme Planı 7 Haziran’dan önce başladı’

HDP Grup Başkan Vekili ve Siirt Milletvekili Meral Danış Beştaş, devletin Çöktürme Planı doğrultusunda devreye koyduğu saldırıların henüz 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce başladığını belirtti ve HDP’nin Mersin ve Adana il binalarına düzenlenen bombalı saldırılar ile HDP’nin 5 Haziran 2015’te Amed’te düzenlediği mitinge yönelik bombalı saldırıyı örnek gösterdi.

İktidarın seçimlerden önce HDP’nin yüzde 10 barajını geçememesi için elinden geleni yaptığını belirten Beştaş, “7 Haziran seçimleri sonrasında AKP, 2002’den sonra ilk defa tek başına iktidar olamadı, bunların tümünü birlikte değerlendirmek gerekiyor” dedi.

Seçimlerin ardından 20 Temmuz’da Suruç, 10 Ekim’de Ankara katliamlarının, daha sonra ise Cizre, Silopi, Nusaybin, Sur, Yüksekova ve Varto’da ablukalar ve sokağa çıkma yasaklarının devreye konulduğunu söyleyen Beştaş, bunların savaş yöntemleri doğrultusunda tarafından gerçekleştirildiğinin altını çizdi. “Çözüm süreci boyunca, baştan beri güven sorunu vardı” diyen Beştaş, ekledi: “Kandil’e gidiş dahil Sayın Abdullah Öcalan ile görüşmeler, sürece dair iktidarın olumlu birçok açıklaması bulunuyor ama sonra makas değiştirdiler. Bu makası değiştirmeden önce çok yönlü tartıştıkları anlaşılıyor. Milli Güvenlik Kurulundaki tartışmalar da aslında bunu gösteriyor. Şimdi MHP ile ortaklık yapmaları da zaten bu sürecin en önemli göstergesidir.”

 

‘Yeterli olmadı, sonuç alamadık’

Peki o dönemde yaşanan vahşet ve direniş hikâyeleri arasında en çarpıcılarından olan Cizre’deki katliam yaşanırken HDP ne yaptı? Beştaş, bu soruyu yanıtlamaya meclis çalışmalarını hatırlatarak başladı: “Gelişen süreci takip ettik ve özellikle Cizre vahşet bodrumlarında ablukaya alınanların kurtulması için hakikaten olağanüstü bir çaba gösterdik ama yeterli olmadı, sonuç alamadık.”

Cizre’de bir katliam riskinin olduğunu ve meclisin acilen müdahale etmesi gerektiğini söyledikleri dönemde meclisin tatile girdiğini hatırlatan Beştaş, “Milletvekilleri, parlamento grupları, trajedinin yaşandığı bu bir haftalık süre içinde tatil yapmayı tercih ettiler” dedi. Acilen hastaneye kaldırılması gereken yaralılarla ilgili de başvurularda bulunduklarını ancak İçişleri Bakanlığının 23-27 Ocak tarihleri arasında “devleti ve hükümeti harekete geçirecek tek bir yanıt vermediğini” aktaran Beştaş, girişimlerinin sonuç vermemesi üzerine İdris Baluken, Osman Baydemir ve kendisinin İçişleri Bakanlığına giderek açlık grevine başladığını hatırlattı. Beştaş, açlık grevi ardından dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın kendilerine, “Bakan olarak Başbakan’ın talimatını da şu anda sizin yanınızda iletiyorum: Yarın bu meseleyi tamamen çözeceğiz” dediğini aktardı.

 

‘Ambulanslar 11 kez gitti’

Bu haberi partilerinin parlamento grubuna ve Cizre’ye aktardıktan sonra açlık grevine giren üç milletvekili olarak birinin İçişleri Bakanlığı, birinin ambulanslar ve birinin bodrumlarda ablukaya alınanlarla sürekli iletişim kurduğu bir koordinasyon oluşturduklarını aktaran Beştaş, devam etti: “Ben bodrumdakilerle konuşuyordum. Her şey koordineliydi, planlandığı gibi gidiyordu. İlk defa 28 Ocak tarihinde belediye ambulansının sivillerin ablukaya alındığı bodrumlardan birine bir kilometreden fazla yaklaşmasına izin verildi ama ambulansın geçmesine izin verilmedi. Ambulanslar 11 defa oraya gitti ama 11 defa da güvenlik güçleri, çatışma mizanseni yaratarak bodrumlara geçişi engelledi. DBP Parti Meclisi’nden Mehmet Yavuzel ile görüşüyordum. Dışarıya çıkmayı kendileri de kabul etmişti. Telefonda konuşurken dışarıda bir hareketlilik olduğunu söyledi. Ambulans olduğunu düşündük çünkü bize ambulansların kapıya kadar gittiği söylenmişti. Ama ambulans değil bir saldırı hareketliliği olduğu ortaya çıktı.”

 

‘Telefon kulağımdayken oldu’

Tam o sırada İçişleri Bakanlığı başta olmak üzere ilgilli bakanlıkları arayıp müdahale olduğunu ve önlem alınması gerektiğini belirttiklerini söyleyen Beştaş, “Telefon kulağımdayken müdahale oldu, çığlıklar telefondan duyuluyordu. Sonra telefonla iletişimimiz kesildi. Maalesef bodrumdakiler katledilmişti” dedi.

Bir haftayı aşkın bir süre boyunca bodrumdakilerle sürekli telefonla iletişim halinde olduklarını aktaran Beştaş, yiyecek, su ve ilacın bir süre sonra kalmadığını hatırlattı ve ekledi: “Dışarı çıkamıyorlardı, çünkü dışarı çıktıkları anda vuruluyorlardı. Yaralanan birçok kişi vardı. Bodrumda çocuklar vardı. Dışarıyla tek bağlantı telefondu. Bir an önce dışarı çıkmak istiyorlardı çünkü durumları gerçekten çok ciddiydi.”

 

‘Canlı çıkarılabilirdi, katliam bir tercihti’

Devletin bodrumda katledilenleri canlı olarak oradan çıkarma, tedavilerini gerçekleştirdikten sonra yargılama imkânı olduğunu belirten Beştaş, öldürmenin bir tercih olarak gündeme geldiğini söyledi. Tüm girişimlerine rağmen önleyemedikleri bu katliamın travmasını yaşamı boyunca unutamayacağını aktaran Beştaş, “Onlara söylemedik ama son ana kadar da bodrumlardaki onlarca kişiyi çıkarabileceğimize inandık” dedi.

Devlet ile iktidarın birbirinden ayrı ele alınamayacağını, bütün verilerin devlet ile AKP iktidarının birleştiğine işaret ettiğini söyleyen Beştaş, bu katliamlarla devletin Kürtlere “bir ders vermeyi amaçladığını” vurguladı. O dönemde Kürt kentlerinde görev yapan üst ve alt düzeydeki yetkililerinin çoğunun “cemaat operasyonlarıyla” tutuklandığına dikkat çeken Beştaş, “Ancak bunlara Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de, Silopi’de işledikleri suçlar sorulmadı. Neden bu kişileri Kürt illerinde işledikleri suçlardan yargılamıyorsunuz?” diye sordu.

İktidarın yaklaşımının “Bana karşı yapılanları cezalandırırım ama suç Kürtlere karşı işlenmişse cezalandırmam” olduğunu belirten Beştaş, işlenen katliamların ve insanlığa karşı suçların sorumlusunun iktidar olduğunun altını çizdi.

 

‘Böyle bir dünya, bu katliamı yargılayamaz’

 

Faysal Sarıyıldız, direniş ve katliam günlerinde HDP Şırnak Milletvekiliydi. Direniş boyunca kentten ayrılmayan, yaşananları kamuoyuna duyurmaya çalışan Sarıyıldız, direnişçiler ve katliamı önlemek için kente gelen çoğu öğrenci Kürtlerle de sürekli iletişim halindeydi. Katliamın beşinci yılında Sarıyıldız, o günleri anlattı.

 

‘Son nefeslerini duyduk’

“Cizre’de savaş suçuna, katliama maruz kalan insanların ölünceye kadar seslerini, haykırışlarını, son nefeslerini duyduk” diyen Sarıyıldız, şöyle devam etti: “Bu tüm dünyanın önünde gerçekleşti. Dönemin BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Zeid Ra’ad Al Hussein de ‘Cizre’de yaşananlar kıyamet benzeri bir tablo’ demişti. Aynı açıklamada yüze yakın insanın yakıldığına dair ellerinde somut bilgilerin olduğunu da ifade etmişti. Yani tüm dünya izledi.”

 

‘Meclis failin elinde!’

Kendilerinin de yaşananları anı anına dünyayla paylaştığını, dolayısıyla hiç kimsenin “Haberimiz yoktu” diyemeyeceğini belirten Sarıyıldız, TBMM’nin de tamamının katliamdan haberi olduğunu vurguladı. “Meclisten olumlu bir karar beklenemezdi çünkü meclis, şu anda olduğu gibi o zaman da bizzat katliamın faili olan siyasi partinin elindeydi” diyen Sarıyıldız, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu fail sadece iktidar partisi de değil. Muhalefet ya da iktidar - Kimi katliamı uygulayarak kimi ise sessiz kalarak bu insanlık ve savaş suçuna ortak oldular.”

Bu katliamın birçok insanda büyük travmalar yaşattığını, yaşanan vahşet sonrasında çıldıranlar ve hala iyileşemeyenler ile intihar edenler olduğunu belirten Sarıyıldız, “Devlet bütün bunları önceden tasarladı ve uyguladı” dedi.

 

Avrupa’da ne yapıldı?

Avrupa’da katliamı uluslararası hukuka taşımak için çaba gösterdiklerini de aktaran Sarıyıldız, Avrupa, Türkiye ve Kürdistan’dan hukukçuların katıldığı konferanslar düzenledikleri ve bu konferanslara daha önce Lahey Adalet Divanında başkanlık ve savcılık yapmış hukukçuların da katıldığı bilgisini verdi. Çalışmaları arasında bir de çeşitli hukuk forumlarında görev yapmış birçok emekli hukukçunun yargıç olarak yer aldığı ve ağırlıklı olarak Cizre’nin tartışıldığı bir “Uluslararası Halklar Mahkemesi” de olduğunu hatırlatan Sarıyıldız, Fransa’da kurulan bu gayriresmi mahkemenin Türkiye’nin Kürdistan’da savaş suçu işlediğine ve yeni katliamların yaşanmaması için Kürdistan’ın bir statüye kavuşması gerektiğine karar verdiğini belirtti.

Avrupa’da ilk işlerinden birinin de konuyu Almanya Federal Başsavcılığına taşımak olduğuna dikkat çeken Sarıyıldız, katliama dahil olan askerler, polisler, paramiliter çeteler ve emrini veren siyasi güç olan Erdoğan’a kadar birçok kişi hakkında suç duyurusunda bulunduklarını ancak aradan geçen zamana kadar Federal Başsavcılıktan halen bir yanıt alamadıklarını söyledi.

 

‘Ellerinde tutuyor olabilirler’

Almanya başta olmak üzere Avrupa’da yargının bu tür davalarda siyasi iradeye bağlı hareket ettiğini, devletlerin ekonomik çıkarlarının insan haklarına ve bağımsız yargıya tercih edildiğini belirten Sarıyıldız, mahkemelerin savaş suçu iddialarına yanıt vermemesinin bir başka olası nedeninin de ise bu tür davaları ileriki zamanlar için koz olarak ellerinde tutmak istemeleri olabileceğini söyledi. Birleşmiş Milletler’in tutumunun da böyle olduğunu ifade eden Sarıyıldız, devam etti: “Güncel konjonktürde Türkiye’yi yargılamayı çıkarları açısından uygun görmüyorlar ama onlar açısından gelecekte Erdoğan’ın, Saddam gibi diktatörler gibi bir tehlike olmayacağı garantisi de yok. Dolayısıyla bana göre bu devletler, bu tür insanlık suçlarına dair sicilleri ellerinde hazır tutuyor.”

 

‘Böyle bir BMGK’den…’

Avrupa’ya geldikten iki yıl sonra Birleşmiş Milletler’in Ortadoğu ve Asya’dan sorumlu yöneticileriyle, komiser ve raportörleriyle uzun görüşmeler gerçekleştirdiklerini aktaran Sarıyıldız, sözlerini şöyle sürdürdü: “Buna rağmen BM, işlenen savaş suçlarına yönelik adım atmış değil. Bence şu anda dünya, Türkiye’yi yargılayacak bir dünya değil. Lahey Adalet Divanı, BM’nin bu konudaki başlıca yargı organı. Bir konunun Lahey’e taşınması için önce BM Güvenlik Konseyi (BMGK) tarafından Adalet Divanına gönderilmesi gerekiyor. BMGK’de şu anda Yemen’den Rojava’ya birçok yerde direkt ya da dolaylı olarak savaş suçu işlemiş hegemonik güçler var. Yani BMGK’den böyle bir kararın çıkarılıp Lahey Adalet Divanına gönderilmesi günümüz dünyası açısından çok mümkün görünmüyor.”

 

Ülkelerde mahkumiyet seçeneği

Lahey Adalet Divanına alternatifin ülkelerin mahkemelerinden savaş suçuna ilişkin kararlar çıkartmak olduğunu söyleyen Sarıyıldız, “Bir ülkede savaş suçu işlemiş siyasetçi, askeri yetkili veya asker, kararın alındığı ülkeye geldiğinde, işlediği savaş suçlarına dair somut veriler varsa ve şikayette bulunulmuşsa, tutuklanabilir. Bu kişiler itiraflarda bulunmuşlarsa, onlar üzerinden ülkeleri de yargılanabilir. Bu tür örnekler geçmişte var. Çok somut bilgiler vermek istemiyorum ama bizim de bu yönlü çalışmalarımız var” diye belirtti.

 

 

‘Kıyamet’ değil savaş ve insanlık suçu!

 

Faysal Sarıyıldız, Cizre’deki katliam öncesi ve sırasında Birleşmiş Milletler’in ve uluslararası toplumun tavrına dair şu açıklamalarda bulundu:

“Cizre ablukası döneminde bodrumlardaki yaralılarla ilgili AİHM’in aldığı bir ihtiyati tedbir kararı vardı. Karara göre yaralıların alınıp hastaneye götürülmesi gerekiyordu. Türk devleti, çatışma var gerekçesiyle 20 Ocak tarihinde mahalle ve bodrumlarda bulunan birçok yaralının hastaneye götürülmesini engellemişti. Bu karar ardından çoğu yaralıların ailelerinden oluşan 20-30 kişilik bir grupla yaralıları almaya gittik. Yanımızda basın çalışanları da vardı, gidişimizi kayda aldılar, çünkü bir katliam olursa devletin bunu çarpıtmasını engellemek istedik. Mahalleden dönüşte askerlerce silahla tarandık. Yanımda Cizre Belediye Meclisi Üyesi Hamit Poçal ve Selman Erdoğan isminde emekçi bir esnafımız katledildi, 15’in üzerinde insan da yaralandı. Bunun üzerine BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri, yaşananların korkunç olduğunu açıkladı, Türkiye uyarıldı, BM’nin bir heyetle araştırma yapmak istediği belirtildi. Türkiye bunu dinlemedi; çünkü heyetin gelmesi demek, Türkiye’nin işlediği savaş ve insanlık suçlarının tespit edilmesi demekti. Böyle bir raporla Türkiye dünyada daha da aleni biçimde teşhir olacaktı. Dünyanın en büyük ortak iradesi olan, devletler arası kolektif irade olan BM, faşizmi ve katliamcılığı benimsemiş bir devletin üzerine gidecek güce sahip değil.

BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri, yaşanan katliamı, gerçekleşen savaş ve insanlık suçlarını ‘kıyamet’ metaforuyla tanımlıyor, oysa uluslararası hukukta ‘kıyamet’ diye bir tanım olamaz. Bunun tanımı, savaş ve insanlık suçudur. Ama savaş suçu olarak tanımlandığı anda gereğinin yapılması gerekir. Türkiye heyetin gelmesini reddetti ve Birleşmiş Milletler sustu. Bu, BM’nin kendi içinde tutarlı olmadığını gösteriyor. BM Güvenlik Konseyinde farklı kutuplarda yer alan ülkelerin temsilcileri var ve bir kararın çıkması için hepsinin oy birliğini sağlaması gerekiyor. Maalesef bu oy birliği sağlanamıyor. Bazı ülkeler mesela Rusya’nın Suriye’de işlediği savaş suçlarını görmek istemiyor, diğerleri ABD’nin işlediği suçlara gözünü kapatıyor. Keza hegemonik bir dünyada her ülkenin dolaylı ya da dolaysız işlediği veya ortağı olduğu bir savaş suçu bulunuyor.”

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.