Kayyum Boğaziçi’ne geldiğinde

Nevra AKDEMİR yazdı —

  • Boğaziçi öğrencilerinin kalabalık protestosu ve geniş destek bulması bir ilk. Kadın eylemlerinden sonra sokağa dökülerek, geniş kitlelerce desteklenen ve gezi eylemlerine benzetilen bir sürece dönüştü bir anda Boğaziçi öğrencilerinin ve çalışanlarının direnişi.

Rektörlük seçimlerinin kaldırıldığı ve artık rektörlerin öğretim üyelerinin oyuna ve rızasına ihtiyacının olmadığı cumhurbaşkanı tarafından açıklandığında, o dönem hala bünyesinde çalışıyor olduğum üniversitenin rektörü, alakasız bir toplantıda kısaca şöyle demişti: “Artık oylarınızın ve fikrinizin de önemi yok, beni atayan kişiye karşı sorumluyum sadece, ayağınızı denk alın!”

O dönemde kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) görevlerinden uzaklaştırılan meslektaşlarım gibi sırasını bekleyen, olabildiği kadar işini yapmaya çalışırken göze çarpmamaya ve dalgadan kaçınmaya uğraşanlar da apaçık gerçeği görüyordu. Olağanüstü hal rejiminin kalıcılaştığı ve faşizmin kurumsallaştırılma adımlarının yanı sıra, seçimlerde istenen sonuçlara ulaşılamadığında kimlerin iktidarın sürekliliğinin garantisi olduğunu her ortaya çıkan suçta gözlemlemek mümkündü. İpek Er’in intiharında, Gülistan Doku’nun akıbetinde ve Aleyna Çakır’ın cinayetinde, hatta Rabia Naz’ın aydınlatılamayan ölümünde bir türlü yakalanmayan faillerden mafya babalarına ceza veren hakimlerin sürülmesine kadar her suç, bir şekilde bir zincirin parçasıydı; hala öyle.

1 Ocak günü, Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atandı. Bir bilim insanının özgün çalışmalar yapması ve böylelikle hangi alanda çalışıyorsa o alana katkı sunması beklenir, mesleğini yapmasının hedefi, öğrenci yetiştirmekle bağlantılı olarak budur temelde. Özgün katkılar ise kendinden önceki çalışmalardan yararlanarak yeni bilgi üretmesinden geçer. Rektör olarak atanan kişi, İstanbul milletvekili aday adayı olmanın dışında bir referansla atanmış olarak durmuyor. Zira intihal adı verilen kaynak göstermeden ve kendi cümleleriymiş gibi yaptığı alıntılarla dolu akademik çalışmaları ile bilim insanı olarak nitelenmesi de oldukça zor. Rektörün kim olduğu, rejimin başa getirdiği kadroları karakterize ettiği gibi; oturduğu koltuğa getirilme biçimi de rejimin işleyişini gösteriyor. Bu açıdan Boğaziçi Üniversitesi ilk değil. Hatta kayyum uygulaması Türkiye’de epey zamandır iktidarın baskı kurma yöntemlerinden biri olarak işliyor.

Boğaziçi öğrencilerinin kalabalık protestosu ve geniş destek bulması bir ilk. Zira seçilmiş belediyelere özellikle meclisin hala üçüncü büyük partisi olan arkasında milyonların oyu bulunan HDP’li siyasetçilerin siyasi rehineler olarak gerekçesiz hapishanelerde tutulması; belediyelere kayyum atanması ve demokrasinin adının bile kullanılamaz hale gelmesi; rektörlük ve benzeri yüksek nitelik gerektiren işlerde liyakatın değil, biatın seçim nedeni olarak kabul edilip halk sağlığının riske atılması, bir süredir “normalleşen” yönetim biçimi. Faşizmin kurumsallaşmasının en önemli adımları arasında yer alan durumlar arasında. Elbette zaman zaman çok ciddi itirazlar ve protestolar yükseldi ve güçlü tepkiler oluştu bu süreçlere. Ancak kadın eylemlerinden sonra sokağa dökülerek, geniş kitlelerce desteklenen ve gezi eylemlerine benzetilen bir sürece dönüştü bir anda Boğaziçi öğrencilerinin ve çalışanlarının direnişi.

İktidar ve destekçilerinin eyleme yönelik saldırganlığı da tam burada. KHK ve akademinin niteliksizleşmesi sürecinden görece daha az etkilenen bu okullar, “kendilerine verilenle yetinmedikleri” için, iktidarın muazzam gücüne rağmen hala biat etmediği için, hala ellerindeki medya gücüne rağmen kendilerine böyle bir meşruiyet yaratamadıkları için daha da saldırganlaşıyorlar. Ancak burada görev, bu eylemleri ve rektörlük seçimleri gibi talepleri bir üniversite hak ediyormuş gibi değil, tüm ülkenin demokratikleşme ve barış talebi olarak dönüştürmek.

Tarihe tanıklık etmekten bitap düştüğümüz bu günlerde dünyanın her yerinden aynı cümleler geliyor artık: Trump, Bolsonaro, Orban, Modi, Erdoğan ve diğer otoriter yönetim meraklısı liderlerin söylemiyle kendine alan bulan sağın 'yeni faşizm' olduğu ortada. Irkçılığı ve faşizmi savunan mizojinik ve homofobik görüşleri siyaset sahnesinde ‘demokrasi ve farklı görüşlere hoşgörü’ diyerek yaygınlaşmasına izin verildiğinde demokrasiyi ortadan kaldırma girişimleri kaçınılmaz hale geliyor. Aynı yöntemlerle, aynı tipolojilerin insanlarından oluşan devlet yönetimini belirlediği; sermaye birikiminin yıkım ve talan ile dönen çarklarını pervasızlaştırdığı dünyanın hakikati. Luxemburg ile sembolize olmuş “Ya sosyalizm ya barbarlık” sloganını hatırlatalım: Yıkım karşısında hayatı savunmak, öfke karşısında umudu örgütlemek için.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.