Obruklardan havalanan bir faşizm: Kurak Günler

Kültür/Sanat Haberleri —

Kurak Günler, film afişi

Kurak Günler, film afişi

  • Emin Alper’in bu kez zamandan ve mekandan münezzeh kılmadığı bu hikaye, yaşadığımız coğrafi gerçeklik karşısında çaresiz kalmış gibi görünüyor. Hayvan hakları, LGBTİQ+ kimlikleri ya da alışıldık idealist cumhuriyetçi/demokratik devlet temsili, küçük bir kasaba halkının karşısında ne ölçüde testlere tabi tutulabilir sorusunun cevabını arıyoruz bu filmde.

BİLGE AKSU

Önceki filmlerinde bir ortak nokta olarak zaman ve mekan öğesini devre dışı bırakan ve bu yönüyle Aueteur yönetmen olma payesini hak eden Emin Alper’in son filmi Kurak Günler, hem filmden bağımsız hem de filme içkin olarak büyük tartışmaların eşliğinde gösterime girdi. Tartışmaları alevlendiren unsurların başında elbette yaşadığımız coğrafyanın dinamikleri geliyor. Kültür Bakanlığından yapım desteği alması ve ‘buna rağmen’ makbul bir filmle ortaya çıkmaması, ilk elden Yeni Akit seviyesi bir muhalefete tanık olmamızı sağladı. Bunun üzerine, 9 ödül aldığı Altın Portakal’da yaptığı konuşma da eklenince, iktidar yanlısı kesimin yeni bir düşman yaratma ve kendi kitlesini bir video oyunundaymışçasına oyalama hedefinin asıl öznesi olmakta gecikmedi Emin Alper. Fakat bütün bu patırtının ortasında, 9 Aralık’ta vizyona giren filmin aldığı beğeni, en azından şimdilik bu kısır noktadan uzaklaştırdı bizleri. 

 

Taşra kasabasında, devletin temsilcisi

Başrollerinde Selahattin Paşalı ve Ekin Koç’un bulunduğu film, oldukça görkemli bir sahneyle açılıyor. Bir post-apokaliptik hikayenin girişi edasında, etrafta sarı tonların hakim olduğu, devasa bir çukurun yanında konuşan iki karakterle kendi evrenine alıyor bizi film. Yeni atanmış genç savcı Emre (Selahattin Paşalı) ile belli ki epey tecrübeli bir hakime hanımın (Selin Yeninci) diyaloğunu dinlerken, filmin asıl derdini de duyup not ediyoruz bir kenara. Ufak bir taşra kasabasında, devletin temsilcisi etiketiyle orada bulunan bu iki figür, halkın seçtiği belediye başkanıyla olan ilişkilerini nasıl ilerletmeleri gerektiği hakkında mütalaa ediyor aslında. Ve tecrübesiz olan toy Emre, Hakime Zeynep’ten böyle küçük bir kasabada, yerel siyasi figürlerle girilecek bir diyaloğun normal karşılanacağını öğreniyor. 

Esasen filmin gidişatına dair neredeyse her şeyi söyleyen bu sekans, yalnızca senaryo matematiğini bize aktarmakla kalmıyor; anlatı boyunca faydalanacağımız imgelerle ilgili de ipucu veriyor. Yeni atanmış savcı, kendisi gibi devlet erkanından birinin temsili bir karşılamasını yaşadıktan sonra asıl gerçekle yüzleşiyor. Ufak kamyonetlerin arkasına yerleşmiş eli silahlı bir sürü adam, kasabanın bir şenlik havasında karşıladığı uzun bir sekansın içinde mağrur gülümsemelerle etrafa ateş ediyor, bir zafer görüntüsü sunuyorlar. Kasabaya sık sık dadanan yaban domuzlarıyla bir mücadele bu. Hatta en çarpıcı anlardan biri olarak, toy savcı Emre’nin yerde sürüklenen domuz ölüsünün kanlarını takip ettiğini görüyoruz.

Final öncesi zirveye kadar bir daha görmeyeceğimiz ölçüde sivri ve çarpıcı aksettirilen bu sahneler aslında kasaba eşrafını tanımamıza yönelik. Öğrendiğimiz kadarıyla, kasaba kronik bir merkez sağ seçmeni ve bunu temsil eden belediye, hizmetlerinden çok çeşitli manipülasyonlarıyla ön planda. Belediye reisinin oğlu Şahin, avukat kimliğiyle savcıya hoş geldin ziyareti yaptığında bizzat ondan dinliyoruz bunları. Çünkü Savcı Emre, böylesi bir katliam festivalini aşırı uç bulmuş ve şaşkın durumda. Burada Şahin’e düşen, kasabasının müesses nizamını bu yeni cumhuriyetçi figüre göstermek. Çoluk çocuğun meydanda olduğu, herkesin pencere ve balkonda olup biteni izlediği bir sırada etrafa üç beş mermi sıkmalarının alışıldık olduğunu deklare ediyor Şahin. Ve olup biten her şeyin sebebi, ekonomik. Bu katliamı yapmadıklarında, zaten susuzluktan zorlukla sürdürdükleri tarımsal faaliyetin tamamen biteceğini belirtiyor.

Taşradaki gerilim

Devletin savcısı Emre’nin bu dünyadan ne kadar uzak olduğunu, annesiyle olan videolu görüşmesinden anlıyoruz. Bir kere kendini çekip çevirebilecek yetkinlikte değil. Nevresimlerinin yatağa uyup uymadığını annesi kontrol ediyor. Emre’nin, “uymazsa alırım işte ne var” tarzı çıkışına, “saçma sapan şeyler alma oralardan” diye karşılık veriyor anne. Bu ailenin, taşradaki karanlığı ve vahşeti anlaması pek mümkün gözükmüyor. 

Kasabanın en büyük derdi susuzluk. Filmin en güçlü imgelerinden biri bu. Bozkırın ortasında, çölleşmeye doğru giden bir coğrafyada su, yalnızca belediyenin bir seçim vaadi olarak duruyor. Halkın en çok ihtiyaç duyduğu bu yokluk, gidişatın içinde Emre’nin karşısına büyük bir çatışma alanı olarak çıkıyor. Yerel seçimlerin böyle ufak merkezlerde ne denli gerilimli hallere büründüğünü bilenler bilir. Burada da işte, belediye köye suyu getirmeye çalışan ama devletin savcıları tarafından engellenen bir pozisyon seçmiş kendine. Emre'den önceki savcı, yeraltı suları kullanıldıkça obrukların oluştuğunu, bu yüzden farklı projeler üretilmesi gerektiğini savunmuş. Ama öğrendiğimiz kadarıyla o savcının sonu pek hayırlı olmamış. 

Bu konuda yeni Savcı Emre’yi uyaran, kasabanın muhalif gazetecisi Murat (Ekin Koç) oluyor. Onunla ilgili yakışıksız iddiaların bulunduğunu belirtmemiz gerek. Kimi kesimlerce filmin queer yönünü oluşturuyor bu karakter. Savcı Emre’nin uzun ısrarlara dayanamayarak kabul ettiği belediye başkanının yemek davetinde çok şey duyuyoruz onunla ilgili. Başkanın işi çıktığı için ayrıldığı, geriye oğlu Şahin ve arkadaşının kaldığı uzun rakı masasında, hem kasabayla ilgili hem de oranın müesses nizamı ve ahlaki yargılarına dair çok şey öğreniyoruz. Ve tabii bu sahneler, Savcı Emre’nin karanlık bir sona giden hikayesinin tohumları da oluyor. Kasabanın temsili Şahin, bu yüksek alkollü ortama hem illegal hapları, hem de kamu vicdanına sığmayacak cinsel imgeleri dahil edince gerçek anlamda film kopuyor.

‘Ankara oyunları’

Filmle ilgili ortaklaşılmayan izlenimlerden biri, finale gidişinin hızı ve yöntemi oldu. Böyle bir taşra ortamında, yaklaşan seçimlerin yarattığı gerginlikle beraber, hayatın gerçeklerinden habersiz bir savcının idealist tutumları da ortaya çıkınca, tıpkı Türkiye siyasetinde gördüğümüz gibi bir komplolar zinciri ortaya çıktı ve filmin finale nasıl vardığını anlamadı bazıları. Anlatıdaki en üst katmanda, Şahin’in bir tecavüzle suçlanması söz konusuydu ama aynı meseleyi başka açılardan düşündüğümüzde, atanmış bir savcının, seçilmiş bir belediye reisinin ailesine savaş açtığı görülüyordu. Muhalif gazeteci Murat'ın da Emre’yi korumaya çalışmasıyla, politik ortamın bütün taşları yerine oturmuş; klasik merkez sağ manipülasyonlarının devreye girmesi gecikmemişti. Buna göre, kendi gazetelerinde yeni savcının köye su getirilmesine karşı çıktığı iddiası ortaya atılıyordu. Öte yandan, Emre’nin telefonuna kimliği belirsiz kişilerden gelen tuhaf fotoğraflar düşüyor ve ayağını denk alması isteniyordu. Bunların hiçbiri gerçekleşmeyince, belediye iktidarı el yükseltip Emre’nin özel hayatını didik didik ediyor, bununla yetinmeyip kendi gazetelerinde muhalif gazeteci Murat’la olan ‘yakın’ görüntüleri servis ediliyordu. 

Altın Portakal’da filmle ilgili konuşan Emin Alper, kendisini en çok etkileyen olaylardan biri olarak Madımak Katliamı’ndan bahsetmiş ve filmde bu etkiyi yeniden yaşadığını belirtmişti. İşte politik ve ahlaki yönden kıskaca alınan Emre ve Murat’ın yaşadığı şey aslında buydu filmde. Kasabaya suyun bir türlü gelmemesini savcıya bağlayan eşraf, Emre’nin kapısına boş su bidonlarını yığıyor, gece vakti arabasının önünü kesecek denli pervasızlaşabiliyordu. Savcının resmi yetkileri ve gücü artık önemsizleşiyordu. Hakkında çıkan eşcinsellikle alakalı imalar sıklaşıyor, kapısının önüne dayanan meşaleli bir kalabalık, had bildirmeye geliyordu.

Karakterlerin çıkmazları

Filmin final öncesi ulaştığı zirve gerçekten karmaşık bir durumu betimliyordu. Bir yandan imgesel anlatımı asla bırakmayan yönetmen, kalabalık kitleye önce Roman kimlikli bir azınlığın çadırlarını, sonra muhalif gazetenin yayınlarını yaktırıyor; ardından eşcinsel kimliklerinden ötürü iki insanı ablukaya aldırıyordu. Tam da Alman faşizminin zirve yaptığı yıllarda, Hitler ve takipçilerinin en ikonik eylemlerini akla getiren bu uygulamalar, filmin imgesel kısmıyla ilgili bütün açıkları kapatıyor ve yeniden karakterlerin çıkmazlarına döndürüp gerçeklik tokadını bir kez daha vuruyordu. Kerameti nereden kaynaklı bilinmez bir cesaretle evden çıkıp kaçmaya başlayan karakterlerimiz, seçimi yeniden kazanan belediye eşrafının ve elbette Şahin’in avına dönüşüyor, bu anlarda bir aksiyon janrına dönen hikayede müthiş bir kovalamacanın pençesine düşüyordu. 

Emin Alper, bu yakıcı gerçekliği birçok imgeyle önümüze sunduktan sonra finalde çoğumuzu şaşırtan bir tercih yaptı. Giriş sekansında gördüğümüz dev obruk, filmin finalinde bu kez bir kurtarıcı olarak karşımıza çıktı. Belediye eşrafının avı olmaktan kaçan Emre ve Murat, görmediğimiz ve anlamadığımız bir şekilde bu kovalamacadan, obruğun karşı kıyısına ‘ışınlanarak’ kurtuldu. Böylece çaresizliği ve cehaleti simgeleyen obruklar, yine taşra eşrafının aşmaya cesaret edemeyeceği bir engele dönüştü. Kasabalının kendi güvenli alanı, bu obrukların izin verdiği ölçüde yapabildikleri aşırılıklara bağlıydı ve filmin sonunda karakterlerimiz, kasabalının yapabileceği aşırılıkların ötesine çoktan geçmişti. Bir galeyan halinde yükselen faşizm, bu sekansta doğaüstü bir müdahale sonucu yenilgiye uğramış ve film evreninde makbul kılınan karakterlerimiz bu yolla kurtulmuştu.

Emin Alper’in bu kez zamandan ve mekandan münezzeh kılmadığı bu hikaye, yaşadığımız coğrafi gerçeklik karşısında çaresiz kalmış gibi görünüyor. Hayvan hakları, LGBTİQ+ kimlikleri ya da alışıldık idealist cumhuriyetçi/demokratik devlet temsili, küçük bir kasaba halkının karşısında ne ölçüde testlere tabi tutulabilir sorusunun cevabını arıyoruz bu filmde. Ve yaşadığımız gerçeklik mi daha tuhaf, yoksa bunun sanata yansıması mı sorusunu sormaya devam ediyoruz.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.