Piroğlu: Pandemide biz de eksik kaldık

Dosya Haberleri —

MUSAPIROGLU

MUSAPIROGLU

  • TTB’nin bu çıkışı geç bile kaldı. Salgınla ilgili doğru bilgi akışının halkla paylaşılması taraftarıydım ve ne yazık ki bunu yeterince yaptığımızı düşünmüyorum. Uzun süre boyunca Türkiye’nin en büyük hastanelerinin patronundan veri almak zorunda kaldık. Tam da bu yüzden Sağlık Bakanı, Türkiye’nin neredeyse en güvenilir insanı haline geldi.

ZABEL MİRKAN

Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Milletvekili Musa Piroğlu’yla koronavirüs salgınının işçi sınıfı ve yoksulları nasıl etkilediğini, Devlet Bahçeli’nin Türk Tabipler Birliği’ni hedef göstermesini ve Kürt işçilere yönelik saldırıları konuştuk.

Siz takip ettiğimiz kadarıyla her zaman sokak eylemlerinde işçilerin, sendikaların ve meslek örgütlerinin yanındasınız. Covid-19 salgını süresince sokakta, mahallede, fabrikalarda işçiler ne tür zorluklarla karşılaşıyor, koşulları nasıl değişti?
Aslında işçi sınıfına karşı Covid’den çok önce başlayan topyekûn bir saldırı söz konusuydu. Bu dünyanın her yerinde böyleyken, Türkiye’de de hayli sert bir şekilde yürütülmekteydi. Dünya çapında yürütülen neoliberal politikalar işçi sınıfına yıkım, işsizlik, sefalet ve güvencesiz çalıştırma olarak döndü. Türkiye özelinde AKP hükümeti ise iktidara geldiği günden bugüne dek işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik en sert, en kararlı saldırıyı yürüttü ve nihayetinde kuralsız çalışma bir kural haline getirildi. Güvencesiz çalışma ve taşeron sistemi, bir çalışma sistemine dönüştürüldü. Sendikalar neredeyse yok edildi ve işçi sınıfı güvencesiz, kuralsız, düşük ücretlerle kötü şartlarda çalışmaya mahkûm edildi. İşte işçiler pandemi sürecine bu koşullarda girdiler. Kendilerini savunacakları kurum sayısının hayli sınırlı, örgütlülüklerinin en zayıf olduğu ve kazanılmış haklarının büyük bir kısmını kaybettikleri bir dönemde pandemiyle yüzleştiler. İktidarların hepsi, burjuvaziyi temsil ettikleri sürece çıkarlarını koruma ekseninde patronlardan yana durdular. Ama bu Türkiye’de çok aleni bir şekilde yürütüldü. İktidar bir “sürü bağışıklığını” tercih etti ve bir “sınıf karantinası” uyguladı. Bu uygulamanın Türkçesi şuydu: İşçi sınıfını ve yoksulları kendi kaderine terk etti; zenginleri ve patronları da hem ekonomik hem de politik olarak koruma altına aldı. “Evde Kal” çağrısı tam da bu anlama geliyor. Salgına dair alınması gereken tedbirleri almadıkları için bu sistemi seçtiler ve bunu da bir çağrıyla hafızalara kazımaya çalıştılar. Aslında olan biten çarkların dönmesinden ibaretti. 

İşçiler için ne demek ‘çarkların dönmesi’?
Şu anlama geliyor: Açlık ve sefaletle boğuşurken, tüm insanlığı etkileyen bir salgınla da yüz yüze geleceksiniz. Haliyle işçiler mecburen işe gitmeye devam ettiler, özellikle özel sektörde ve hizmet sektöründe çalışanların büyük bir kısmı ise işsiz kaldı. Bunu işçi sınıfının yoğun yaşadığı mahallelerde hissettik ve somut sonuçlarını da gördük. Bu mahallelerde büyük bir karamsarlık ve yoksulluk ortaya çıktı. Alım gücü inanılmaz düştü ve işsizlik oranı hat safhaya yükseldi. İflaslar arttı. Sağlık açısından da aynı durum söz konusu. Fabrikalar, şantiyeler birer virüs yuvasına dönüştürüldü. İşçiler güvenlik tedbirlerinden uzak bir şekilde çalışmak zorunda bırakıldılar. Hatta öyle ki, salgının ortasında çalışmaya zorlandılar. Bu işçilerin hepsi mesaileri bittiğinde toplu taşıma araçlarıyla evlerine, yaşam yerlerine döndüler ve ister istemez “taşıyıcı” konumuna geldiler. Böylece işçilerin çalıştığı ve yaşadığı yerler salgının en güçlü olduğu mahallelere dönüştü. Bu somut bir gerçek. Salgının ilk dönemine bakıldığında Bursa, Kocaeli, İzmir ve İstanbul gibi büyük şehirlerde işçilerin yaşadığı yoksul mahallelerde vaka oranı hayli yüksekti. Bu durum ikinci dalgayı yaşadığımız söylenilen bu dönemde de aynı seyirde. İkinci bir durum daha oluştu burada. Şantiyede çalışan inşaat işçileri, mevsimlik işçiler geri dönmeye başladıklarında geri döndükleri şehirlerde de salgın hızla yayılmaya devam etti. Yani işçiler bir yandan salgınla boğuştular, öte yandan zorunluluk gereği “taşıyıcı” olma durumuyla yüz yüze geldiler. Hem sağlık açısından hem de sosyal olarak bir yıkımı beraberinde getirdi bu durum. Sınıfsal uçurum böylece daha da görünür oldu. Devlet hastanelerinin doluluğu, testlerin paralı hâle getirilmesi de üzerine eklendiğinde aslında devlet ve iktidar şunu demiş oldu: Başınızın çaresine bakın. Yani işçiler, yoksullar ve genel olarak halk bir şekilde kaderine terk edildi.

Salgınla ilgili sağlıklı veri akışı sağlayan Türk Tabipleri Birliği'nin (TTB) Devlet Bahçeli tarafından hedef gösterilmesini nasıl okumalıyız?
Devlet, bir gündem değiştirmenin çok ötesinde, kendisine muhalif olan bütün kurumları, halktan yana olan bütün örgütleri dağıtmaya çalışıyor. Arka planda olan bu ve önümüzdeki süreçte bunun etkilerini daha yakıcı biçimde göreceğiz. Bunu “Çoklu Baro” denemesinde de gördük. Şu anda da Devlet Bahçeli üzerinden TTB’ye yönelik saldırıda görüyoruz. Öyle düşünüyorum ki demokrasi mücadelesi veren tüm yapılar ilerleyen süreçte bu saldırıların hedefinde olacaktır. Sıranın kendisine gelmeyeceğini düşünen herkes de nasıl yanıldığını görecektir. Çünkü zaten hepimiz sıraya girmiş durumdayız. Tam da bu yüzden, bu saldırılara topyekûn karşı durmamız gerekir. Bu saldırılar devletin aslında mızrağı çuvala sığdıramadığının göstergesidir. Uzun süredir salgının kontrol altına alındığını söyleyen hükümetin bu politikalarının aslında koca bir yalandan ibaret olduğu TTB’nin sadece iki-üç açıklamasıyla ortaya çıktı. Halkın güvenebileceği tüm hegemonik kurumlar şu an TTB’ye yöneltilen saldırıyla kontrol altına alınmaya çalışılıyor. 
Burada bir şerh de düşmek gerekiyor: Ben TTB’nin bu çıkışının geç bile kalınmış bir çıkış olduğunu düşünenlerdenim. Salgın başladığı günden bugüne HDP olarak bütün kurumlarla görüşme yaptık. Kişisel olarak ben o dönemde de salgınla ilgili doğru bilgi akışının halkla paylaşılması taraftarıydım ve ne yazık ki bunu yeterince yaptığımızı düşünmüyorum. Biz uzun süre boyunca Türkiye’nin en büyük hastanelerinin patronundan veri almakla yetinmek zorunda kaldık. Onun iki dudağından çıkan verileri dinledik. Ve tam da bu yüzden Sağlık Bakanı, Türkiye’nin neredeyse en güvenilir insanı haline geldi. Verilerin yalan olduğunu halbuki herkes görüyordu, çünkü insanlar somut olarak bu virüsle yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Nihayetinde TTB’nin verileri halkla paylaşmasının iktidarı nasıl paniğe sürüklediğini gördük. Çünkü gerçek, tehlikeli bir silahtır. Gerçeğin bilgisini kullanmaya başladığımız andan itibaren buna karşı saldırganlık da artarak devam eder. Bu noktada yapmamız gereken TTB’ye sahip çıkmaktan başka bir şey değil. Sadece TTB’ye de değil, saldırıya maruz kalan tüm kurumlarımıza sahip çıkmamız ve bu saldırıları püskürtmemiz gerekiyor. Savunmaya geçmek, kendimizi aklamak zorunda değiliz. Unutmayalım ki haklı ve güçlü olan biziz. Halkı ve güçlü olan TTB.

Kürt’e saldırının muhatabı tüm ezilenlerdir

Kürt işçiler salgının yanı sıra ırkçılıkla da baş etmek zorunda. Son dönemlerde Kürt işçilere artan saldırıları nasıl açıklıyorsunuz? Ya da bu saldırılar hep var mıydı? 
Bu saldırılar geçmişte de vardı. Bir kısmı hiç görünmüyordu, bir kısmının da herhangi bir olaymış gibi üzeri örtülüyordu. 
Bu saldırıların arkasında iki olgu var: Birincisi iktidarın giderek tırmandırdığı şovenizm, savaş politikaları ve Kürt düşmanlığı. Bu politikalar, bu saldırıların zeminini oluşturuyor. İktidar kendini var edebilmek için, kendi varlık koşullarını devam ettirebilmek için Kürt halkına karşı savaş siyasetini devam ettiriyor. Kürtlere karşı savaş siyaseti ve baskı politikaları, aslında Kürt halkıyla yan yana gelen tüm demokrasi güçlerine Kürtlerden uzak durulması anlamına gelen bir karşılık olarak geri dönüyor. Ve bu durum, Türkiye’deki baskının da temelini oluşturuyor. Aslında iktidar Kürt halkına saldırırken halkların tamamına ve Türkiye’deki tüm demokrasi güçlerine saldırmış oluyor. 
İkinci durum ise, iktidar aslında Kürt halkına yönelik saldırılarla kendi kadrolarına, kendi memurlarına hatta durumdan vazife çıkaran paramiliter unsurlara tamamen bir cezasızlık kalkanı sunuyor. Biz bunu yıllardır görüyoruz. Yakın zamanda yine gördük. 14 yaşındaki bir genç kıza tecavüz edildi ve o genç intihar etti ama ona tecavüz eden uzman çavuş serbest bırakıldı. Gülistan Doku hâlâ kayıp ve bir numaralı zanlı ortadayken kimse ona dokunmuyor ama Gülistan’ın annesi gözaltına alınıyor. İktidar aslında kadın cinayetlerinde yürüttüğü politikanın aynısını yıllardır Kürtlere karşı da sürdürüyor. Cezasızlık kalkanı, saldırganların devleti arkasında görmesine neden oluyor. Ki bu durum, saldırıların itici motivasyonunu da oluşturuyor. Kürtlere yönelik saldırıların altında da tam olarak bu motivasyon yatıyor. Uzman Çavuş’un söylediği çok açık: “Bana bir şey olmaz, bunu çok yaptım.” Söz konusu Kürtlerse, söz konusu kadınlarsa saldırganlar ceza almayacaklarının bilinciyle hareket ediyorlar. Hem ideolojik motivasyon hem de devletin açık ve yasadışı bir şekilde bu saldırıların arkasında duruşu, bu saldırıların arkasındaki temel itici güç olarak karşımıza çıkıyor. 
Burada bir şeyi daha vurgulamak gerekiyor. Yükselen şovenizm ve devletin kalkanı, sermayenin işçi sınıfına, özellikle mevsimlik ve mülteci işçilere, yönelik saldırılarının bir aracı olarak da kullanıyor. Yani kendi ekonomik çıkarlarını realize edebilmek için Kürt halkına yönelik saldırıları meşru görüyorlar ve hızla bunu bir Kürt düşmanlığı kalkanı ardında gizlemeyi başarabiliyorlar. Geçmişte bunu Ege kıyılarında, Akdeniz kıyılarında da gördük. Kürt halkıyla olan ekonomik-politik herhangi bir anlaşmazlığı hızla bir milliyetçilik kalkanına sarılarak saldırı aracına dönüştürüyorlar. Ardından da o işçileri sürgün ediyor, o kentlerden sürüyor ve saldırganları da koruma altına alıyorlar. Bu saldırıları durduramazsak bu durum Kürt ve Türk halklarının yan yana gelmesini baltalayan bir yere evrilecek. 
Şunu da söylemek istiyorum: Bu saldırıları nitelendirmede “ırkçılık” kavramı bana yetersiz geliyor. Bu saldırılar faşist saldırılar. Irkçılık daha naif bir söylem olabilir, faşizm daha çok politik iktidarla alakası olan bir kavram. Bunlar faşist saldırılardır ve faşizm işçi sınıfına düşmandır. Haliyle bu saldırı tüm Türkiye işçi sınıfına yapılmıştır. Bu saldırıların muhatabı sadece Kürt işçiler değildir. Kürtlere yönelik saldırıların muhatabı aynı zamanda cemevlerine saldırılan Alevilerdir, kilisesi yağmalanan Ermenilerdir, sokakta katledilen kadınlardır. Yani ötekileştirilmiş, düşman olarak konumlandırılmış herkes bu saldırıların muhatabıdır. 

‘Yönetemiyorlar söylemine katılmıyorum’

Sizce AKP bir yönetememe krizi yaşıyor mu? Parti içinde iddia edildiği gibi bir ikilik, uzlaşmazlık olduğunu düşünüyor musunuz? Bunun nihai sonucu ne olur, halklara nasıl yansır? 
Benim iddiam şudur ki, AKP bir “yönetememe” krizi yaşamıyor. AKP bir yönetme şekli sürdürüyor. Salgın için de “Salgını yönetemiyor” dendi ama AKP’nin salgını yönetme şekli bu zaten. Gündeme gelen uzlaşmazlıklar için ise basit mantıkla şunları söyleyebiliriz: AKP toplumsal tabanda güç kaybediyor ve bir iktidar blokuna yaslanarak ayakta kalmaya çalışıyor. Bu iktidar bloku içinde de gücü gittikçe azalmış durumda. Boğulmakta olan bir bireyin yanında olan insanları dibe çekerek kurtulmak istemesi gibi iktidar da yanında-yöresinde kim varsa ona saldırarak kendi kafasını yukarıda tutmaya çalışıyor. Savaş siyaseti, saldırganlık ve tüm diğer politikaları da aslında kaybettiği meşruiyeti sağlamaya yönelik. Kendi iç çatışmalarını bu yüzden görüyoruz. Çünkü kaybediyorlar. 
“Yönetemiyor” söylemine şu açıdan da katılmıyorum: Bu söylem iktidar blokunun ve iktidarın bir günde dağılacağı gibi bir beklenti yaratabiliyor. Unutmayalım ki bu saldırganlık politikalarında ısrar etmeleri bilinçsiz bir tercih değil. Bunu yapmak zorundalar. Toplumu baskıyla kontrol altına aldıkları için bu baskıyı da her seferinde biraz daha artırmak zorundalar. Ve bu baskıyı meşrulaştırmak için içeride ve dışarıda gerilimlere ihtiyaç duyuyorlar. Çatışma pozisyonlarına ve savaş görüntülerine ihtiyaçları var. Her yerde bu saldırganlığı en üst seviyeye çıkarmak zorunda hissediyorlar. Kürt halkına yönelik savaş siyasetinin içeride yarattığı etkinin sınırlarına dayandığını düşündükleri andan itibaren de daha tarihsel düşmanlıklara yaslanmaya başladılar. Ermenistan’la gerilim, Akdeniz ve Yunanistan politikaları gibi kendileri açısından daha tarihsel olarak gördükleri düşmanlarını devreye sokmaya ya da en azından öyle göstermeye çalışıyorlar. Ama bu iyimserlik bize, onların kaybederken yanındaki herkesi de batırmaya çalışacağını unutturmamalı. Kaybettiklerini gördüğümüz noktada kenara çekilip onların boğulmasını izlemek yanlış bir tutum olacaktır. Çünkü hepimizi bu bataklığın içine çekmiş durumdalar. Bize düşen bu baskı politikalarına karşı mücadele etmek. Geniş ölçekte baktığımızda, hakikaten uzun bir süreden sonra ilk defa toplumsal muhalefet hem hegemonik hem de moral olarak iktidarın önüne geçmiş durumda. TTB’nin iki açıklamasının iktidarı nasıl paniğe sürüklediğini ve TTB’nin nasıl büyük bir destek gördüğünü; İstanbul Sözleşmesinden çekilme tartışmasına karşı tepkilerin iktidarı nasıl sıkıştırdığını düşündüğümüzde avantajlı bir dönemde olduğumuzu söyleyebiliriz. Bunu arttırabilir ve örgütlü, güçlü bir siyasete dönüştürebilirsek buradan kazançlı çıkan biz oluruz. O yüzden mücadeleye ivme kazandırmak gerekiyor. Bu da ancak Türkiye ve Kürt halklarının ortak mücadele zeminini güçlendirmekle mümkün olacaktır.

‘Muhalefet engellilerin sorunlarını konu etmekte isteksiz’

Siz aynı zamanda HDP Engelli Komisyonu sözcüsüsünüz. Hükümetin engelli politikalarına dair değerlendirmeniz nedir? Bu politikaların, özellikle yerel yönetimlerdeki yansımaları nasıl? İktidar ve muhalefet belediyeleri arasında yaklaşım farkı mevcut mu?
Engelliler alanı bu toplumda en görünmeyen, en ötekileştirilmiş alan olarak önümüzde duruyor. Engelliler belki de bu toplumun en mağdurlaştırılmış kesimini oluşturuyor çünkü toplumsal bir mesele bu. Esas olarak bireyin fiziksel veya zihinsel bir yeti kaybı nedeniyle toplumda kendisine yer edinmesinin engellenmesi olarak karşımıza çıkıyor bu sorun. Bu engeller ise kentin inşasından tutun da eğitim araçlarına erişime dek uzanıyor. Engellilik kişisel bir mesele değil. Doğrudan doğruya, toplumsal yaşama bu bireyleri katmamakla ortaya çıkan bir durum. Bu noktada iki kuruma görev düşüyor: Devlet yönetimine ve yerel yönetimlere. Ne yazık ki Türkiye gibi güçlünün hayatta kaldığı, en kaba doğal seleksiyonla ilerleyen süreçlerle yönetilen ülkelerde engelliler için koşullar daha da zorlayıcı. Özellikle AKP iktidarı, çeşitli ekonomik yöntemler kullanarak engelliliği, engelli olma halini bir bağımlılık statüsüne indirgedi ve bir “sadaka” kültürüyle engellilerin kendine bağlanmasını sağladı. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Mevcut iktidar, engellilerin kendilerinin karşılayamadığı bakım vs. gibi tüm işleri ailelere yıktı, verdikleri paralarla da aileleri kendilerine bağımlı kıldı. Engellilerin istediği devletin kendilerine sadaka vermesi değil. Kendi özgür yaşamlarını sürdürecek eğitim, sosyal hizmetlerin tüm koşulların sağlanması talepleri var bu insanların ve biliyoruz ki, bu konuda herhangi bir adım atılmıyor. Özel sektörde ve devlet kurumlarında engelliler için açılan kontenjanlar neredeyse yok denecek kadar az. Eğitim ve sağlık hizmetlerinde keza aynı sorunlar yaşanıyor. Yerel yönetimlerde ise engelliler için farklı uygulamalar bulunuyor ama birçok yerel yönetim üzerine düşeni yapmamakta ısrar ediyor. Kadroların neredeyse tamamı engelliler konusunda ayrımcı bir zihniyete sahip. Ayrımcılık bu devletin engellilere karşı bakışının temel siyaseti haline gelmiş durumda. Engellilik devlet ve devlet kurumları için yardımla geçiştirilebilecek bir durummuş gibi algılanıyor. Bunun önünün açılması gerekli. Bu da ancak toplumsal muhalefetle mümkün olabilir. Ancak ne yazık ki sendikalar, kurumlar, örgütler ve hatta partiler bu konuda yeterince gönüllü ve istekli durmuyorlar. 

Musa Piroğlu kimdir?

Piroğlu, Erzincanlı Alevi bir ailenin çocuğu olarak 1968 yılında Kırşehir’de doğdu. İzmir Atatürk Lisesini bitirdiği yıl inşaatlarda çalışmaya başladı. 1988 yılında okurken çalıştığı inşaattan düşerek iş kazası geçirdi, omurilik zedelenmesi tanısı koyuldu, o günden bu yana tekerlekli sandalye kullanıyor. Üniversiteden sonra 15 yıl tarih öğretmenliği yaptı, bu sürede Eğitim-Sen’de yer aldı. 1990’lı yıllarda “Kurtuluş” hareketine katıldı. Sırasıyla Birleşik Sosyalist Parti (BSP), Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) ve Sosyalist Demokrasi Partisi’nin (SDP) kurucuları arasında yer aldı. Daha sonra SDP’nin Türkiye Gerçeği ile birleşmesi sonucu kurulan Birleşik Devrimci Parti’de yöneticilik yaptı. Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Milletvekili.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.