Yeni bir ABD süper gücü çağı

.

.

  • ABD’nin güvenilirliğini kaybettiği konusunda çok fazla konuşma yapıldı. Ama zaten kaybedecek bir güvenilirliği mi kalmıştı ki? Güvenilirlik, kararlı olduğunuzu söylemekle ilgili değildir. Asker göndermekle bile ilgili değildir.

Adam Tooze
Çeviri: Serap Güneş

Ağustos 2021’de, Kabil havaalanındaki iç karartıcı sahneler, ABD’nin büyük güç konumundan düşüşüne dair bir dizi kasvetli yorumu tetikledi. Bu tepkilerin ıstıraplı tonu sadece sahadaki dehşeti değil, aynı zamanda uzmanlar sınıfının hissettiği kişisel ihanet duygusunu da yansıtıyor. Tarihsel bir tahayyüle sahip herkes için, bu onursuz geri çekilme, Batı’nın çöküşünün büyük dramındaki en son perdeydi. Çin’in yükselen GSYİH’sine karşı Orta Asya’nın enkaz hali, acı bir karışım oluşturuyor. Çin, dünyanın yükselen gücü olarak ABD’nin yerini alacak. Halihazırda Şanghay’dan Karaçi’ye uzanan Tek Kuşak Tek Yol girişimi Afganistan’ı da kapsayacak. Post-Amerikan (Amerikan sonrası) bir çağa doğru gidiyoruz.

ABD süper gücünün gerilediğine dair bu hüküm her ne kadar ikna edici görünse de yanıltıcıdır. Amerikan gücü, kilit önemdeki iki alanda dünya düzenini tanımlamaya devam ediyor.

Birincisi finans. Ticaret veya ekonomik büyüme ile karıştırılmaması gereken küresel para olma açısından dolar hala hakimiyetini koruyor. Dünyanın ödemelerinin, kredilerinin ve finansmanının çoğu ABD para birimine dayanmaya devam ediyor. Afganistan’ın durgun ekonomisi 2001’den beri bu sistemin içine çekildi. Taliban, Kabil’in fethine sevinmiş olabilir, ancak Afganistan’ın, çoğunu New York Merkez Bankası’nın elinde tuttuğu ulusal döviz rezervlerine el koymaya çalıştığında, grup hala ABD’nin dünyasında olduğunu – ya da en azından Afganistan’ın parasının ABD’nin dünyasında olduğunu – keşfetti.

Amerikan gücünün ikinci boyutu askeridir. ABD’li planlamacılar Kabil’den çıkışı beceriksizce yaptı, ancak bu, dikkatleri ABD askeri gücünün dünya çapındaki tarihi ağırlığından uzaklaştırmamalı. Geniş bir donanmaya ve benzersiz bir nükleer silahlı hava kuvvetlerine sahip bir askeri hiper güç olarak ilk ortaya çıktığı 1940’lardan beri küresel düzeni ABD tanımlıyor. Bugün de bu durum devam ediyor. Afganistan’dan çekilmek bu üstünlüğü teslim etmek değil. Bundan ziyade, Barack Obama döneminde başlayan daha geniş bir yeniden düzenlemenin parçası.

Bu yeniden düzenlemenin mantığını ve yönünü deşifre edecek yer, Kabil havaalanı ya da köşe yazılarının kakofonisi ve öfkesi değil, Pentagon’un bütçeleri ve onları yönlendiren stratejilerdir. Amerikan-sonrası bir dünyayı kabullenmek şöyle dursun, ABD askeri liderliği yeni zorluklarla yüzleşmek için kendini hazırlıyor. Çin’in ekonomik büyümesinden habersiz değil, ancak niyeti Çin’in stratejik teknolojiler elde etmesini engelleyerek ve Amerika’nın kendi teknolojik üstünlüğünü keskinleştirerek GSYİH ile askeri güç arasındaki bağı kırmak.

ABD stratejisine uygun
Afganistan’dan geri çekilme, ABD seçkinlerinin egolarını incitti. Ancak Afganistan, belirleyici bir savaş alanı olmaktan çoktan çıkmıştı. Afganistan’dan çıkış, bize küresel güç dengesi hakkında çok şey söylediği için değil, Washington DC’de ipleri kimin elinde tuttuğunu söylediği için önemli.

Joe Biden, kararını gerekçelendirirken, Amerikan askerlerinin Afganistan’da bulunma “muradı” asla ulus inşası olmamalıydı diye ısrar etti. 2001’deki orijinal müdahale söz konusu olduğunda, yarım haklı. Yirmi yıl önce George W Bush’un amacı El Kaide’yi yıkmak ve onu barındıran Taliban rejimini yerinden etmekti. Temsilciler Meclisi üyesi Cumhuriyetçilerin özel bir toplantısında “Orduyu ulus inşası için sahaya sürmüyoruz” demişti.

Ama Washington saf değildi. 20 yıldan uzun süren çatışmaların ardından Afganistan’ın yeniden yapılanmaya ihtiyacı olduğu o zaman bile açıktı. Buradaki fikir, ABD’nin müttefikleriyle birlikte küçük bir miktar kalkınma finansmanı sağlamasıydı. Başkan yardımcısı Dick Cheney gibiler için, ABD’nin 2004’te Afgan anayasasına yazdırdığı büyük iş dünyası ve piyasa ekonomisinin gerisini halledeceği kuvvetli bir kanaatti.

Tüm bu varsayımlar yanlış çıktı ve 2006’dan itibaren ABD bir ulus inşası programına başladı. 2009 ve 2014 yılları arasında, Obama yönetimi sırasında, dönüşüm ve bölgesel istikrara yönelik iddialı bir çaba kapsamında isyan bastırma, ekonomik kalkınma ve Orta Asya için jeo-ekonomik bir vizyon bir araya geldi. 2010 ve 2014 yılları arasında Kongre, Afganistan’daki savaş ve kalkınma için özel olarak 500 milyar dolardan fazla bütçe tahsis etti.

ABD ve müttefiklerinin şimdi ayrılmasının ve Biden’ın ulus inşası fikrinden uzaklaşmak istemesinin nedeni, bu projenin başarısız olmasıdır. Bunun yolsuzluk ve yanlış yerlere giden harcamalar gibi pek çok faktörle ilgisi var ama Obama yönetiminin Afganistan’ın uzun vadeli geleceği konusunda bağlılık gösterme isteksizliği de söz konusu. Taliban, yapması gereken tek şeyin sabırla bu akının [hem para hem asker olarak ABD’nin sürekli el arttırmasının] bitmesini beklemek olduğunu biliyordu.

2014 yılında güvenlik sorumluluğu ABD ve NATO güçlerinden Afgan ulusal ordusuna devredilirken, Taliban Afgan güvenlik güçlerine yönelik saldırılarını yoğunlaştırdı. Bu arada, Karzai klanı gibi Kabil’deki rejimin etrafındaki vurguncular, uzun vadeli yatırım yapmanın bir anlamı olmadığını biliyorlardı. Uzun dönem diye bir şey yoktu [haklı çıktılar].

ABD’ye güvenilir mi?
Çekilmeden bu yana, ABD’nin güvenilirliğini kaybettiği konusunda çok fazla konuşma yapıldı. Ama zaten kaybedecek bir güvenilirliği mi kalmıştı ki? Güvenilirlik, kararlı olduğunuzu söylemekle ilgili değildir. Asker göndermekle bile ilgili değildir. Bu, karşınızdakinin, kamuya açık açıklamalarınızın çıkarlarınızla uyumlu olduğuna ve böylece işler zorlaştığında bile onlara bağlı kalacağınıza inanmasıyla ilgilidir. ABD’nin Afganistan’daki sorunu, gerçekten uzun bir süre orada kalma konusundaki isteksizliğinin çok açık olmasıydı.

Biden, Obama’nın başkan yardımcısıyken bile, daha derin bir angajmana karşı çıkarak tutarlı bir çizgi izlemişti. Son anketler onu haklı çıkarıyor gibi görünüyor. Derinden bölünmüş bir toplumda, Amerikalıların yüzde 70’i, 11 Eylül’ün 20. yıldönümü için Afganistan’dan zamanında ayrılmayı onaylıyor. Bunun suçunu coğrafyaya atmak cazip geliyor. Afganistan uzak bir yer. Ama coğrafya tek sorun değil. Amerikalıların dünya hakkındaki bilgileri pek sağlam olmasa da, bu onların uzak topraklar hakkında endişelenmelerini engellemiyor. Soğuk Savaş’taki Sovyetler Birliği’ni veya İsrail’i veya Çin’le olan kafayı bozma halini düşünün. Afganistan’ın tükenmesinin nedeni coğrafya değil, zaman ve artan beyhudelik duygusudur. İyimserlik yerini sinizme bıraktı. İlgi alanları değişti. Zaman tükendi.
Müdahalenin “muradının” ne olduğuna bakılmaksızın, Washington’un 11 Eylül için aldığı intikam Afgan toplumunu dönüştürdü. Afganistan nüfusunun yaş ortalaması 18,4. Bugün hayatta olan Afganların çoğunluğunun 2001 müdahalesinden önceki ülkelerine dair hiçbir hatırası yok. Milyonlarca yaşamın gidişatı, birçoğu umut verici bir yönde olacak şekilde, değişti. ABD işte bu umudu hayal kırıklığına dönüştürdü.

Batı müdahalesinin yarattığı kısmen modernize edilmiş toplum – özgürleşmiş kadınlar, üniversiteye giden yüz binlerce insan, bir kamusal alanın yeşermekte olan filizleri – şimdi iki varoluşsal tehditle karşı karşıya. İlki Taliban’dan geliyor. İkincisi Batı’nın kendisinden geliyor.

Afganistan’daki modern yaşam (artık ne kadar mevcutsa), istikrarlı bir ithalat ve dış yardım akışına bağlıdır. Bu bağımlılığın ölçüsü, GSYİH’nın yüzde 25’lik bir ticaret açığıdır. On binlerce Afgan, doğrudan Batı’nın mevcudiyetinden kaynaklı olarak çevirmen, tamirci ve benzeri hizmet alanlarında çalışıyordu. Taliban kamusal hayatı bastırabilir – ancak kamusal hayatın maddi temelini ortadan kaldıracak olan mali yaptırımlardır.

Çekilmenin anlamı
İşaretler endişe verici. ABD Hazinesi, Afganistan’ın döviz rezervlerinin bloke edildiğini zaten açıkladı. Afganistan’ın IMF’deki özel çekme haklarının – IMF’nin üyeleri için kredi yaratabileceği sentetik para birimi – tahsisi de Washington’un sözüne bağlı olacak. Afganistan’ın başlıca ithalat ürünleri arasında modern bir ekonominin temel bileşenleri olan petrol, un, şeker, makine ve elektrikli ürünler yer alıyor. Afganistan doğrudan Batı ile çok az ticaret yapıyor. Ancak ticaret ortakları, ister Rusya’da ister Pakistan’da olsun, kendisine ödeme yapılmasını isteyecektir.

Dış finansman olmadan döviz kuru çökecek ve fiyatlar yükselecektir. Ekonomi düz bir çizgide kalacak ve nüfusun en alt kesimi gıda kriziyle karşı karşıya kalacaktır. Eşref Ghani rejimi düşmeden önce, Dünya Gıda Programı Afganistan’ın 39 milyonluk nüfusunun 14 milyonunun gıda güvensizliği ile karşı karşıya olduğunu ve beş yaşından küçük çocukların yarısının yetersiz beslendiğini tahmin ediyordu. Kuraklık kırsal kesimin çoğunluğunda bir dert. Soğuk havalar yaklaşıyor ve sağlık sistemi, doğrudan dış finansmana en çok bağımlı sektörlerden biri. Ülke ağır çekimde yaklaşmakta olan bir insani felaketle karşı karşıya.
Taliban’ın, her şeyden önce Pakistan’ın askeri ve istihbarat servislerinden potansiyel yardım kaynakları var. Ancak Pakistan’ın kendisi ciddi mali baskı altında. Çin hem Afganistan’a hem de Pakistan’a mali yardım sağlayabilir. Her ikisi de Pekin’in yörüngesine girmesi, ABD’nin kabahati olur.

Bu çok taraflı finansal ilişkinin nasıl işlediğini gördüğümüzde, ABD’nin çekilmesinin Afgan toplumu için gerçekte ne anlama geldiğini ancak o zaman anlayacağız. Taliban baskısının üzerine eklenen bir ekonomik abluka, son 20 yılda gelişen kentsel yaşamı ezebilir. Öte yandan, devam eden yardım, ABD angajmanını sürdürmenin bir yolu olacaktır. 2001’deki müdahaleden sonra, Afganistan’ın para sistemi kaos içindeyken, ABD’li uzmanlar ve IMF, ülkeyi dolarlaştırmayı tercih ettiler. Plan, vatansever Afganlar tarafından fazla aşağılanma olduğu için reddedildi. Son aylarda Afganistan’ın para birimi – Afgan – düşüyor. Bu her iki taraf için de garip olacaktır ama yeni yönetimin kontrolü altında Afganistan’a akan dolarlar, çöküşün eşiğindeki bir topluma bir cankurtaran olacaktır. ABD’nin askeri tahliyesinin onu temel desteği sürdürme sorumluluğundan kurtardığı iddia edilmemelidir.

Yeniden yapılanmaya yönelik mali yardım, Afganistan’daki Batı harcamalarının genellikle en küçük parçasıydı. Obama’nın 500 milyar dolarlık artışının 29,9 milyar doları sivil yardım ve 32,8 milyar doları Afgan ordusuna harcandı. Çoğunluk, maaşlar, tedarik ve hizmet sözleşmeleri şeklinde doğrudan Batı’ya dönen, ABD’nin kendi askeri harcamalarına gitti.

2007 ile 2013 arasındaki en yoğun aşamasında, Afganistan, Pakistan ve Irak’taki ABD operasyonları, yılda 150 milyar dolardan fazla tüketen yüz binlerce askeri kapsıyordu. Beyin gücü ve dikkat açısından, bu harekatlar askeri gündeme hakim oldu.

Çin Halk Cumhuriyeti silahlı güçleri geçit töreni

Coin’den Üçüncü Dengelemeye 
ABD ordusu, dünyanın en iyi üniversitelerinden yüksek lisans derecesine sahip kıdemli subaylar tarafından yönetilen dev bir profesyonel organizasyondur. Zaman zaman, ABD ordusu, süvari çizmesi giymiş bir yönetim danışmanlığı şirketi gibi görünebilir. Bu tür her organizasyonda olduğu gibi, hiyerarşiktir ve güçle doludur. Şubeler arasındaki kaynak savaşı yoğundur. Ancak, bu tür her organizasyonda olduğu gibi, kültür önemlidir. Orduyu yöneten bürokratik ittifakları harekete geçiren şey, sloganvari sözler ve fikirlerdir. 2006 ile 2010’ların başları arasında, anın sloganı Coin [counter-insurgency, karşı-ayaklanma, isyan karşıtı] idi – Irak ve Afganistan’daki Amerikan varlığına karşı direnişi siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri yollarla bastırmak için tasarlanmış isyan karşıtı operasyonlar.
David Petraeus, Stanley McChrystal, James Mattis, Michael Flynn ve HR McMaster gibi şahsiyetleri sert ama aynı zamanda sofistike ve düşüncelerinde sistematik olan yeni bir savaşçı türü olarak ulusal dikkatlere sunan Coin dönemiydi.

Ortodoksluğun olduğu yerde, hele ki kan ve ganimet söz konusuysa, heretikler de vardır. Tartışmalarla dolu askeri entelektüel gündemde, Coin’e yönelik monolitik odaklanma, yalnızca ulus inşasının başarısı açısından değil, aynı zamanda daha geniş stratejik mantık açısından da her zaman tartışmalıydı. ABD ordusu yolunu mu kaybediyordu? Doğru düşmanla mı karşı karşıyaydı? Daha 1990’larda, Pentagon’la bağlantılı düşünce kuruluşları, Çin ile 21. yüzyılda bir çatışmayı öngören savaş oyunları simüle ediyordu. İşte bu arka plan ile, teröre karşı savaş bir oyalama gibi görünebiliyordu. ABD, Bin Ladin’i ve var olmayan kitle imha silahlarını avlamak için kaynaklarını boşa harcarken, Çin öne çıktı.

2011’de, dönemin dışişleri bakanı Hillary Clinton, ABD’nin Asya’ya döndüğünü duyurdu. ABD ordusunda kendini öncü pozisyonunda görenler için bu bir sinyaldi. Stratejik ufku Basra ve Helmand’dan Rusya ve Çin’in büyük güç mücadelesine yükseltmenin zamanı gelmişti. Rand düşünce kuruluşu tarafından yayınlanan yeni bir tarihçenin ortaya koyduğu gibi, 2012’de Pentagon yetkililerinden oluşan bir klik, biraz gizemli bir şekilde “üçüncü dengeleme” (third offset) olarak adlandırdıkları bir şeyi tartışmaya başladı. Dengeleme fikri, teknolojik üstünlük yoluyla ABD’nin zorlu, giderek çok kutuplu bir dünyada belirleyici üstünlüğünü sürdürmesiydi.

Irak’ın işgalinin minimuma indirilmesi ve Afganistan’daki devir tesliminin tamamlanmasıyla 2014’te ordunun yeniden yönelimi başladı. Vladimir Putin’in Ukrayna’daki saldırıları ve Doğu Avrupa’da artan endişe, yeni düşmanlarla yüzleşme ihtiyacını doğruladı. Ancak gerçek büyük güç rakibi olarak her zaman Çin tasavvur edildi.

Yeni arena Hint-Pasifik
Çin’e karşı koymak için ABD askerleri dönüştürücü teknolojilere – yapay zeka, robotik, siber silahlar ve yeni uzay teknolojisine – odaklandılar. Bunun için Pentagon’un askeri-sanayi kompleksini yeniden şekillendirmesi gerekecekti. Teknoloji, küresel tedarik zincirlerine ve Çin ile teknolojik ortaklıklara derinden bağlı olan Silikon Vadisi’nden gelecekti. ABD askeri planlamacıları, Afgan köylerini yeniden şekillendirmek yerine artık küreselleşmenin ana motorlarını yeniden yapılandırmayı tasavvur ediyorlardı.

Dev Pentagon makinesini bu kadar soyut hedefler doğrultusunda hizaya sokmak zor bir işti. Ancak Çin’in yükselişi amansızdı ve ABD stratejisinin temelden yeniden yönlendirilmesi fikri Donald Trump’ın görev dönemine kadar devam etti. 2018 Ulusal Savunma Stratejisi, Amerika’nın gelecekteki mücadelesini terörle mücadele değil, denk veya neredeyse denk antagonistleriyle büyük güç rekabeti olarak tanımladı. Ana arena Orta Asya veya Ortadoğu değil, Hint-Pasifik idi. Biden yönetimi bu stratejik planı daha da kararlı uyguluyor.

Üçüncü dengeleme üzerine dönen gündem önemliydi çünkü Amerikan gücünün kalbinde bu yer alıyordu ve doğrudan onun en güçlü araçlarından biri olan Pentagon ve istihbarat camiasının muazzam bütçelerine dayanıyordu. Teröre karşı savaş bütçesine büyük diyorsanız, Pentagon bütçesinin tamamını dikkate aldığınızda, rakamlar daha da etkileyici. 2001 yılında ABD savunma bütçesi 311 milyar dolardı. 2010 yılına gelindiğinde, teröre karşı savaşın etkisiyle, iki kattan fazla artarak 690 milyar dolara ulaşmıştı. Ardından, Obama’nın Beyaz Saray’ı ile Cumhuriyetçi Kongre arasındaki çıkmazın dayattığı bütçe kısıtları nedeniyle, harcamalar 2015’te 560 milyar dolara düştü. Trump bu düşüşü 700 milyar doların üzerinde bir savunma bütçesiyle tersine çevirdi. 2022 için talep edilen 753 milyar dolar ile Biden’ın son teklifi artışı devam ettiriyor. Askeri harcamalar, (devam eden yetkilerin aksine) federal hükümet tarafından yapılan tüm isteğe bağlı harcamaların kabaca yarısını oluşturur. Militarize harcamaları daha genel olarak İç Güvenlik’i içerecek şekilde tanımlarsak, pay üçte iki veya daha fazlasına yükselir. Yeşil Yeni Anlaşma veya Biden’ın altyapı ve refah programları gibi tekliflerde bu kadar radikal olan şey, Pentagon’a uygun bir ölçekte sivil harcamalar önermeleridir.

ABD süper gücünün gerilediğine dair hüküm her ne kadar ikna edici görünse de yanıltıcıdır.
Amerikan gücü, kilit önemdeki iki alanda dünya düzenini tanımlamaya devam ediyor.
Birincisi finans ikincisi askeridir.

Yüksek teknoloji militarizmi 
Bu Molek’in ölçeği göz önüne alındığında, askeri uzmanlar onu kendi yüksek teknoloji öncelikleri doğrultusunda öyle basitçe yeniden yönlendiremezler. Ama bir değişim yaşanmıyor da değil. Biden yönetimi, Savunma Bakanlığı’nın siber komuta bütçesini 10,4 milyar dolara yükseltti, ki bu artış savunma yeteneklerinden ziyade saldırıya ağırlık veriyor. Genel ABD savunma Ar-Ge’si yılda 100 milyar dolardan fazla. İstihbarat topluluğu da bir 85 milyar dolar daha alıyor. Bunun yaklaşık yarısı elektronik veri toplamaya gidiyor.

Bu yüksek teknoloji militarizm, insan zihninin ve bedeninin yeteneklerinin, yapay zekanın potansiyelinin ve maddenin özelliklerinin sınırlarını zorluyor. Uydu verilerini ayrıştıran güçlü algoritmalar, gelen kıtalararası balistik füzeleri izliyor. Hipersonik füzeler düşman savunmasına meydan okuyor. Uzay Komutanlığı’nın logoları saçma sapan olabilir ama hava kuvvetlerinden ayrıldığı 2019’dan beri bütçesi 17,4 milyar dolara yükseldi. ABD ordusu, dünyadan çekilmek şöyle dursun, onu kuşatmayı ve yörüngeden çevirmeyi amaçlıyor. Yeni teknolojiler hala toplam askeri bütçenin bir kısmını oluşturuyor. Ancak klasik satın alma kalemlerini incelerseniz aynı sonuca varırsınız. ABD ordusu geri çekilmek şöyle dursun, küresel egemenliğini artırmayı hedefliyor.

Küresel bir gücün çatışma hazırlığı
Tarihteki en pahalı ürün geliştirme programı olan F-35 savaş uçağı, isyancılarla savaşma amaçlı bir silah değil. Görevi, Çinlilerin ve Rusların havalandırabileceği en iyi savaş uçaklarını vurmak. 1990’larda tasarlanan savaş uçağının geliştirilmesi, tedariki ve bakımının faturası şu anda uçakların öngörülen 66 yıllık yaşam döngüsü üzerinden 1,7 trilyon dolar. Bunu sadece bir uçak olarak düşünmek, bu devasa programın hakkını vermiyor. Çeyrek milyon işçiyi doğrudan istihdam eden yaklaşık 2000 tedarikçiden oluşan tam bir endüstriyel ekosistemdir. Yarım yüzyıldan fazla sürecek ve tüm dünyada işbirlikleri üzerinde yürüyecek. F-35’lerin havalandırılması, İngiltere’nin yeni uçak gemilerinin ana amaçlarından biri.

ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, uçak gemileri söz konusu olduğunda rakipsiz. En son nesil, devasa nükleer enerjili CVN-21 Ford sınıfı. Her biri yaklaşık 12,4 milyar dolara mal oluyor. Ancak maliyetleri ve Çin füzelerine karşı savunmasızlıkları yüzünden, ABD donanması, muhtemelen daha azını tercih ederdi – 11 yerine dokuz. Ancak Kongre’deki askeri-sanayi kompleksi o kadar derine kök salmış durumda ki, donanma planlamacıları kararlara etki edemiyor. 2015 yılında sadece 271 aktif yüzey gemisiyle düşük bir noktaya ulaşmış olması nedeniyle, Kongre, donanmanın filosunu en az 355 gemiye genişletmesini zorunlu kıldı. Son günlerinde Trump yönetimi el yükseltti. Aralık 2020’de, ABD’nin 400’den fazla gemiye sahip olması gerektiğini ilan etti. Nihai hedef 320 ila 390 gemi arasında bir yerde olacak. Sayı ne olursa olsun, dünyanın gördüğü açık ara en güçlü filo olacak.

Büyük yüzey gemileri saldırılara karşı savunmasız olduklarından, bir çözüm – yüksek teknolojili üçüncü dengelemeye uygun olarak – onları insansız yapmak. Başka bir çözüm de sualtına gitmek. On yıl sonra tedarikine başlanacak olan süper gelişmiş Yeni Nesil Taarruz Denizaltısı, denizaltı filosunu kara savaşlarını desteklemekten – Irak gibi yerlere seyir füzeleri ateşleyerek – Çin filosu ile suyun hem üstünde hem de altında savaşmak üzere yeniden odaklayacak.
Ancak ABD donanmasının en büyük önceliği, Columbia sınıfı dev balistik füze denizaltılarından oluşan yeni bir filonun satın alınması. ABD’nin nükleer saldırıya maruz kalması durumunda dünyayı alt üst edecek ikinci bir saldırı gerçekleştirmek üzere tasarlanan nihai kitle imha silahları olan Columbia sınıfı ICBM denizaltıları, ilk olarak 2013’te projelendirildi. Sınıfında birincinin alımı 2021’de başladı ve donanma, 109 milyar dolar maliyetle 12 tane inşa etmeyi umuyor. Denizaltıda üslenmiş füzeler, ABD’nin, Obama döneminde modernize edilmeye başlanan nükleer silah üçlüsünün bir parçasıdır. Diğer ikisi havadan ağır bombardıman uçakları ve karada üslenmiş ICBM’lerdir. Analistler, 30 yıllık programın tahmini maliyetini 1,5 trilyon dolar olarak belirlediler. Rusya, ABD’nin nükleer gücüne benzer bir şeye sahip tek güç. Ancak Washington’u ayağa kaldıran, yeni Çin füze silolarının tespiti oldu.

Pentagon’un harcama programları, maliyet aşımları ve şüpheli sonuçlarıyla ünlüdür. 2000’lerde ordunun bir nesil robotik araç geliştirme çabası 32 milyar dolarlık bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Ancak ister yüksek teknolojili ister eski moda olsun, ABD’nin askeri harcamalarının hiçbiri geri çekilmiyor. Bu, 21. yüzyılın hiper gücü olarak ABD’nin rolünü sağlamlaştırmak için bir plan.

Küresel bir gücün çatışma hazırlığı
Bu harcama, ABD ekonomi politikasında Soğuk Savaş sırasında bile görülmeyen türden bir militarizasyonu da getirdi. ABD ulusal güvenlik kurumu, Çin’e karşı koyma genel amacı doğrultusunda, küresel ekonomiyi yeniden şekillendirmeye yönelik yeni bir amaç benimsedi. Çinli bileşenler tedarik zincirinden çıkarılacak ve Çin yatırımı Silikon Vadisi’nden temizlenecek. CIA ve Pentagon destekli risk sermayedarları, askeri-sanayi kompleksine dahil edilecek gelecek vaat eden yüksek teknoloji girişimleri için tohum yatırımı teklif ediyor.

Bu arada Beyaz Saray, ABD’deki her büyük şirketin siber savunmasını yükseltmesini şart koşuyor. Dijital bir dünyada, ABD’nin egemenliğinin gerçek ölçüsü, Kabil’deki umutsuz sahneler değil, Çin’in 5G şampiyonu Huawei’sinin burnunun sürtülmesi veya Hollanda firması ASML’nin son derece uzmanlaşmış yonga üretimi ekipmanını yalnızca ABD hükümeti tarafından onaylanan müşterilere sağlamasını temin etmek için uyguladığı ikna gücüdür. Amerikalı stratejik planlamacılar için küresel yüksek teknoloji ekonomisini yeniden organize etmeyi hayal etmek, ABD’nin tartışmasız hegemon statüsünü kaybetmesini düşünmekten daha kolaydır.

Afganistan’ın tükenmesinin nedeni coğrafya değil, zaman ve artan beyhudelik duygusudur.
İyimserlik yerini sinizme bıraktı. İlgi alanları değişti. Zaman tükendi.

Aynı ihanete uğrama duygusu 
O halde Afganistan ile bağlantı nedir? Biden’ın hızla tüyüşüne mazeret üretenler için, bunun Çin ile yüzleşmek üzere kaynakları serbest bıraktığını söylemek cazip gelebilir. Ama bu hiç mantıklı değil. 2020’de Afganistan’a tahsis edilen kaynaklar, Pentagon’un bütçesinde ihmal edilebilir bir girdiydi. Amerika’nın en kıdemli askerleri, Kabil rejimini yerinde tutmak ve 20 yıllık varlıklarının mirasını korumak için Afganistan’da kalmak istedi.
ABD ordusunun üst düzey komutanları istediklerini alamadılar ve Afganistan kararında asıl mesele buydu. Washington DC’de, 2009’da Obama’nın, yakın zamanda Irak’ı sakinleştirme konusunda bir miktar başarı elde etmiş olan komutanlar tarafından Afganistan’da mevcudiyeti arttırmaya sürüklendiği yaygın bir bilgidir. O dönem Başkan Yardımcısı olan Biden bunu dehşetle izlemişti. 2020’de, Trump’ın Afganistan’dan çıkışı hızlandırma arzusuyla karşı karşıya kalınca, ordu yeniden geri adım attı.

Biden, Trump’ın Taliban ile yaptığı görüşmelerde kabul ettiği takvimi uzatmış olsaydı, bu sefer de ABD ordusuna teslim olmuş olurdu. Ama bu sefer iradesi çiğnenenler generaller oldu. Genelkurmay Başkanı Mark Milley’in iradesi sivil yetkililer tarafından – Savunma Bakanı Lloyd Austin, Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan – basitçe geçersiz kılındı.

İyi ya da kötü, geri çekilme, Biden’ın otoritesinin dramatik bir şekilde icra edilmesidir. Kabil’deki 82. Hava İndirme Tümeni birimleri arasındaki ruh hali kasvetliydi. Bunun gibi kararlar darbeler başlatmıştı: Fransa’da Cezayir’den çıkışıyla ilgili olarak 1958’de Dördüncü Cumhuriyet’in devrilmesine ve ardından 1961’de bir darbe girişimine yol açan ayaklanmayı düşünün. Ama Milley çekip gitmedi. Bunun yerine, gazi örgütleri intihar önleme yardım hatlarının telefon numarasını dağıttı.

Afganistan faslı kapandı. Askeri liderlik, ABD’nin Bir Numara olarak kalmasını sağlamak gibi daha geniş bir gündeme kendini bu kadar adamış bir yönetimle kavga etmek istemiyor.

Taliban Kabil’i kasıp kavururken ve IŞİD bombalar patlatarak 13 ABD askerini öldürürken, her yerde daha önceki bir Amerikan yenilgisinden söz ediliyordu – 1975’te Güney Vietnam kukla devletinin başkenti Saygon’dan çıkış. Aynı kaos sahneleri vardı. Eski dostlar ve müttefikler geride bırakılırken, aynı ihanet duygusu hissediliyordu. Güney Vietnam’da olduğu gibi, Afganistan’da da ulus inşasına yönelik beyhude bir çabanın enkazı tarih tarafından sular altında bırakılıyordu. Ancak ABD askeri seçkinleri için Vietnam’dan çıkışın hem üzücü bir destanın sonu hem de bir yenilenme anı olarak daha karmaşık bir anlamı var.
Pentagon’daki entelektüel reformcular, 2012’de yüksek teknolojili küresel savaş için kampanyalarına hız verdiklerinde, Amerikan ordusu içinde, ikisi de büyük, titretici şokları takip eden daha önceki iki yeniden doğuş anına dair halk belleğini uyandırmak için “üçüncü dengeleme” gizemli adını seçtiler.

Egemenlik için ‘Üçüncü Dengeleme’
İlk teknolojik büyük sıçrama, Amerika’nın karmaşık bir dizi taktik nükleer silahı benimsediği 1950’lerde Kore Savaşı’ndan sonra geldi. İkincisi, Vietnam’dan sonra geldi: ABD, 1980’lerin yeni nesil silahlarla, daha sofistike bir savaş doktriniyle ve kara ve hava kuvvetleri arasında Blitzkrieg tarzı koordinasyonu vurgulayan Hava-Kara Muharebesi gibi konseptlerle donatılmış olan yeniden canlanmış ordusunu ortaya çıkaran dönüşüme girişmişti.
1991’de Kuveyt’in muzaffer yeniden fethinde, belki de ülkenin son iyi savaşında ABD militarizmine parlaklık kazandıran bu orduydu. Şu anki kıdemli Amerikan liderleri topluluğu bu tarihe yetişmiş insanlar. 1970’lerde Princeton’da gerilla savaşı eğitimi alan Milley, 1980’de bu gençleşmenin başlangıcında görevlendirilmişti.

Üçüncü dengeleme, Amerikan militarizmine yeniden enerji kazandırmak, onu ayaklanmayı bastırma bataklığından çıkarıp yeniden yönlendirerek müthiş gücünü daha önemli tarihsel hedeflere odaklamak için 2014’te başlatıldı. O zamandan beri bu yeniden yönlendirme her zamankinden daha fazla amaç doğrultusunda ilerler hale geldi. Afganistan’daki Taliban zaferinin 11 Eylül’ün 20. yıldönümü ile çakışması acı verici, ancak bunun, yukarıdaki değişimin sorgulanmasına sebep olacak bir etkisi yok. ABD güvenlik kurumu, dünyadan çıkmak şöyle dursun, 21. yüzyıldaki başlıca düşmanının, yani Çin’in karşısına dikilmek gerekli olan hayret verici kaynakları ayırıyor:

Amerikan militarizminin bu en son tekerrürü, yalnızca teknolojinin sınırlarına meydan okumakla kalmıyor, aynı zamanda modern tarihi şekillendiren temel güçleri de sorguluyor. ABD, askerlerinin dehası veya silahlarının niteliksel üstünlüğü ile değil, ekonomik üstünlüğü sayesinde bir hiper-güç statüsüne yükseldi. İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında bir atom bombası geliştirmek için bir hızlandırılmış programa milyarlarca dolar harcayabilmiş olması, kaynakların muazzam üstünlüğünü yansıtıyor.

Şimdi, Pentagon planlamacılarının nihai hedefi, ekonomik performans ve askeri güç arasındaki bu bağı gevşetmek. Onlar, küresel ekonomik büyümenin merkezkaç etkisi Amerika’nın dünya ekonomisindeki göreli ağırlığını azaltırken bile ABD askeri egemenliğini sağlamayı hedefliyorlar. Belirleyici faktör GSYİH değil ultra gelişmiş teknoloji olacak. Washington büyük güç olmanın gerektirdiği kaynakları sınırlarına zorlarken, tüm dünya bunun etkisini hissedecek.

www.newstatesman.com

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.