"Her şey politiktir"
Kültür/Sanat Haberleri —

Z filmi
- Trump'ın ikinci dönemi özgürlükleri tehdit ederken, Z'den Spartacus'a ve V for Vendetta'ya kadar uzanan filmler giderek daha da önemli hale geliyor.
SUSAN SMİTH-RİCHARDSON / Çeviri: TİJDA YAĞMUR
Costa-Gavras’ın politik gerilim filmi Z, daha açılış sahnesinden itibaren otoriterliğin amansız bir eleştirisi olacağının sinyallerini veriyor. Hızlı ve dinamik kamera hareketleri, devletin desteklediği şiddeti ve demokrasinin aşınmasını anlatan açık sözlü hikâyesiyle uyum içinde. Yunan asıllı yönetmenin filmi, 1963 yılında demokrat lider Grigoris Lambrakis’in suikastına dayanıyor ve 1969’da, Costa-Gavras’ın politik bir hikâye anlatıcısı olarak zirvede olduğu bir dönemde vizyona girse de, bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin bu “altın çağı”nda hâlâ söyleyecek sözleri var.
Donald Trump’ın peş peşe gelen yürütme kararlarının ortasında, bu politik ana nasıl geldiğimizi düşünürken kendimi bir kez daha Z’yi izlerken buldum: Kutuplaşma, dezenformasyon, yozlaşma ve bireylerle kurumların demokrasinin çöküşüne zemin hazırlayan ve onu destekleyen suç ortaklığı... Sansürün, sınır dışı etmelerin ve protestocuların iç terörist olarak damgalandığı bir dönemde sinema neler gösterebilir?
Meğer çok şey varmış.
Totaliter rejim karşıtı kitapların filme uyarlanması uzun bir geleneğe sahip. George Orwell’ın 1984’ü, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i ve Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü birden fazla kez yeniden ele alındı; bu uyarıcı hikâyelerin, özgürlüğün hâlâ gözden çıkarılabilir olduğu bir dünyada kalıcı gücünü kanıtladı. Ayrıca filmlerin totaliterizme yorum getirme geleneği de köklü. Charlie Chaplin’in 1940 yapımı Büyük Diktatör filmi, Adolf Hitler’i alaya alırken, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmeden önce Führer’in tehlikelerine karşı uyarıda bulunuyordu. Bu yılın en iyi uluslararası film dalında Oscar kazanan Hâlâ Buradayım ise, Brezilya diktatörlüğünün gerçek hayattaki yansımalarını, 1971’de askerler tarafından ortadan kaybedilen eski politikacı kocası Rubens’in akıbetini öğrenmeye çalışan Eunice Paiva’nın mücadelesi üzerinden ele alıyor.
Spartacus’ün özgürlük arzusu
Costa-Gavras demiş ki: “Her şey politiktir.” Onun bu görüşünü, otoriterliğin nasıl kök saldığını, adaletsiz sistemlere direnmenin önemini ve insan hakları ile onuru için çoğu zaman uzun soluklu mücadeleleri yakalayan farklı türlerdeki birçok filmde görebiliriz.
Stanley Kubrick’in Roma İmparatorluğu’nda geçen bir köle ayaklanmasını konu alan Spartacus filmi, öz belirlenim ilkesi için savaşan bir kahramanı resmediyor. Kirk Douglas, baş karakteri, yani isteksiz bir gladyatör olarak ayaklanmayı başlatan Spartacus’ü canlandırıyor. Ancak 1960 yapımı filmin ardındaki politikalar –ve filmin temsil ettiği politikalar– köle isyanının hikâyesinden daha az güçlü değil. Kızıl korku döneminde kara listeye alınıp hapse atılan senaristler Dalton Trumbo ve Howard Fast’ın ellerinde, Spartacus baskıcı sistemlere direnme hakkının bir alegorisi haline geliyor. (Film, Fast’ın hapiste yazdığı ve 1951’de yayımlanan kitabına dayanıyor.) Spartacus’ün özgürlük arzusunu evrenselleştirerek, film yapımcıları büyüyen sivil haklar hareketinin temalarını yansıtıyor ve McCarthyizm’in sansürüne karşı muhalefeti savunuyor. Ancak film, bize kahraman özgürlük savaşçılarının tasviriyle yetinmeyi amaçlamıyor. Bunun yerine, son sahnelerinde muhalefetin ağır bedelini ve toplumsal değişim için bazen uzun süren mücadeleyi vurguluyor. Ayaklanma başarısız olduğunda Spartacus ve takipçileri çarmıha geriliyor, ama oğlu özgür doğuyor. İsyan kısa ömürlü olabilir, ama boşuna değil.
V for Vendetta: Bir isyan hikayesi
2005 yapımı distopik film V for Vendetta, Alan Moore’un çizgi romanından uyarlanmış ve adaletsiz bir sisteme karşı isyan hikâyesinden ziyade hükümetin rolüne dair bir eleştiri ve bir fikrin toplumsal değişimi ateşleme gücüne yönelik bir yorum sunuyor. Faşist bir rejimin pençesindeki gelecekteki Londra’da geçen film, Hugo Weaving’in canlandırdığı V karakterini takip ediyor. V, rejimi yok etmeye ve ona işkence yapan liderlerinden intikam almaya kararlıdır. Kimliğini, 1605’te bir grup Katolik komplocuyla birlikte parlamentoyu havaya uçurmaya ve Kral James’i öldürmeye çalışan Guy Fawkes’in maskesinin ardına gizler. Komplocular, Protestan kralın Katoliklere karşı daha hoşgörülü olmasını istiyordu. Bu başarısız komplo, her yıl anılıyor. Rejimin uygulayıcılarıyla son yüzleşmede V şöyle diyor: “İnsanlar hükümetlerinden korkmamalı, hükümetler insanlarından korkmalı.” Bu söz, günümüz için hem bir motto hem de bir toplanma çağrısı olabilir.
Fransız yönetmen Ladj Ly, Hollywood Reporter’a şunları söylemiş: “Ben bir sanatçıyım ve görevim yalnızca gördüğüm adaletsiz gerçekliği kınamak. Çözümüm yok. Umarım film, insanların her gün karşılaştığı aşağılayıcı durumları ortaya çıkarır ve daha fazla insanın bu durumu –ve birçoğumuzun neden bu öfkeyi hissettiğini– anlamasına yardımcı olur.”
Kuşatma
Ly’nin beğeni toplayan filmi Sefiller (Les Misérables), Paris’in dışındaki ayrıştırılmış banliyölerde, genç Siyah ve Arap erkeklerin polis şiddetine karşı başlattığı bir ayaklanmayı konu alıyor. Edward Zwick’in yönettiği ve The Looming Tower’ın yazarı Lawrence Wright’ın ortak senaristliğini yaptığı 1998 yapımı Amerikan filmi Kuşatma (The Siege) de benzer bir zemini işliyor. Film, bir dizi terör saldırısının ardından ABD ordusunun Brooklyn’i ele geçirdiği günümüz Brooklyn’inde geçiyor. Ordu, binlerce Arap ve Ortadoğulu erkeği gözaltına alırken, insanlar onların serbest bırakılması için stadyumu çevreleyen dikenli tellerin dışında gösteriler düzenliyor. Dünya Ticaret Merkezi’ne yönelik ilk bombalama girişiminden beş yıl sonra ve 11 Eylül’den üç yıl önce vizyona giren Kuşatma, belki de şimdi, gösterime girdiği zamankinden daha güncel. Gazze’de devam eden ölümler ve Filistinliler adına gösteri yapan yabancı öğrencilerin sınır dışı edilme tehditleri, filme bir aciliyet katıyor.
Filmin bazı yönleri –gözetim geçmişi düşünüldüğünde FBI’ın, gözaltındakilerin anayasal haklarını savunmak için orduyla karşı karşıya geleceği şüpheli– olsa da, Kuşatma ihtiyacımız olan bir tartışmayı cesurca başlatıyor: Vatansever olmanın ne anlama geldiği. FBI ajanı Denzel Washington, bir adamın işkence gördüğü sırada komutan general Bruce Willis’e yakalandığında, hem şaşkın hem öfkeli bir şekilde soruyor: “Siz insanlar deli misiniz?” Ardından gelen, vatanseverlik ve ABD anayasası arasındaki ilişkiye dair tartışma daha derin olabilirdi, ama en azından film bu meselenin tartışılması gerektiğini biliyor.
Kara Panterlerin favori filmi
Ladj Ly’nin dediği gibi, sanat gibi sinema da gerçeği yansıtabilir ve şekillendirebilir. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Z filmi, Kara Panter Partisi’nin favorisiydi; parti, filmin erken bir kopyasını ulusal bir anti-faşist konferansta göstermişti. Üyeleri gözetlenen ve öldürülen Panterler, kendi hikâyelerini bu filmde gördüler. Z’nin doruk noktasında, halkçı liderin cinayetinin gerçeğini ortaya çıkaran herkes ya hapse atılıyor, ya öldürülüyor ya da sürgüne gönderiliyor. Ve askeriye, basın özgürlüğünden işçi sendikalarına kadar uzanan yasak kelimeler ve faaliyetler listesi, televizyon haber spikerlerinin kararnameleri duyurduğu sırada arka planda sürekli akarken, özgür konuşmayı bastırıyor. Rahatsız edici sonsözünde Z, otoriterler hakkında evrensel bir gerçeği hatırlatıyor ki bunu görmezden gelme lüksümüz yok: Başarılı olmaları için önce bilgiyi kontrol etmeleri gerekiyor.