14 Temmuz fedakarlığın ölçüsüdür
Dosya Haberleri —
14 Temmuz Ölüm Orucu Direnişi ve Dörtlerin eylemine tanıklık eden Suphi Aksoy, gazetemize konuştu.
- İşkenceler durmadan, gece gündüz devam etti. Günler geçmiyordu. İnsanın en çok istediği şey ne özgürlük ne de güzel bir yemekti. Bir an önce ölmekti. Bu rezalet içinde bir ihanete düşmeden ölmek.
- Büyük Ölüm Orucu eylemini bütün vahşetin teşhir edilmesi olarak değerlendiriyorum. İşkencecileri dahi durduran bir eylem oldu. Doğru tutumun, dürüst tutumun, fedakarlığın ölçüsüdür.
MELTEM OKTAY
“Her gün bir yıl gibiydi. Her saat bir hafta gibiydi. Günler geçmiyordu. İnsanın en çok istediği şey ne özgürlük ne de güzel bir yemek… Bir an önce ölmekti. Bu rezalet içinde bir ihanete düşmeden ölmek…”
Bu sözler 1980 askeri cunta sonrası Mardin’in Midyat ilçesinde gözaltına alınıp, ağır işkencelerden sonra tutuklanan ve 14 Temmuz Direnişi'nde Diyarbakır Zindanı'nda olan isimlerden Suphi Aksoy’a ait. Aksoy, 1980 askeri darbesinin katmerli zulüm çarkından geçip, gördüğü işkencelerden sonra gözlerini kaybetti. Hepimizin şimdilerde bile duyduğunda kanını donduran, tüylerini diken diken eden bir vahşet döneminin tıpkı Kürt Bilge Musa Anter’in dediği gibi hem mağduru, hem sanığı hem de tanığı. Suphi Aksoy, vahşet ve teslimiyete karşı direniş ve mücadele dönemi olan Diyarbakır Zindanı’nda Dörtlerin eyleminden, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu direnişine ve ardından Diyarbakır Zindanı’nda gelişen diğer direnişlere tanık oldu. 1981 yılında alındığı o vahşet cenderesinden 1987 yılında kurtulabildi.
2 aylık aralıksız işkence
1981’de Midyat’ta darbe nedeniyle gözaltına alınan binlerce insan gibi gözaltına alınmıştı. Yürüttüğü siyasi faaliyetlerden kaynaklı Midyat’ta 2 ay soruşturmada kaldı. İki ay boyunca aralıksız işkence gördü. Ardından yüzlerce insanla birlikte sorgulama için Mardin Tugay’ına götürüldü. Burada hayvanlar için yapılmış ve darbe ile gözaltı merkezlerine dönüştürülmüş barakalara konuldu. Aralıksız işkencenin sürdüğü bu mekanda zincirlerle birbirlerine bağlanarak tek sıra halinde, işkence eşliğinde sorgulara götürülüp getirildi.
Asıl vahşet başlıyordu
Her türlü işkenceyi gördükleri bu 2 aylık sorgulama ardından tutuklanarak Diyarbakır Zindanı’na gönderildi. Diyarbakır Zindanı’na giderken yaşadığı en büyük vahşetin o 2 aylık işkence ile geçen soruşturma olduğunu düşünüyor ve tutuklanmış olmasına seviniyordu. Ama asıl vahşet Diyarbakır Zindanı’nda başlıyordu. Ve Suphi Aksoy, orada karşılaştığı vahşeti şu sözlerle anlattı: “Biz cezaevine giderken rahatlayacağımızı düşünüyorduk ama bu sevincimiz için bizi bin pişman ettiler. Keşke soruşturmadan hiç çıkmasaydık dedik. Orada gerçek vahşetle yüzleştik. İnsanlık dışı, hiçbir kitapta okumadığımız, hiçbir yerde duymadığımız bir işkence ile karşılaştık. 36. Hücre'nin alt katı tuvalet pisliği ile doluydu. Giderini özellikle kapatmışlardı. Hücrenin içi göl gibi o pislikle birikiyordu. İnsanlar oraya konuluyordu. İlk cezaevine girdiğinde 'sinemalı odaya mı gideceksin yoksa banyolu odaya mı?' diyorlardı. Banyo dedikleri o pislik dolu hücreydi. İlk işkenceden sonra hücrelere verdiler bizi. Onur kırıcı çok şeyler oldu. işkencelerin haddi hesabı yoktu.”
Gece gündüz işleyen işkence fabrikası
Hücrelere verildikten sonra da işkenceler bitmemişti. Zulüm giderek katmerleniyordu. Suphi Aksoy, orada yaşanan işkenceleri bir işkence fabrikası benzeterek şu ifadeleri kullandı: “İşkenceler durmadan, gece gündüz devam etti. Bir işkence fabrikası gibi işliyordu. Gece gündüz işleyen bir fabrika gibi düşünün. Hücrede Alarizgari’den, KUK davasından olanlar vardı. Diğer hiçbir koğuşla, başka bir koğuştan bir insanla bir ilişkinin, iletişiminin olması mümkün değildi. Çok ağır bir işkence ve baskı vardı. Tam bir tecrit. Koğuşun içinde insanların birbirleri ile konuşmaları dahi yasaktı. O dönem sayım, tekmil, askeri eğitim gibi uygulamalar başlamıştı. Havalandırmaya çıkmak sadece dayak ve askeri eğitim amaçlıydı. Bu dönemde zaten yavaş yavaş her türlü işkence biçimini de geliştiriyorlardı. Her gün bir yıl gibiydi. Her saat bir hafta gibiydi. Günler geçmiyordu. İnsanın en çok istediği şey ne özgürlük ne de güzel bir yemek. Bir an önce ölmekti. Bu rezalet içinde bir ihanete düşmeden ölmek.”
Uyurken dahi esas duruş dayatıldı
İnsanlık onurunun ayaklar altına alınmak istendiği ve teslimiyetin dayatıldığı Diyarbakır Zindanı’nda, kıpırdamak bile işkence gerekçesidir. Suphi Aksoy, geceleri dahi esas duruşta uyumak zorunda olduklarını anlattı. Aylarca banyo yapamadıkları için koğuşun tamamının uyuz hastalığına yakalandığını kaydeden Suphi Aksoy, bu hastalığı aşmak için ise bir kova kireç ve badana fırçaları ile ilaçlandıklarını belirtti.
Tazyikli su ve coplarla işkence
Suphi Aksoy, o dönemin vahşetine dair bir anısını ise şöyle anlattı: “8 ay boyunca banyo yapmamıştık. Sonra bir gün bizi koğuşlardan çıkardılar ‘kilotla kalın banyo yapacaksınız’ dediler. Cezaevinde eski bir hamam vardı. Bizi oraya götürdüler. Oraya gittik oturduk ve muslukları açtık içinden hava geldi. Su yok. Oradan bir hortum getirdiler, tazyikli su ile bizi ıslattılar. Bir grup gardiyan coplarla girdiler, bizi yerlere yatırdılar. Coplarla işkence edildi sonra bizi yerlere süre süre, vücudumuzla yere paspas yaparak koğuşa geri getirdiler.”
Mazlum Doğan’ın ve Dörtlerin eylemi
Ağır işkence ve teslimiyet uygulamaları devam ederken, Mazlum Doğan’ın eyleminin gerçekleştiğini ancak kendilerinin uzun bir süre bu eylemden haberdar olmadığını anlatan Suphi Aksoy, daha sonra gerçekleşen Dörtlerin eyleminde ise gece nöbetçisi olduğunu kaydederek şöyle dedi: “Onların koğuşu karşımızdaki blokun üst katındaydı. Gece 03.00-05.00 nöbetçisiydim. O sırada bir şeyler oldu. Camlar kırıldı ve gürültü koptu. Bir isyan mıydı, bir kavga mıydı? Ne olduğunu anlayamadık. Sabaha karşı gelip koğuşlara resim çizmek için önceden vermiş oldukları tüm vernik, tiner ve boyaları topladılar. Yangın çıktığı yönünde konuşmalar oldu. Daha sonra öğrendik ki dört arkadaş işkence ve vahşeti protesto etmek için kendilerini feda etmişti.”
Dörtler destan yazdı
Daha sonra 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu’na giden süreç ve eylemin yarattığı etkileri anlatan Suphi Aksoy, Büyük Ölüm Orucu eyleminin Mazlumların, Ferhatların geliştirdiği eylemlerin devamı niteliğinde olduğunu söyledi. Bu eylemden de o tecrit, izolasyon ve ağır işkence koşulları altında bir süre sonra haberdar olduklarını kaydeden Suphi Aksoy, o sürece dair şunları söyledi: “40 yıl önce Hayri, Kemal, Akif, Ali ve diğer arkadaşlar bir destan yazdı. Zulme ve vahşete karşı çıkma destanıydı bu. Büyük bir felsefedir aslında. O koşullarda yaşayan, o günleri gören, bunu hisseden herkes eylemin değerini anlamını çok iyi bilirler. Çünkü o koşullarda yapılanlar bugün dünyada hiçbir insanın kabul edebileceği bir olay değildir. Bu zihniyet elbette bugüne kadar etkisini sürdürüyor. Ama ordaki yaşananlara karşı ayakta kalabilmek, direnmek, o bilinçte olmak büyük bir olaydır. O koşullarda insanlar bedenlerini kendi hakları için, özgürlük için, demokrasi için ortaya koymaları o kadar basit bir şey değildir. Her insanın başarabileceği bir şey değildir. Büyük bir inanç lazım. Bunu yapanlar sıradan insanlar değildi. Öncü insanlardı. Halka özgürlük bayrağıyla öncülük eden insanlardı. Başkaları gibi bize bir şey olmasın diyen insanlardan değillerdi. Halkı için yeri zamanı geldiğinde, insanlık için gereken bedel neyse onu ödemeye hazır olduklarını pratikleriyle ispatladılar.”
Fedakarlığın ölçüsüdür
Büyük Ölüm Orucu eyleminin dışarıya da büyük mesaj olduğunu ifade eden Suphi Aksoy, “Büyük Ölüm Orucu eylemini bütün vahşetin teşhir edilmesi olarak değerlendiriyorum. İşkencecileri dahi durduran bir eylem oldu. Bugün ise her zaman örnektir. Doğru tutumun, dürüst tutumun, fedakarlığın ölçüsüdür. Halklar için, insanlık için, birlikte yaşamak için, Ortadoğu’nun geleceği için, savaşlara, vahşete karşı durmak için bir ölçüdür, bir ilkedir. Bir yaşam manifestosudur. Bugün 14 Temmuz’un böyle bir etkisi vardır. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu, sadece basit bir ölüm orucu değildir. Bir çığlıktı. Bir savunmaydı. Çıplak bedenle gerçeklerin doğruların savunulmasıydı. Zulme haksızlığa boyun eğmemektir. 14 Temmuz eylemi ruhsal ve fiziksel yıkıma karşı bir siper oldu” dedi.
Direnişler Dörtlerden güç aldı
Bugünleri yaratanların o günlerin kahramanları olduğunu söyleyen Suphi Aksoy, daha sonra cezaevinde gelişen Eylül direnişi ve Ocak direnişlerinin de bu eylemden gücünü aldığını belirtti. 14 Temmuz’dan sonra işkenceci Esat Oktay’ın gittiğini ve cezaevine başka bir iç güvenlik amirinin geldiğini kaydeden Aksoy, “Sonuç olarak öyle bir vahşet yaşandı ki biz kendimiz bile bütün yaşadıklarımıza inanamıyoruz. Kendi aramızda esprisini yapardık. Dışarı çıktığımızda bütün bunları kimseye anlatmayalım, kafayı yediğimizi düşünürler diyorduk. Çünkü anlatılacak ve inanılacak türden şeyler değildi yaşadıklarımız’’ diye konuştu.