14 Temmuz ve kahramanları

Forum Haberleri —

-

-

“Bugüne kadar konuşturmadınız, ölüme giderken de konuşturmuyorsunuz. Fakat ben konuşacağım. Ölüm orucunun amacı; cezaevinde ve mahkemelerde uygulanan işkenceleri, politik kimliğimize ve Kürtlüğe dayatılan ihaneti protesto etmektir.”

FUAT KAV

 

Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nin celladı Esat Oktay Yıldıran onlarca işkenceci gardiyanla birlikte 35.Koğuş’ta ilk nutuku çekerken, “burası cezaevi değil, askeri bir okuldur” diyerek, şöyle devam etmişti: “Sizler, tamamen bu askeri okulun esaslarına göre
eğitileceksiniz. Türk kültürüyle, Türk bilinciyle, Türk yaşamıyla, Türk kişiliğiyle yoğrulacaksınız. Eski düşüncelerinizi, eski ideallerinizi, eski kültür ve yaşam tarzınızı unutacaksınız. Onları yedi kat yerin dibine gömeceksiniz. Daha da önemlisi Kürt değil, Türk bilinciyle hareket edeceksiniz. Bu bir temenni değil, bir emir, uymanız gereken ve mutlaka yerine getirmeniz gereken bir emirdir. Bunun dışında başka çareniz, başka şansınız yok! Ya Türk olmayı kabul edeceksiniz ya da yok olup gideceksiniz…”

***    

Evet, birçok halk zulüm ve kırımlar görmüş, ama hiçbir halk Bu celladın söylediği biçimde inkâr edilmemiş, yok sayılmamış, dilini, kimliğini, kültür ve kişiliğini değiştirmesi için bu denli işkencelere, ölümlere maruz bırakılmamıştır. Tarihte, bir halkı tamamen inkar etme, onun dilini, kültürünü, kimlik ve kişiliğini yok etme gibi bir politika izleyen sömürgeci bir güç olmamıştır. Bu açıdan Türk egemenliği nadir görülen bir sömürgeci özelliğe sahiptir, ama ulusalcılığına pek kötü öykündüğü Fransa bile Cezayir halkına, “siz Arap değilsiniz, çölde zaman içinde yabancılaşmış, farklı bir dili kullanan Fransızlarsınız” dememiştir. İngilizler, Hindistan halklarının dilini, kültürünü, kimliğini inkâr etmemiştir.

Fuat Kav

***          

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’yle kurulan faşist askeri konseyin talimatlarına uyularak, Diyarbakır Cezaevi’nde söylenenler bu bakımdan ibret vericiydi: “Kürt diye bir halk yoktur. Sizler Türk’sünüz, değilseniz de Türk olacaksınız. Başka çareniz yoktur! ”Buna direnen Kürt tutsaklara ise en vahşi işkenceler uygulanmıştı. “Ya Türk olacaksınız ya öleceksiniz! Ya Kürt olduğunuzu inkâr edeceksiniz ya kafanız parçalanacak! Ya kendinizi reddedeceksiniz ya da yaşama hakkınızı kaybedersiniz!”

Bu sözlerin anlamı şuydu; Kürdistan bilinci yok edilmeli, Kürt halkının isyana kalkma gücü ezilmeli, özgürlük bilinci kafalardan silinmeli, direnenler tasfiye edilmeliydi. Bu sözler sadece söylenen, öylesine anlatılan, ayakları havada kalan sözler değildi. Gereklerinin yerine getirimesi için 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde yoğun ve sistemli işkence yapılmış, onlarca tutsak vahşice katledilmişti. Ancak tutsaklar bu gerçeğin bilincindeydiler. Bu nedenle teslim olmuyor, baskı ve zulme karşı giderek daha fazla örgütlenme arayışına giriyorlardı. Zulmün uygulayıcısı Esat Oktay bu durum karşısında güçsüzleştikçe korkuyor, korktukça şiddeti tırmandırıyordu. Ayağının altındaki toprağın kaydığını, yarattığı korku imparatorluğunun peş peşe darbelerle yıkıldığını göçtükçe baskıyı arttırdıkça artırıyordu. Artan vahşet karşısında itirafçı başları olan Şahin Dönmez ile Yıldırım Merkit, yeni itirafçıları türetmek için mahkemelerde her gün biraz daha saldırganlaşıyorlardı. Şahin Dönmez ile Yıldırım Nerkit Esat Oktay, mahkeme heyeti, 7. Kolordu Komutanı ile kol kola, mahkemede sözcüğün tam anlamıyla terör estiriyor, savunma yapan tutsaklara saldırıyorlardı. Mahkemelerin asıl işlevi; İstiklal Mahkemeleri’nde olduğu gibi Kürt halkının siyasi ve ulusal iradesini savunan tutsaklar için idam fermanı çıkarmak, öncüleri şahsında Kürt halkını ve insanlığı mahkûm etmekti. Bu saldırılara paldırılara paralel olarak siyasi savunmaları derinleştirmek, itirafçıları kapsamlı teşhir etmek zorunlu hale gelmişti. Ancak buna karşı Mazlum doğan, Mehmet Hayri Durmuş, Kemal Pir ve diğer öncü kadrolar saldırıları püskürtmek amacıyla siyasi savunma kararını alırlar.

Savunmalar sömürgeciliğin inkâr ve ihanet ettirme politikasını önemli oranda boşa çıkartıyordu. Özgürlük çizgisi, Kürdistan tarihi, Kürt ve Türk gerçekliği ortaya konuluyor, tutsakların şahsında insanlık değerlerine dönük saldırılar teşhir ediliyordu. Kürdistan tarihinde sömürgecilik ilk kez bu denli açık bir biçimde yargılanıyordu. 

Mazlum ve Dörtlerin direnişi, olumsuz gidişatı durdurmada yetmemişti. Kanser öyle ilerlemişti yeni bir çıkışa ihtiyaç vardı. Hayri Durmuş, tek başına kaldığı dört metrekarelik hücresinde bunu düşünüyordu. Duyguları da düşünceleri gibi yoğun ve derindi. Çoğu kez kendi kendisiyle tartışarak sabahlıyordu. Bir çıkış yolu arıyordu. Hayri kendi eylemine varana kadar her şeyi sorgulamaya başlamıştı. Mazlum, hep gözlerinin önündeydi. İlginç ortak anılarını anımsıyor, bazen de tartışıyordu. Mazlum; “partimizi içeride boğmak istiyorlar doktor, bu hareketi kurtarmalıyız. Birinci derecede görev bize,sorumluluk omuzlarımızda. Bunu unutmayalım” demişti. Bu sözler hep bir burgu gibi işliyordu içine. Öteki arkadaşlarının da beklentileri bu yönlüydü. 

Günlerdir sürdürdüğü alıp vermelerden sonra düşüncelerini şu cümlelerle somutlaştırdı: “Hamle zamanı geldi. İlki Mazlum’un, ikincisi Dörtler ‘indi, şimdi hamle sırası bende. Bugüne kadar siyasi savunmayı başarıyla sonuçlandırmak için bekledik. 12 Eylül Faşizm koşullarında altında mahkeme kürsüsünde sömürgeciliği yargıladık, içimizde türeyen ihaneti teşhir ettik. Gelinen aşamada beklemenin anlamı kalmadı. Artık vahşet durdurulmalı, teslimiyet kırılmalı, ihanet çemberi parçalanmalıdır.”

Kemal Pir, aynı katın hücrelerinde Hayri gibi düşünüyor, o da “artık yeter” diyordu. İçsel isyanını şu cümlelerle dile getiriyordu: “Ben Kemal Pir’im. Halka verilmiş sözüm, özgürlük yürüyüşçüleri karşısında yeminim var. Onları asla mahcup etmemeye kararlıyım. Üstelik ben bir özgürlük yürüyüşçüsü olarak her koşulda özgürlüğü temsil etme gibi bir sorumluluk sahibiyim. Ben devrim için değil devrimler için Özgürlük Hareketi'ne katıldım. Önce Kürdistan'da, sonra Türkiye ve ardından Ortadoğu'da devrim yapmak için Abdullah arkadaşa söz verdim ve bunu yapacağımıza olan inancım tamdır. Demokratik Ortadoğu Cumhuriyeti'ni inşa edeceğiz, bunu mahkemede hakimlere de söyleyen bir devrimci olarak bir an önce burada da, Cezaevinde de yeni bir hamle başlatmalıyız. Mazlum yol gösterdi, dörtler bu yolda yürüdü, şimdi sıra bende, bende..."

Günler hızla akıp giderken; bir gün Hayri, Kemal ve Mustafa Karasu elleri arkadan zincire vurulmuş halde, mahkemeye götürülmek için bekletilen tutsakların arasındaydılar. Dar koridor karanlıktı, bir araya gelmişlerdi. Fırsat bu fırsattı ve onlar da bu fırsatı değerlendirmişlerdi. Birbirlerinin kulaklarına fısıldamış, bir iki cümlede anlaşmışlardı: “Eylemimizin biçimi ölüm orucu olacak. Çıkacağımız ilk mahkemede ölüm orucu eylemini açıklayacağız. Sözcümüz Hayri arkadaş olacak!”

***

Normal bir duruşma günüydü. Salonda oturan tutsakların gözleri, her zamanki gibi, karşı duvarda ‘Adalet Mülkün Temelidir’ yazılı panonun ‘Mülkü’ne kilitlenmişti. ‘Mülk’e bakmak zorunluydu. Bütün gözler, duruşma sonuna kadar yazıya kilitlenirdi. Göz ne pahasına olursa olsun kırpılmayacaktı. Tutuklular esas duruşta, sessiz, en ufak bir harekette bulunmadan saatlerce bakarlardı ‘mülk’e. Bazı tutuklular elleri ve ayakları zincirli, mahkeme koridorundaydı. Koridor tıpkı bir köle pazarı gibiydi. Buraya şafaktan beri tutuklular getirilip götürülüyordu. Her şafak vakti burada korku hâkim olurdu. Tutsakların bulunduğu koridor işkence gürültüleri, feryatlar ve işkencecilerin naralarıyla yankılanıyordu…
Bugün gardiyan ve subaylar, mahkeme heyeti ve Yüzbaşı Esas çok daha zalimce davranıyorlardı. Göz açtırmıyorlar, cop ve kalas darbeleri sağanak gibi yağıyordu. Sessiz ve ölümün gölgesinde var olmanın kavgasını veren tutsakların dört gözle baktıkları Hayri, onlarca kez elini kaldırıp söz hakkı istemiş olmasına rağmen verilmemişti. Her defasında “tamam Hayri, söz vereceğiz” denilmiş, buna rağmen verilmemişti. Ancak Hayri kararlıydı, ne pahasına olursa olsun konuşacaktı. Bıçak kemiğe dayanmıştı. Ve mahkeme heyetinden izin almadan ayağa kalkıp, “Konuşmak istiyorum. önemli açıklamalarda bulunacağım. Birinci derecede sorumlu bir insanım, siz de beni bu sıfatla yargılıyorsunuz” dedi ve beklemeden kürsüye doğru ilerledi. Heyet oldubittiye şaşırmıştı. “Tamam Hayri, ne anlatacaksan anlat.”

14 Temmuz 1982 Salı günüydü, hava sıcaktı. Sanki gökyüzünden ateş yağıyordu. Mahkeme nizamı intizamından başlayarak her türlü düzenin eriyip havaya uçacağı bugünün birazdan tarihi bir milada dönüşeceğini, birkaç kişi dışında kimse bilmiyordu. Onca tutuklu ve onları mahkûm etmekle görevli yargıçlar huzurunda konuşmaya başladı:
“Ben bu mahkeme salonunda oturan tüm tutsaklardan birinci derecede sorumluyum. Şimdiye kadar bu sorumluluğumun gereklerini yeterince yapamadım. Bu nedenle hem tarih karşısında, hem halkım, hem de oturan arkadaşlarım karşısında hatalı olduğumu belirtmek istiyorum. Yargılanmamız politik amaçlıdır. Bize yöneltilen bütün uygulamalar gibi, hepsi birer devlet politikasıdır. Sizin bunu değiştirmeye gücünüz yetmez. Bize karşı geliştirilen askerileştirme politikası, tamamen kişiliksizleştirme ve ihanet ettirmeyi hedeflemektedir. Biz burada düşüncelerimizi savunabilelim diye bugüne kadar bekledik. Ama artık bu da elimizden alınıyor ve ihanet tek seçenek olarak önümüze konuluyor. Mazlum Doğan bu uygulamaları protesto etmek için yaşamına son verdi. Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengin ve Eşref Anyık bize doğru bir yaşama hakkı tanınmadığı için kendilerini yaktılar. ‘Ya ihanet edip devletin hizmetine gireceksiniz, ya da baskı ve zulme dayalı bir yaşamı kabul edeceksiniz’ denilerek başka hiçbir seçenek bırakılmadı. Mademki ihanet etmemenin karşılığında yaşam bize karşı bir silah olarak kullanılmak isteniyor, o zaman biz de bu yaşamı reddediyoruz. Eğer yaşam bir değirmen taşı olup boynumuza asılıyorsa; bu yaşamı kabul etmeyeceğimizi burada bir kez daha belirtmek istiyorum. Bugünden itibaren ölüm orucuna başlıyorum…

Ben PKK’nin merkez komite üyesiyim. Siz de beni bu sıfatla yargılıyorsunuz. PKK yeni bir hareket olarak doğdu, gelişti ve egemenlerin korkulu rüyası haline geldi. 12 Eylül darbesinin nedenlerden birisi de PKK’yi tasfiye etmek için. Bize karşı bu kadar acımasız bir politikanın sürdürülmesinin nedeni de budur. Gördüğünüz şu mahkeme salonunda bulunan tutsakların şahsında bir halk yargılanıyor. Bu yalnız benim sorunum da değildir. Özgürlüğüne susamış Kürt halkın sorunudur...

Bizi bitirmek istiyorsunuz. Bunu önce Diyarbakır Cezaevi’nde, daha sonra da dışarıda gerçekleştirmeyi düşünüyorsunuz. Ama şahsımızda Partimizin ve halkımızın tasfiye edilmesine izin vermeyeceğiz. Aç ve susuz kalır, işkencelere katlanırız, gerekirse kendimizi feda ederiz, yine de izin vermeyiz...”

Hayri’nin sözü bitmemişti. Söyleyeceği daha çok şey vardı. Ama yargıçlar sözünü kesmişlerdi. Ancak sarf ettiği sözler mahkeme salonunda bir bomba gibi patlamıştı. Patlama, salonda oturan tutsaklara hem sevinç hem de biraz korku oluştururken, cellatlar heyetine ise adeta soğuk duş etkisi yaratmıştı. Bombanın pimini çeken Hayri ise bir onur abidesi gibi cellatların panik içindeki hallerine tebessümle bakarak zaferin tadını çıkartıyordu.

Mahkeme heyti panikteydi: “Bir dakika Hayri!

“Beni dinlemenizi istiyorum. Son sözlerimi söyleyeceğim ve bir daha konuşmayacağım. İnançları, politik kimlikleri, ütopyaları ne olursa olsun ölüme gidenlerin son sözleri sonuna kadar dinlenir.”

Yargıçlar öfkelenmişti ama yapacakları bir şey yoktu.
“Bugüne kadar konuşturmadınız, ölüme giderken de konuşturmuyorsunuz. Fakat ben konuşacağım. Ölüm orucunun amacı; cezaevinde ve mahkemelerde uygulanan işkenceleri, politik kimliğimize ve Kürtlüğe dayatılan ihaneti protesto etmektir. Eğer ben bu ölüm biçimiyle arkadaşlarıma, halkıma ve insanlığa faydalı olabilirsem, bundan son derece mutluluk duyarım. Bütün çabamla kendimi bu davaya adamama rağmen, hala da halkıma karşı görevimi tam olarak yerine getiremediğimi biliyorum. Bu yüzden de halkıma karşı hep borçlu olduğumu herkesin huzurunda belirtmek istiyorum...”

Yargıçlar durumdan sıyrılmaya çalışırlarken, otoriteyi kaybetme telaşıyla Hayri’yi susturmak istiyorlardı. Kurulu sistem yıkılmıştı. Zorla, şiddetle ve zumlumla inşa ettikleri nizam bir anda tuzla buz olmuştu.

Hayri son olarak şunları eklemişti: 
“Kürtlerin Özgürlük Mücadelesine, onun özgür yaşam talebine inanan her dürüst insanın, bu mücadelenin başarıya ulaşması için, sonunda ölüm de olsa her türlü yol ve yönteme başvurması bir insanlık borcudur. Söyleyeceklerim, kısaca bunlardan ibarettir...

Salon bir düello meydanına dönmüştü adeta. Hayri ile yargıçlar arasında kalan tutsakların ne yapacakları belli değildi. Ancak herkesin kaderini değiştirecek yeni bir döneme girilmişti, dolayısıyla her tutsak bir biçimde yer alacaktı. Ama nasıl? Risklerle dolu günlerdi.

Ancak bir de Hayri’nin duruşu vardı. Yaptığı açıklamalar çok açık, ortaya koyduğu perspektif çok netti. Herkesi göreve, kendi sorumluluğunu yerine getirmeye davet etmişti.
Gerçek şuydu ki; tohum toprağa düşmüştü. Filize durması, ardından başak tutması uzun sürmeyecekti. Güneş ufuktan doğmuş, ok yaydan çıkmış, köprüler yıkılmış, gemiler yakılmıştı. Artık geriye dönüş yoktu. 

Tutsaklar arasında eller havaya kalkıyordu. Havaya kalkan her el, çelişkinin de çözülüşünün işaretiydi. Yargıçlar bunun anlamını iyi biliyorlardı. Birbiri ardına kalkarak çözümü garantileyen elleri durdurmaya çalışmalıydılar. Heyet başı, derhal devreye girmişti. Hayri’yi yalnızlaştırmanın yolu artık onu susturmak değildi. Tersine, Hayri’yi ikna etme çabasına girmişti. “Baskı dediğiniz şeylerin kaldırılması ve savunmalarınızı rahat yapmanız için ilgili makamlara yazarız.”

Hayri’nin yanıtı netti:
“Hayır! Artık ok yaydan fırlamıştır. Nasıl ki atılan oku geri getirmek mümkün değilse benim de geriye dönüş yapmam mümkün değildir. Bunu siz istediniz. Siz de atalarınız gibi hiçbir zaman anlamadınız, bizi dikkate bile almadınız ve hep başkalarına karşı savaştıracak asker diye gördünüz. Bize hep koşturan, kazandıran, ganimet bıraktıran aşiretler olarak baktınız. Güvenmediniz, sırtınızı vermediniz, hep ikiyüzlü davrandınız. Şimdi de aynı oyunları oynuyor, aynı bakış açısıyla değerlendiriyorsunuz. ‘Sorunlarınızı çözmek için çaba sarf ederiz’ diyorsunuz. Bu sözlere de yabancı değiliz. Hatırlıyorum bu sözlerinizi. Şêx Seîd döneminde, Koçgirî’de, Sason’da, Agirî ve en son Dersim’de söylemiştiniz. Yalandı. Gerçekten de yalan. Ben bizzat kendim, tüm arkadaşlarım adına burada, bu kürsüde sorunlarımızı onlarca kez dile getirdim. Sistemli bir biçimde işkencelere maruz kaldığımızı, dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen uygulamalara tabii tutulduğumuzu hep anlattım. Öldürülen, kendilerini yakan, ipi boğazlarına geçirip kendilerini asan onca arkadaşımızın ismini söyledim ama siz, “bizi ilgilendirmez” dediniz. Her defasında, “bizim işimiz sizi yargılamaktır, onlar idari iştir” diyerek, en ufak bir yaklaşım göstermediniz. Daha da ötesi; işte burada, bu salonda, sizin gözlerinizin önünde işkencelerden geçirildik. Tek bir kez dahi itiraz bile etmediniz. Siyasi savunma yapmamızı engelleyen sizlersiniz. Söz hakkı vermeyen heyetinizdir. Bir itirafçıyı saatlerce konuştururken, bize bir iki kelime ettirmek bile istemediniz. Bütün bu uygulamalardan siz de sorumlusunuz. Bu nedenle Ölüm Orucu kararım kesin ve nettir.

Salonda oturan en geç tutsaklardan Ali çiçek’in havaya kalkan eli inmiyordu bir türlü. Bıkıp usanmadan söz istiyor, yargıçların başı ise görmezlikten geliyordu. Fakat Ali söz hakkı almakta kararlıydı. Heyet, Hayri’yi yalnız bırakmak için söz hakkı vermiyordu. Ama o Ali Çiçek’ti, taşı ne zaman gediğe oturtacağını biliyordu. Gençti ama çok şey görmüş geçirmiş, yaşam onu olgunlaştırmıştı. Nerde nasıl hareket edeceğini özgürlük yürüyüşünde öğrenmişti. Yargıçlar sınırı aşmışlardı. Biraz daha dayanacaktı ama ondan sonra ne yapacağını biliyordu. Önce birini, ardından öteki elini kaldırdı. ancak nafile! Duruşmayı bitirmeye hazırlanıyordu heyet. Ali ok gibi fırladı yerinden. Söz hakkı istemeden sertçe konuştu: “Yarım saattir ellerim havada. Bana söz hakkı verin! Konuşmak istiyorum, çok önemli açıklamalarda bulunacağım.” Heyet başkanı “tamam Ali, söz hakkı vereceğim” dedi ve Ali’yi kürsüye çağırdı: Beklediği an gelmişti. Veda edercesine konuşmaya başlayan Ali şunları haykırdı:
“Ben Türk devletinin gerçek karakterini bu salonda ve cezaevinin koridorlarında iyi tanıdım. Yüzlerce ciltlik kitap okumuş olsaydım, devletin gerçek karakterini bu kadar açık anlamazdım. ‘Pratik her şeyin aynasıdır’ sözü, ne kadar da doğruymuş. Bu arada kendimi de bu salonda, cezaevi hücrelerinde çok daha iyi tanıdım. Kürt olduğumu söylüyordum, bunun için mücadele de ediyordum ama eğer cezaevine düşmemiş olsaydım, herhalde kendimi ve halkımı b kadar iyi tanımayacaktım. Hep düşündüm. İşkence görürken, kalaslar altındayken bile hep düşündüm. Günlerce aç, susuz bırakılırken de. Neden? Neden bu kadar işkence? Neden bu kadar zulüm? ‘Nasıl bir işkence?’ diye sorarsanız, cevabım, işkenceyle öldürülen onlarca arkadaşımın ismini bir çırpıda saymak olacaktır. Ona da gerek yok. Bundan bir yıl önce, bu salonda oturan ama bugün olmayan onlarca tutuklu nerede? diye sorsam, vereceğiniz doğru bir cevap olmayacak.”  Mahkeme heyeti yine müdahale etmişti. Ali cevap vermeyi geciktirmedi:
“Hep ‘esas konuya gel’ dediniz. Bizim için esas konu bunlardır. Biz hiçbir duruşmada, bireysel savunma yapmadık. Buna ihtiyaç da duymadık. Biz bir davanın insanlarıyız. Özgürlüğe yürüyen tutsaklarız. Eskiden devleti soyut bir olgu olarak düşünüyordum ama burada, kalaslarla kafalarımızı parçalayan askerleri gördüm. Bizi sabahlara kadar işkencelerden geçiren polisleri gördüm. Boğazımıza ip geçirip, bizi demir parmaklıklara asan yüksek rütbeli subayları gördüm.

Ve sizi…” Ali’nin haykırışı zalimleri derinden sarsmıştı. Her sözü cellatların beynine bir kurşun gibi saplanmıştı. Bakışları şimşek gibi delip geçmişti yüreklerini. Bu nedenle heyet dayanamadı: “Yeter artık. Hakaret yapmana izin vermeyeceğiz. Seni uyarıyorum.”

Ali devam etti: 
“Sonunda Kürt olduğum için vurulduğumu anladım. Özgürleşmeyi seçen Kürt olduğum için işkence gördüğümü, onurlu bir Kürt olarak yaşamayı tercih ettiğim için idamla yargılandığımı ve onlarca arkadaşımın kafalarının neden parçalandığını kavradım. Kürt ve olduğumuz için bize teslimiyet ve ihanetten başka seçenek tanınmıyorsunuz. Ama biz, bu seçeneği kabul etmiyoruz. PKK bana her koşul altında teslimiyeti ve ihaneti reddetme bilincini verdi. Bu bilinçle ben de ölüm orucuna gireceğimi belirtmek istiyorum…”

***

Ali Çiçek’ten sonra birkaç el daha havaya kalkmıştı. Kalkan her el artık eylemi ifade ediyordu.

Havaya kalkan eller arasında birisi vardı ki, daha yüksekteydi. Elin sahibi söz verilmeyeceğinden korktukça, elini daha da yükseklere doğru kaldırıyordu…

Havada asılı kalan elin sahibi Kemal Pir’di. Sabrı çoktan taşmış, öfke yüklüydü. Boğazına kadar dolmuş ve patlamak üzereydi. Öfkeden titriyordu adeta. Söylenmesi gerekeni Hayri söylemişti, uzatmanın anlamı yoktu. Birkaç cümleyle eyleme katılacağını açıklayacaktı. İzin almadan konuşacaktı, el kaldırıp söz hakkı isteme gereği yoktu artık. Öyle de yaptı.

Oturduğu yerden hızla ayağa kalktı:
“Ben de birkaç cümleyle bazı şeyleri açıklamak istiyorum” dedi ve devam etti Kemal Pir: “Uzun konuşmayacağım. Buna gerek de yok. Çünkü söz bitmiştir. Söylenmesi gerekenleri Hayri ile Ali söylemiştir. Onlara olduğu gibi katılıyorum. Özellikle Hayri geniş ve derinlemesine anlattığı için, fazla uzatmadan şunu vurgulamak istiyorum; 1981’de çok direndik ve büyük bir mücadele ruhuyla sürece yüklendik. Çeşitli nedenlerden dolayı fiili direnişe ara verdik. Ancak, mahkemelerde ideolojik, cezaevinde ise düşünsel ve ruhsal alanda büyük bir direniş örneği verdik. Bu ara süreçten büyük dersler çıkarttık ve işte bu seferki ölüm orucu direnişi bu derslerle örülü geleneğin bir sonucu olarak ortaya çıktı ve gidişatı da bu doğrultuda olacaktır...”   

Yargıçların başı bağırmıştı: “Yeter Kemal! devlete hakaret edemezsin!” Sesi titrek, tiz ve öfkeliydi. Nefretle dolu sesle birlikte ağzından hem salyalar akıyordu, hem de lapa halinde yağan kar gibi köpükler saçıyordu…
Kemal Pir soğukkanlı olduğu kadar konuşması da sakindi:
“Mahkeme heyetinin çok öfkeli olduğu belli. Ama yerinde olmayan bir öfke olduğunu da belirtmeliyim. Tam iki yıldır sizi dinliyoruz. Burada, bu salonda bize hakaret ettiniz, küfür ettiniz, askerleriniz gözleriniz önünde bize işkence yaptı... Bizi konuşturmadınız, bir veya birkaç kez söz hakkı verdiniz, o da onlarca kez araya girip sözümüzü kestiniz. ‘Hep kendinizi savunun, bireysel olarak kendinizi ifade edin’ diyorsunuz. Oysa ben tek başıma bir şey ifade etmiyorum. Beni burada yargılarken; PKK Merkez Komite üyesi olmamdan dolayı yargılıyorsunuz. Yani beni PKK’nin dışında tutarak yargılayamazsınız. Dolayısıyla ben de PKK ile bağlantılı olarak konuşmak durumundayım. Zira beni PKK’siz, PKK’yi de bensiz yargılayamazsınız. Bu iki olgu etle tırnak gibi yapışıktır. Eğer beni PKK’siz yargılayacaksanız, o zaman beraat ettirmeniz gerekecek. Çünkü beni PKK’li olmamdan, onun kimliğini taşımamdan dolayı yargılıyorsunuz. Bunlar ne kadar doğru ve yerindeyse, PKK ile bağlantılı olarak konuşmam da o kadar doğru ve yerindedir.”
Yargıç: “Son sözünü alalım Kemal.”
Kemal Pir: “Bu salonda adaletin, hukuk ve vicdanın olmadığını biliyorum. Bu nedenle sizden adalet talep etmek için konuşmuyorum, tarihe insanlığa bir not düşmek için konuşuyorum.”
Yargıç: Kemal, Propaganda yapıyorsun!”
Kemal Pir: “Bitirmeden şunları belirtiyorum: Hayri’nin başlatmış olduğu ölüm orucu eylemine katılıyor, isteklerimiz yerine gelene kadar eylemi sürdüreceğimi belirtmek istiyorum. Bugün burada, gelecekte bu salonda sizin değil tarihin tutanakları okunacak, bunu böyle bilin.”

Ve Kemal devam etti:
“Tarihe şunların da geçmesini istiyorum; Mensubu olduğum bu harekete sarsılmaz inancımı burada bir kez daha belirtmek istiyorum. Dünya görüşüne, ideolojik, siyasi ve felsefi düşüncelerine sonuna kadar katıldığım ve bağlı olduğum PKK Hareketi’nin sadece Kürtleri değil, Türkleri ve Ortadoğu halklarını da birleştireceğine olan inancımı yinelemek istiyorum. Eğer demokratik, eşit ve müreffeh bir Ortadoğu Cumhuriyeti kurulacaksa, onu da mutlaka bu hareket kuracaktır...”

Kemal Pir’in konuşmasından sonra birkaç tutsak daha ölüm orucu eylemine katılmış ve toplam altı kişi olmuşlardı. Mahkeme salonunda açıklanmayla başlayan direniş bir kartopu gibi büyümüş, kurulu düzeni ezip geçecek bir çığa dönüşmüştü. Korku duvarları yavaş yavaş yıkılıyor, yüreklerde oluşan bentler devriliyor, beyinleri saran örümcekler temizleniyordu. Büyük bir dalgalanma yaşanıyordu. Tutuklular birer birer ölüm orucuna katılıyordu. Yargıçlar uyuşmuşlardı adeta ama buna artık son verme zamanıydı. Yükselen dalganın kesilmesi zorunlu hale gelmişti. Heyet, sonunda çözümü bulmuştu; bir an önce duruşmayı bitirmek. Ve mahkeme başkanı kimsenin yüzüne bakmadan deyim yerindeyse her şeyini masada bırakarak kendini apar topar dışarıya atmıştı…

Yargıçlar heyeti, duruşmayı kapatıp salonu hızla terk ettikten sonra, ortalığa sessizlik çökmüştü. Koca salonda çıt çıkmıyordu.
Evet, salonda hayat yoktu. Ama hayatı var etmenin mücadelesi veriliyordu. İşte o gün, 14 Temmuz’da, o salonda gerçek hayatın yeni tohumları atılmıştı. Atılan bu tohum filizlenecek, başak tutacak ve ürünlerini verecekti.  

“Başardık, başardık 6 kişiyle başardık...!”

Yeni yaşamın yolcuları olmak kolay değildi ve bizzat kendi elleriyle tohumu serpmişlerdi. Salonda bulunan herkes duygular denizindeydi; sevinç, üzüntü, keder, korku, öfke ve hatta nefret yan yanaydı. Kimse konuşmuyordu. Ama yüzlerdeki ifadeler, birbirlerine kenetlenen gözler, titreyen dudaklar, yumruk haline gelen eller, yanaklardan süzülen yaşlar çok şey anlatıyordu…

Gardiyanlar sessizdi hala. Oysa duruşma bitimlerinde ayrı bir vahşileşirlerdi. Yargıçlar, ‘duruşma bitmiştir’ der demez fırtına kopar, tutukluların başlarına hemen o anda onlarca cop inerdi. Bilek kemiklerine oturan kelepçeler iyice sıkıldıktan sonra, sopa altında ringlere ve askeri panzerlere doldurulan tutsaklar, cezaevine kadar kanlar içinde kalmış olurlardı. Koridorlarda ise daha ağır sahneler sergilenirdi. Bu sefer kanlı sahneler yaşanmamış, gökyüzüne yükselen çığlıklar duyulmamıştı. Karanlık koridorlarda kan akmamış, demir parmaklıklara bedenler asılmamıştı.

Mahkeme dönüşünde Hayri, duruşmada olmayanlara müjdeyi veriyordu: “Başardık, başardık, altı kişiyle başardık!” Evet, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu'nun açıklanmasıyla direniş kıvılcımı çakılmıştı.

O gün mahkemede olmayan Akif Yılmaz ile Fuat Kav iki gün sonra, Mustafa Karasu ise dört gün sonra kaldıkları hücrede eyleme katılmış, daha sonraki günlerde PKK Hareketi’nden katılımlar devam etmişti. Değişik tarihlerde Deza Hamit, Muzaffer Ayata, Hamit Baldemir, Rıza Altun, TKP/ML TİKKO hareketinden Hasan Hayri Aslan ve daha birçok tutsağın katılımıyla ölüm orucunun süreklilik kazanmasını sağlamışlardı. 


***

Ölüm Orucu kervanı, her geçen gün artan katılımlarla yoluna devam ediyordu. Açlıktan ölüm sınırına gelmiş, bedenlerini ölüme yatırmış direnen insanların kervanıydı bu. Onurlu bir ölüme doğru yürüyen, kendilerini insanlığa adayan bir avuç direnişçinin kervanı...

Yavaş ve daha zahmetli bir direniş dönemi başlamıştı. Dayanmak için tepeden tırnağa inanca, çelikten bir iradeye, büyük bir sabır gücüne, kızgın ateş üzerinde gözünü kırpmadan yürüyebilecek kadar öfkeli ruhlara kılıç ağzı kadar ince ve keskin bir çizgide ölümle dans edebilecek kadar cesur yürekli insanlara ihtiyaç vardı ve işte onlar büyük bir direnişin tam orta yerinde bedenlerini yarınlara yatırmışlardı…

Kızgın ateşte yürüyen cesur yüreklerin zamanıydı

Yarınlara yürüyorlardı, yarının o altın çağa doğru yürüyorlardı. Yarınlar muttu, düştü, yaşama duyulan saygıydı.Yürüyor, koşuyorlardı. Ütopyalarına açılan ilk kapıya ulaşacaklardı. Ama onlar kapıdan içeriye giremeyeceklerdi. Zafer ipini göğüsleyeceklerdi. fakat halay tutamayacaklardı. Düşlerinin meyve tutması için ne gerekiyorsa yapacaklardı. Ama kendileri bu meyveleri tadamayacaklardı. Ardıllarına yolu düzlüyorlardı sadece. Bu, onların felsefesiydi...

Ölüm orucu direnişiyle birlikte, Esat Oktay’ın hesapları altüst olmuş, yüzbaşı inisiyatifini yitirmişti. Akıntı önünde oluşturduğu koca kalın bentler yıkılmak üzereydi. Gün geçtikçe köşeye sıkışıyordu. PKK'yi bitirme planının boşa çıktığını görünce, ne yapacağını bilemeyen şaşkın bir ördeğe dönmüştü. Yarattığı korku şatoları temelden sarsılınca, ölümcül bir yara almıştı. Kan ve şiddetle oluşturduğu otorite büyük oranda etkisini yitirmişti.

 Eski ‘Askeri okul’ günlerini büyük bir istekle arıyordu. Eskiyi arzuladıkça yeni plan ve taktikler geliştiriyordu. Öncelikle yarattığı korku sistemini darbeleyen ölüm orucunu etkisizleştirmeli, direnişi çekim merkezi olmaktan çıkarmalı, Hayri ile Kemal’in otoritesini zedelemeliydi. Ne pahasına olursa olsun eylemi kırmalıydı. Çeşitli oyun ve komplolarla direnişçileri düşürmeliydi. Eğer bu olmazsa,en azından eylemcileri tecrit edip marjinal hale getirmeliydi. Her şey ölüm orucunun kırılmasına veya eylemcilerin soyutlanmasına bağlıydı.
Aklı her zaman kurulacak tuzakla meşgul bir avcı gibiydi. Sanki Ehriman’ın yeryüzündeki temsilcisiydi; nerede bir kötülük varsa oradaydı. Yine sinsice pusuya yatmış avını bekliyordu. Ancak nafile, yapacağı fazla bir şey yoktu. Bir iki manevra yapmış ancak başarılı olamamıştı.Tutuklular, Esat Oktay’ın kara propagandasına karşı yeni gruplarla direnişe katılarak cevap vermişlerdi. Kötü gidişatı durdurmak için çareyi koğuşlarda bulunan tutuklular üzerindeki şiddeti daha da ağırlaştırmak oldu. Şiddet dalgasının amacı tutuklulara nefes aldırtmamaktı.
Direnişin merkezi 35’ti. Başkaldırının ocağıydı. Sönmemiş bir volkan, sürekli, yanan bir ateşgah, her zaman hakikat yolunda baş kaldırmaya hazır bir dergahtı. Burada kalan tutuklular ağır travmalar yaşamış ama hiç diz çökmemiş, aman dilememiş, her fırsatta direnmişlerdi. Düşüncelerini her zaman açıkça dillendirmiş, zamanı geldiğine inandıklarına duraksamadan uygulamaya koyulmuşlardı…

Altı kişiyle başlayan, yeni katılımlarla birlikte çoğalan eylemciler, bir ucunda kölelik, diğer ucunda özgürlük olan bir maratondaydı. Ruhlarının derinliklerinde sevda taşıyanlar, yüreklerinde insanlık onurunu koruyanlar peş peşe gelmiş, fiili olarak yer almayanlar da ruhlarıyla katılmışlardı…

Esat Oktay, eylemin ilk günü mahkeme dönüşünde, Kemal Pir’i tehdit etmişti: “Patron bu sefer başarısız olursan senin için çok kötü olur! Öyle yaparım ki, ayaklarından tutup, seni koğuş süründürürüm.”

“Hayır yüzbaşı, bu sefer ben kazanacağım. Eğer sen kazanırsan, o zaman bana her kötülüğü yapabilirsin ama adım gibi eminim, yüzde yüz kazanan ben olacağım! 

***         

Ölüm orucuna katılanlar, eylemden iki gün sonra 35’ten alınıp 36. Koğuş denilen diğer bloktaki hücrelere götürülmüşlerdi. Her biri bir hücreye konulmuş,birbirleriyle ilişki kurmamaları için aralarında birkaç boş hücre bırakılarak dört kata dağıtılmışlardı. Birer askeri battaniye ve yatak diye de birer minder verilmişti. Her hücrenin önüne bir plastik su bidonu konulmuştu Lağıma dönüşen suyu içmek başlı başına bir işkenceydi.

***    

Canlı, enerjik, yerinde duramayan, yaşamın her alanında deyim yerindeyse hazır ve nazır olan Kemal Pir, durmadan konuşuyordu. Her yeni konu bir başkasının açılmasına gerekçe oluyordu. Kalıpta durmayan bir cıvayı andırıyordu. Ölüm orucu eyleminde derin düşüncelere daldığı günler az değildi. Bazen uzun uzun düşünüyor, düşündükçe yoğunlaşıyor, yoğunlaştıkça hayal dünyasını dışa vuruyordu. Diğer eylemcilerle konuşup tartışma, düşlere dalma ve geleceği tasarlama arasında adeta mekik dokuyordu…
Kemal, anlamlı bir hayatın arayıcısı olarak dik durmasını ve dikliğinden taviz vermeyi asla düşünmeyen ‘Altın Çağ’ın “altın çocuğu” olarak var olmanın ağırlığını yaşadı hep. Hiçbir zaman anlamlı olmayan hayatı, hayattan saymadı, böyle bir hayata asla tenezzül de etmedi. Bir toz zerreciğinin bile anlamlı hayatı kirleteceğinden onu üzerine düşürmemek gerektiğine olan inancını hep korudu. Bu nedenle yaşadığı hayatı her zaman ak pak tutmasını bildi…

Felsefesi; insandı. Ama gerçekten de insan, yani insan gibi insandı onun var oluş felsefesi. Ona göre kirlenmemiş, leke almamış, içi-dışı, özü ile pratiği, iç dünyası ve davranışları aynı olan, düşünsel ve ruhsal güzelliği aynı potada eriten insan, ancak gerçek anlamda insan olabilirdi. Bu insan topluluğuyla bir hayatı ve bu hayatla bir toplumu düşlerdi her zaman. “İnsanlığın amacı; ‘Altın Çağ’ın insanını ve bu insana yakışır bir hayatı yaratmak olmalı” diye düşünürdü.

Zerdüşt’ün düşlediği insanı düşlerdi hep. Hiç kuşkusuz ki Nietzsche’nin ‘ideal’, ‘mükemmel’,‘kusursuz’ insan tipini arayan bir felsefeye sahip değildi, ama insanın gerçek anlamda insan olması gerektiğini savunan bir felsefeye sahipti. Suçlu konumda olmayan, kendi özünden uzak düşmeyen, düşünce, akıl ve ruhsal bütünselliği doğru temelde kullanmasını bilen, yaşamı ve içsel dünyası birbirine çok yakın olan, analitik zekâ ile duygusal zekayı birleştirmesini bilen bir insan tipinin olması gerektiğini savunuyordu. Deyim yerindeyse her zaman, ‘ne idüğü belli olmayan’ bir insana gerçek anlamda insan demenin de esas olarak insana aykırı olduğunu vurgulardı.

Düşüncesi derin, ruhu zengin, kalbi temiz, iç dünyasında sürekli fırtınalar kopan, özü sözü, eylemi, düşüncesi ve davranışları bir olan, erdemli olmayı bir yaşam biçimi haline getiren, fedakarlıkta sınır tanımayan, kolektif olmayı ete kemiğe büründüren bir insan topluluğu ve bu topluluklarla oluşan bir dünyanın mutlaka yaratılması gerektiğini söylerdi. “Yaşama anlam veremeyen, hayatın hakkını teslim edemeyen bir insana, insan gibi dik durmasını bilmeyen, kültürel, estetik ve ruhsal varlık olmanın erdemliliğini yaşamayan bir insana gerçek anlamda insan demek mümkün değildir” diye hatırlatırdı her zaman. “Bir insan, insanlığın özüne uygun biçimde yaşamalı ve davranmalıdır. Eğer bir insan kendi özüne göre yaşamıyor ve davranmıyorsa o zaman bu insanda büyük bir eksiklik var demektir” diyordu. “Ahlak, vicdan ve adalet olgusu bir insanın temel ölçüleridir. Eğer bunlardan birisi yoksa veya aşınmışsa o insanın doğru düşünmesi, doğru konuşması ve doğru bir pratiği söz konusu olamazdı” düşüncesi, onda somutluk kazanmış, fikirleri arasında en billurlaşmış olanıydı. Bu fikir ve düşünce yoğunluğu büyük bir eylem insanı olan Kemal’i aynı zamanda bir felsefe düşünürü konumuna getirmişti.

Evet, o gerçekten de aynı zamanda bir düşünürdü. Eylem içinde, bir dağ silsilesinden öbür dağ silsilesine, bir uçurumdan diğer uçuruma doğru uçan, gökyüzünün mavi derinliklerinde süzülerek en tehlikeli düşmanlarına meydan okuyan bir kartalı andırıyordu adeta. Bıkıp usanmadan, yorulup sitem etmeden, gece veya gündüz demeden, her daim adeta nefes nefese konuşurdu. Eylemcilerin içerisinde en fazla konuşan, tartışan, soru soran ve sorulan sorulara zamanında yanıt veren de gene oydu…

***            

Ağustos sıcağı son demindeydi artık. Eylül’e girildiğinde kervan sınıra dayanmıştı. Ölüm gelip çatmıştı kapıya. Kemal, bir efsaneydi. Can çekişen bir şövalye gibi, ölüme karşı direnmeye devam ediyordu. Dirhem dirhem, hücre hücre direniyordu ama ipi artık göğüslemek üzereydi. Fiziki yaşamın son etabına gelmişti.
Eylemin ilk günlerinde sakin, mahcup, ama kararlı bir ses tonuyla “ilkin ben ölmeliyim” demişti. Sanki günler önce söylediği sözler gerçekleşiyordu. Ölümle yaşam arasındaki incelmiş çizgide dans ediyordu adeta. Işıl ışıl, bin bir renkle süslenmiş pisti ise göremiyordu. Kendini çılgınca yükselen melodilere kaptırmış bir dansçı gibi hissediyordu. Son derece hareketliydi, ama karanlıktaydı. Dünyayı, yıldızları, güneşi, ayı ve ışığı artık sadece hayal edebiliyordu. Gözleri ışığını yitirmişti. Baktı mı insanın içini ışıtan aydınlık gülüşlü gözleri yoktu artık. En sevdiği Zühal yıldızını bir daha seçemeyecekti, onun geceleri gökyüzünde nazlı bir gelin gibi süzülüşünü izlemek için bekleyemeyecekti. Güneşin sıcaklığını, ayın şavkını, doğanın o muhteşem güzelliğini sadece hissedebilecekti.

Kemal Pir

Kemal ve Hayri’nin son günleri

Şimdi her şey farklıydı. Yaşam bambaşka bir renge bürünmüş, düşler, hayaller, rüyalar bile değişik tonlardaydı. Öyle ya, ölüm eylemcilerin sofrasına bağdaş kurmuştu. Kemal’in bünyesi artık son noktaya gelmişti. Hem gözlerini hem de takatini yitirmişti. Bilinci gidip geliyor, cümleleri toparlayamayacak kadar halsiz kalıyordu. Geceleri yattığı sekiden yuvarlanıp yere düşüyordu. Gözleri görmediğinden, çoğu zaman sigaranın filtreli ucunu yakıyordu. Bazen susuyordu ama bıkıp usanmadan konuşuyordu. Doktor ve gardiyanların eylemi bıraktırma tutumları oldu mu müthiş öfkeleniyordu.

Özel olarak görevlendirilmiş Doktor Orhan Özcanlı, psikolojik savaşın en derin biçimini yürütüyordu. “Bak Kemal! Ölüyorsun, ölüm yavaş yavaş yaklaşıyor sana ve sen ona karşı bir şey yapamazsın. Düşünsene, yaşamının sonuna geliyorsun. Artık bu dünyadan göç etmek üzeresin. Gel vazgeç bu işten. Bu yolun sonu yok…

Kemal Pir: “Doktor, bana iyi bak! Aç kulaklarını, dinle. Söyleyeceğim her cümleyi kafana kazı. Ben bu işe bilinçli başladım. Yolun sonunda ölümün olduğunu biliyordum ve şu an yolun sonundayım, bunu da biliyorum. Şu an bile onu, onu temsil eden celladı çok yakınımda hissediyorum. Nefes alışverişini bile duyabiliyorum. Anlatabiliyor muyum?

Doktor: Yaşam güzel bir şey Kemal. Yaşamı seveceksin. İnsan fani de olsa sonuçta bu dünyada yaşamak ister ve ölümden korkunç derecede korkar. Bu nedenle ‘ölümden korkmam’ sözü yalandır. En ‘yiğidim’, ‘cesurum’ diyen bir insanın bile ölüm karşısında bacaklarının tir tir titrediğini hepimiz biliyoruz. Sen de bir insan olduğuna göre, ölüm karşısında senin de korkun vardır mutlaka, ama bu halinle de olsa seni kurtarabilirim...

Kemal Pir: “Ben Kemal Pir’im. Hani övünmek gibi olmama Karadeniz topraklarında dünyaya gelmiş, oranın o cesur, o kendine has özellikleriyle oldukça dürüst ve dosta karşı dost, düşmana karşı düşman olan insanlar arasında hayatın en katı ama en temiz halini öğrendim. Daha sonraki yıllarda Anadolu topraklarında yaşayan 72 milletten insanla tanışarak bugünlere gelen ve bugün de Kürtlerin özgürlüğüne kendini adayan Kemal Pir’im ben. Anlatabildim mi?

Doktor: Anlatabildin de…

Kemal Pir: Bu işin ‘desi’ ‘mesi’ yoktur doktor. Sana kendimi olduğu gibi, hiç abartıya kaçmadan, herhangi bir yalan katmadan, son derece dürüst ve yalın bir dille anlatıyorum.

Doktor: Ama hayat başka türlü akıyor Kemal. Kendini nasıl anlatırsan anlat, sonuçta herkes ölüm karşısında aynı şeyi düşünmekten kendini kurtaramaz. Ölüm korkusu korkunç bir
Kemal Pir: Bak doktor, yaşamın, ölümün, diri veya mevta haline gelmenin ne demek olduğunu, kimin ölümden korkup korkmadığını, ölüm karşısında kimin bacaklarının tir tir titrediğini gayet iyi biliyorum. Bu dünyadaki faniliği de, öbür dünyadaki cennetlik veya cehennemlik halleri de gayet iyi biliyorum. Siz bunu anlamazsınız.

Doktor: Neden anlamıyoruz ki?

Kemal Pir: Doktor, yaşamı öylesine seviyorum ki, hem de uğrunda ölebilecek kadar. Bak işte, bizzat tanıksın. Göreceksin, bizzat gözlerinle göreceksin yaşam uğrunda nasıl öldüğümü, hayatımı nasıl feda ettiğimi, gözlerimi kırpmadan nasıl ölerek yaşama sarıldığımı…

Doktor, Kemal’i ölüm karşısında pes ettirmek için ne gerekiyorsa onu yapıyordu. Tüm maharetini kullanarak sonuç almak istiyordu.  Ölümün anlamsızlığından tutalım da yaşamın vazgeçilmez güzelliğine kadar durmadan anlatıyordu.

Kemal Pir: Zaten hiçbir şeye inanmayanlardansınız.  Amacı olmayan, geleceği düşünmeyen, yarınki çocuklara hiçbir şey vaat etmeyen bir inkarcı olduğun için, her şeye günlük ve maddi yaşamla bağlantılı olarak yaklaşıyorsun. ‘Geçmiş geçmiştir, geleceği gelecektekiler düşünsün, anı yaşa, anı düşün ve anı tasarla’ düşüncesine sahipsin. Bu nedenle kahramanları, kahramanlıkları anlayamazsın sen. Kısacası nihilistin tekisin…

Doktor: Ben hala yarın seni soracak, heykelini dikecek, adına kitaplar yazıp filmler çekecek, kimsenin olabileceğini düşünmüyorum.

Kemal Pir: Neden hep kahramanlık veya adımın anılmasından bahsediyorsun doktor?Önemli olan görev ve sorumluluktur. ‘Her şeyin mutlaka karşılığı olmalıdır’ yaklaşımı, çığırından çıkmış bireyci bir yaklaşımdır. Kendini kaybeden, özüne, ruhuna ve varoluş gerekçesine ters düşen bir tutumun en çıplak halinin dışa vurumudur. Bence doktor değilsin, hatta tıp fakültesinin önünden bile geçmemişsin. Bir kasap, bir cellat, bir katil olabilirsin, belki de bir canavar ama asla bir doktor olamazsın.

Ben inançlarım uğruna ölüyorum. Bu nedenle boşuna ölmüyorum. Ben kendimi insanlık davasına adadım. Dolayısıyla insanlık için ölüyorum. Özel olarak da, Kürt halkına karşı bir borcum var. Kavgamın, mücadelemin özel boyutu da budur.

***            

Ali ve Akif de hastaneye kaldırılmışlardı. Ali’nin sağlık durumu daha kötüydü. Sık sık kusuyor, inliyor ve bilincini kaybediyordu. Akif de benzer durumdaydı. Hiç konuşmuyor, sessiz sakin uzanıyordu. Zaman zaman kusuyor, ağzından yeşilimsi bir sıvı geliyordu. Öğürmekten ötürü hayli zorlandığı için sıvıyı çıkarmasının ardından başı dönüyor, bayılıp düşüyordu. O da zaman zaman bilincini kaybediyordu. Hücrede düşmüş, kafası hafifçe yarılmıştı. Kan kaybettiği görülünce hastaneye kaldırmıştı...

Hayri derin bir su gibi akıyordu

Hayri sessiz ama derin bir su gibi akıyor; dağları, ovaları, bentleri aşarak ilerliyordu hedefine Doğru/Bir inanç denizi/Bir düşünce abidesi/Dört tarafı bataklıkla çevirili bir lotus çiçeği/Bütün dertleri omuzlamış bir çilekeş/Kendini dünya nimetlerinden arındırmış bir derviş/Dinlenen bir derya misali sessiz, derin ve sonsuz bir yaşam kaynağıydı/Umut yüklü, okyanuslar kadar geniş çağdaş Mevlana’ydı.
Bir deri, bir kemik kalmıştı Hayri. İlk günden beri, zemine serilmiş tek battaniyeyle sürdürüyordu onurlu yaşam mücadelesini. Herkese bir battaniye ile bir minder, ona ise sadece bir askeri battaniye verilmişti. 

Hayri ve Kemal

Hayri ile Kemal yıllar önce tanışmış, aynı saflarda yer almış iki arkadaştılar. Mücadeleye birlikte katılmışlardı. Omuz omuza mücadele vererek, yaşamlarını adamışlardı kavgaya. Özgürlük bilincine aynı dönemlerde varmış, halkların kardeşliğine büyük anlam vermişlerdi. Biri Kürt, diğeri Karadenizli, iki farklı halkın arkadaşlığını kurarak birlikte ant içmişlerdi ortak yaşamı güzelleştirmeye. Söz vermişlerdi yeryüzündeki kötülüklere, her sabah sofralarına insan beynini servis eden çağdaş Dehak’lara, Nemrut’lar karşı savaşan yeni insanların hakikate ulaşmada izledikleri yolda yürümeye; yaşam gerekçeleri kötülüklere karşı savaşmakla geçen ve insanlığın ilerlemesinde kendilerini feda etmekten tereddüt etmeyen devrimcilerin ruhlarını yeniden canlandırmaya...

Mücadeleyi sırtladıkları günden beri sürekli, her işe gönüllü ve önde koşturmuşlardı. Ortak işlerde yorulmuş, ortak sevinçlerle soluklanmış ve yürümüşlerdi bıkıp usanmadan ileriye. Aynı havayı solumanın heyecanını yaşamış, közde patatesi tuzlayıp yemenin tadına doyamamışlardı. Acılardan sevinçler üretip paylaşmayı bilmişlerdi.
Aradan yıllar geçmişti. Yetmişli yılların ortalarında başlayan kader ortaklıkları hala devam ediyordu. İşte yine acıyı birlikte tadıyorlardı. İki namus abidesi gibi dikilmişlerdi vahşetin karşısına. İki lotus çiçeği gibi açmışlardı bataklığın ortasında. Birlikte aynı deryada kulaç atıyor, karaya varacak yolu döşüyorlardı ardıllarına. Yarışları birbirleriyle değil; ölümleydi, onu yeneceklerdi bu kez. Her biri diğerinin arkasında kalmamayı arzuluyordu sadece.

***    

Kökünden koparılmış bir çınar gibi uzanmıştı sekide. Sessiz sedasız ölümü sonsuzluk uykusuna dalmayı bekliyordu. Artık, tüm gücünü kullanarak ancak kalkabiliyordu. Hayır, hayır! Ayağa kalkamayacak kadar takatten düşmüştü. Ruhunda yaşamış olduğu diriliğinin dışında bedeni artık işlevini göremeyecek kadar halsiz düşmüştü. Sık sık sekiden aşağıya doğru düşüyor, her düştüğünde yeniden sekiye çıkıyordu. Ayağa kalkamadığı için, çoğu zaman sekiye tırmanarak çıkıyordu. Daha sonraki günlerde artık sekinin üzerine çıkmaktan vazgeçmiş, yere serdiği battaniye üzerinde uzanmaya başlamıştı. Su içmek için her defasına elini bidona uzatıyor ancak daha yarı yolda eli yere düşüyordu. Zaman zaman dudaklarını ıslatmakla yetiniyordu sadece. İki metrekarelik hücresinde tek başına, her gün hücre hücre eriyerek sona gelmişti.  Koma sürecindeydi artık. Konuşamayacak kadar bitkin düşmüş, derisi pul pul dökülmüştü. Kovamadığı fare ve sivrisinek saldırılarından ötürü vücudu yaralarla doluydu. Bedeni uyuşmuştu. Canlı hücresi kalmamıştı sanki. Artık acı hissetmiyordu. İlk günkü gibi hala sakin, sessiz ve serinkanlıydı. Nefes alıp vermede zorlanıyordu, çoğu zaman uzun uzun inliyordu…

Hayri, gecenin bilinmez bir saatinde, bir elin dokunmasıyla gözlerini açmıştı. İnsana benzeyen bir karartıydı, ama kime ait olduğunu çıkaramamıştı. Elleriyle gözlerini ovuşturmuş ama değişen bir şey olmamıştı. Sonra dünyanın niçin karardığını anlamıştı. Acı acı gülümsedi. “Demek ki gözlerimi de yitirdim” diye düşündü.
“Hayri, beni görüyor musun? Sen de Kemal gibi ‘görüyorum’ deme sakın. O zaman ben de Kemal’e yaptığımı yaparım sana.”

Cezaevi doktoru Orhan Özcanlı, Kemal’le yaptığı tartışmayı Hayri’yle sürdürüyordu. Başka ne işi vardı ki, türlü haşeratın cirit attığı bir yerde o da üzerine düşeni yapacaktı! Fazla beklememişti, işaret başparmağını kaldırarak, “bu kaç” diye sormuştu. Yaşamı boyunca tek bir saniye bile doğru yoldan ayrılmamıştı, değil yalan söylemeyi, yalanın y’sini bile aklından geçirmeyecek kadar sade, temiz ve dürüstlüğün en derin halini yaşamıştı:
Hayri: “Evet, artık yeterince göremiyorum. Gözlerimi yitirdim. Artık her taraf karanlık ama önemli değil. Bundan sonra, daha doğrusu birkaç güne kadar da olsa artık ruhumla, yüreğimle, düşüncelerimle göreceğim. Önemli olan ideallerim, düşüncem ve davam” diye yanıtlamıştı Cellat doktoru.
Doktor: “Gel seni kurtarayım. Hepiniz birer birer gidiyorsunuz. Kemal öldü. Diğerleri de ölmek üzereler. Boşuna ölüyorsunuz.
Hayri: “Bak doktor! Bu kadar baskı ve zulüm var. Bunları kendi gözlerinle görüyorsun. Sen Hipokrat yemini etmiş bir doktorsun. Görevin hayat kurtarmak. İşkenceyle öldürülen insanlara sahte raporlar vererek işkencecilerle ortak oluyor, zaman zaman kendin de işkence yapıyorsun. Ha bire can alıyorsunuz. Bunlar yetmiyormuş gibi, şimdi de bana ‘gel eylemi, direnişi bırak’ diyorsun.

Doktor: Tamam, Hipokrat yemini ettim ama tarafım. Size karşı öfkeliyim, ‘hepinizin ölmesini istiyorum.

Hayri: Bak doktor bugün yaptıkların, yarın bir diken gibi sana batacak. Bundan eminim, ama o zaman iş işten geçmiş olacak. Yüzbaşın benimle baş edemedi sen mi edeceksin? Sen gerçekten 5 No’lu Cezaevi’nin Mengele ‘sisin. Sıfatını unutma, belki bir gün lazım olur.

Kemal Güneşe yürüyordu...7 Eylül 1982… Sessizdi Amed sokakları ve alabildiğince sakin… Rüzgar yaprakları oraya buraya savuruyordu. Yaşamın varoluşunun kanıtı sadece sararmış yapraklardı, ama onlar da ağaç ananın dallarında kalma gücünü yitirmişlerdi. Elveda deme fırsatını bile bulamamışlardı. Kopup düşen yapraklar, acaba küskünler miydi ağaçlara? Onları yalnız bırakmıştı ya anaları. Bilinmez…

Ya sonbahar yaprakları gibi birer birer kopup gidenler, onlar’ ne düşünüyorlardı acaba? Onlar da kızgın mıydılar acaba? Hayır değildiler. Hem gidişleri sır değildi ki? Rüzgâra göre de yön almıyorlardı. Yönlerini, yol haritalarını ve sonsuzluğa doğru akan güzergahlarını biliyorlardı. Sonsuzluğa gidiyorlardı düpedüz. Yıldız parlaklığına, ay güzelliğine, güneş sıcaklığına koşuyorlardı ‘Onlar…’

İşte Kemal! Veda etme fırsatı bulamadan yürüyordu güneşe doğru… Dağ, taş, soğuk, sıcak, açlık, susuzluk demeden, önüne çıkan engellere takılmadan ilerliyordu hayatın gerçek sırrını bulacağı yıldızlar dünyasına doğru. Elini atsa yalımlarını yakalayacak denli yakındı şimdi güneşe. Birazdan buluşacaktı artık yaşam fışkıran ışınlarla...Ve takvim yaprakları 7 Eylül 1982’yi gösterdiğinde, gökyüzünün en derin ve en parlak yerinde misafir olmuştu Zühal yıldızına.

Hayri zafer ipini göğüslüyor

Kemal’in can yoldaşı Hayri, hastanenin küçücük bir odasındaydı. Komaya girmek üzereyken getirilip yatırılmıştı. Konuşamıyordu. Bilincini yitirmişti, doktorlar epey uğraşmışlardı ancak müdahaleyi kabul etmemiş, şiddetle karşı çıkmıştı. Komaya girdikten sonra da müdahale sonuç vermemişti.
1982 Eylül’ünün 12’siydi. Maratonun altmış dördüncü günü. Ağaçlar kalan son yapraklarını dökerken, güneş son ışınlarını batının en son, en ücra köşesine gömerken ve yıldızlar gökyüzünden insanlara tebessüm ederken, Hayri bu zorlu maratonun zafer ipini göğüslemişti…

Evet, sevdikleri onu bir daha göremeyecekti. Dostları, varoluşun anlamını, varolmanın ağırlığının dersini bir daha ondan alamayacaklardı. O artık bir onur abidesi olarak hep dikili kalacaktı insanlığın belleğinde. Tüm zamanlar için; umudun, sevecenliğin timsali olarak onurlu yaşamın yolunda ilerleyenlerin huzuruna gönül rahatlığıyla çıkacak, onları selamlamaya devam edecekti…

Ve Akif ve Ali

Şahadetinden iki gece sonra Akif, kolundaki saati çıkarıp yeğenine göndermek üzere Karasu’ya vermişti. Bir gece sonra da komaya girmiş ve bir daha çıkamamıştı o derin uykudan. Karasu saatlerce seslenmiş, ranzasına dokunmuştu. Ama nafile. Sanki seslendikçe o daha fazla sessizliğe gömülmüş, dokundukça suskunluğu derinleşmişti. Doktor, belki kendine geleceğini düşünerek Akif’in na’şını iki gün beklettikten sonra morga göndermişti. Akif yoktu artık, fiziki olarak ayrılmıştı. Yaşamını yarınlara katık etmiş, Mazlumlara katılmak üzere sevdiklerini geride bırakmıştı…

Diyarbakır Askeri Hastanesi Psikiyatri Bölümü... Koridordaki son oda… Burada bir yaşam daha durmuştu. Bir yıldız daha kaymıştı. Evlatlarını ağırlama hazırlığındaydı toprak, kan ağlayarak. Karalara bürünmüştü hava, dağı, taşı, uçan kuşu, börtü böceğiyle doğa ana.

Sarı yapraklar bile yastaydı/Serhed hazan günleri yaşıyordu/Çok zulme uğramıştı Serhat, Aras kana boyanmıştı/Sayısız evladını bağrına basmıştı bu topraklar/Toprağında yatan nice meçhul isyancının iniltileriyle gelmişti bugünlere. Bu kez daha bir öfkelenmişti/Günlerce, aylarca kara haberi beklemişti, Akif gelecek diye/İşte yola çıkmıştı Akif…
Maratonun 65. gününde zafer ipini göğüslemişti. İki gardiyan onu tutup morga koymuştu. Kuru, çatlamış dudakları, görmeyen gözleri, uzamış sakalları, kir tutmuş bıyıklarıyla yatıyordu. O kirlenmemiş bir kardelen, öyle saf ve temiz, Serhed’in özgürlüğe sevdalı Akif’i... Dosta dost, insana insan, düşmana düşman yaklaşan yiğit... Yufka yürekli, insan olmanın ağırlığını hep korumuş yanıyla morgda Hayri ve Kemal’le buluşmuştu…

Akif Şahadet mertebesine ulaştığında Ali, doktorların anlatımlarına göre tıbben yaşamıyordu artık, ama her konuda olduğu gibi bu konuda da şaşkınlık yaratmıştı. Tıbbın ‘artık bilinci kilitlendi, fiziki ölüm gerçekleşene kadar bir daha kendine gelemez, konuşamaz ve dışarıya tepki veremez’ dediği Ali, tıbbın bütün bilimsel verilerini de altüst etmişti. Yüzü tamamen değişmiş, elmacık kemikleri fırlamış, gözleri çukura kaçmış, alnı öne çıkmış, kafası sanki üçgenleşmişti. Ancak o da artık son nefesini veriyordu. Ve o da Akif’ten birgün sonra misafir olmuştu güneşin sofrasına, o da ‘altın Çağ’ın en yüksek ve en temiz yerinde yapılmış inançlar tahtında, bağdaş kurmuşların arasına katılmıştı…

Akif’in naaşı morga kaldırıldıktan bir gün gün sonra, Ali de morga kaldırılmıştı. O da yoktu artık. Arkadaşlarına, dostlarına elveda diyemeden gitmişti. Gardiyanlar Ali’yi kirli bir battaniyeyle sarıp morga kaldırırken, Karasu sağ kolunu havaya kaldırarak selamladı onu:
Mekânın cennet olsun! Güle güle arkadaşım!... Güle güle arkadaşlar! Tarih adınızı altın harflerle yazacak, buna tüm kalbimle inanıyorum. Kürt halkı yakın hem de çok yakın bir zamanda sizin adınıza şarkılar, marşlar, şiirler okuyacak, yeni doğan çocuklara adınızı verecek, buna tüm kalbimle inanıyorum. Bir gün, evet bir gün geldiğinde Partim şahsınızda yeni bir toplumu, yeni bir ahlak ve kişiliği yaratacak, buna tüm kalbimle inanıyorum...

Maratonun sonu...

Peş peşe yaşanan şahadetler ve birçok eylemcinin komada olması sadece cezaevi idaresini değil, askeri cuntayı da çıkmaza sokmuştu. Cunta, direniş sürüp ölümler arttıkça, zindanda çökecek faşist otoritenin büyük zarar göreceğini biliyordu. Eylemin etkisinin giderek diğer tutsaklara, ailelerine, onlardan da topluma yayılacağının farkındaydılar. İktidar, cezaevi idaresini çoktan harekete geçirmişti. Direnişin kırılması için çabalamışlardı ancak olmamıştı. Hem ölmesi gerekenler gitmişti. Geride kalanları engellemek, politik riskin büyümesini önleyecekti. Ölüm döşeğinde olanlara müdahale etmek, belli bir anlaşmayla eylemi bitirmek zorunlu olmuştu. Plan hazırdı. Hayata geçirme zamanı gelmişti. Eylemi bitirmek için Kolordu Komutanı Kemal Yamak’ın bilgisi dahilinde görüşmeler başlatılmıştı. Ancak daha önce sözlerin gereklerinin yerine getirilmemesi, tutsakları kaygı ve kuşkuya düşürüyordu. Hem taleplerin kabulü için eylemin devamında ısrar ediyor, hem daha önceki hatalara düşmemek için son derece hassas davranıyor, hem de yeni ölümler konusunda belli bir tereddüttü yaşıyorlardı.

Talepler açık ve netti: Fiilen uygulanan işkenceler son bulmalıydı. Siyasi savunmalar üzerindeki baskılar kaldırılmalıydı. Askeri eğitime son verilmeli, sosyal ve insani yaşam düzeltilmeliydi… Bu taleplerin kabulü, Diyarbakır Zindanı’nda uygulanan ve bütün topluma dayatılan ırkçı faşist inkar, imha politikasının büyük yara alması demekti. Savunmalar üzerindeki baskıların kaldırılması, dayatılan ihanet ve inkâr politikasının gücünü kıracaktı. En önemlisi de tutsaklar kendilerini siyasal ve ulusal olarak kabul ettireceklerdi. Bu, darbeyi gerçekleştiren askeri gücün ideolojik ve politik olarak yenilmesi anlamına gelecekti. Siyasi tutsakların yenilmezliği, iç ihanet ve tasfiyelerle Kürt halkının yok edilemeyeceğinin somut bir ifadesi olacaktı.

12 Eylül Darbesi’ni gerçekleştiren Askeri Konsey bunları biliyordu. Bu nedenle, tereddütlü ve kaygılıydı. Ancak tutsakların şahsında Kürdistan Özgürlük Hareketi’ni muhatap almaktan başka yol da kalmamıştı. Eskisi gibi yalan ve kandırmayla da sonuç alınamazdı. Bu nedenle pazarlığa oturup anlaşmak, tutsakların isteklerini yerine getirmek zorundaydılar. Önce ‘askerler pazarlığa oturmaz’ diyerek, diyaloğa karşı çıkmış, fakat peş peşe gelen ölümler karşısında tutsakların isteklerini kabul etmek zorunda kalmışlardı…

14 Temmuz ölüm orucu bir milat olmuştu. Bir çağı kapatıp yenisini açar gibi yeni bir dönemi başlatmıştı. Faşizmin halkları inim inim inlettiği, teslimiyetin kol gezdiği, tanrı Esat’ların zulüm yağdırdıkları o zifiri karanlık döneme son verirken, özgürlük günlerinin kapısını aralamıştı. Artık Esat Oktay yoktu ve kurduğu korku imparatorluğuyla birlikte saltanatının da sonu gelmişti. Faşizmin bu vahşi yaratığı, kuyruğunu kıstırarak çekip gitmişti sonunda. Bir kızıl ölüm gelip onu buluncaya kadar karanlıkta kalmış, kayıplara karışmıştı. Ama 14 Temmuz yakasını bırakmamış, hesap sormayı da başlatmıştı karanlıklar tanrısından. Onun devrini kapatmakla defterini düren ilk darbeyi de vurmuştu…

14 Temmuz, ihaneti kalbinden vuran kurşun, tiranların beynine saplanan ok, namusuyla yaşamanın, onuruyla ayakta kalmanın, tanrılar diyarında özgürlük türküsünü ateş ortasında haykırmanın adı olmuştu. Envai türüyle ölüme endekslenen demir parmaklıklar arkasında yaşamı muştulayan muazzam bir doruktu o... O, o güzel yaşamı uğrunda ölebilecek kadar sevmenin, vahşetin derinliklerinde kalmış yaşam isteminin altı kişiyle canlandırmanın, ‘başardık’ diyebilmenin, her gün hücre hücre eriyerek yaşamı yeniden beton çatlaklarından filizlendirmenin, en zor koşullarda tanrılardan hesap sormaya kalkışmanın inanılmaz öyküsüydü… 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.