2666: Gerçeğin Çölü

Toplum/Yaşam Haberleri —

2666: Gerçeğin Çölü

2666: Gerçeğin Çölü

  • 2666 en başta hacmi sebebiyle göz korkutsa da Bolano’nun ölmeden evvel dünyaya bıraktığı müthiş bir miras. İç içe geçmiş yüzlerce hikaye yazarın çarpıcı perspektifiyle birleştiği bir gerçeklik manifestosu. Bir Rus klasiğini bugünün dünyasında ilk kez okumak gibi. Kaç gün sürerse sürsün, yatırım yapmaya değer. 

BİLGE AKSU

Dışarıda ve yapabileceğim bir sürü şeyi çoğunlukla yapmamayı tercih ettiğim normal günlerde, okuma alışkanlıklarıma dair kimi zaman düşünürdüm. Senelerce edebiyatla ilgilenmiş ve belirli dönemlerde eline geçen her şeyi okumuş biri olarak, son yıllarda adeta bir kurala dönüşen kısa roman anlayışına ne kadar müteşekkir olduğumu anlatmam mümkün değil. Gündüzleri öğretmen, geri kalan zamanlarda aylak biri olarak, nadiren 200 sayfayı geçen yeni nesil edebiyatı takip ederken bir yandan da tuğla diye tabir ettiğimiz ve klasiklerden olmayan görece yeni kitapları okuyabilmem için bir yere zorla kapatılıp dünyadan soyutlanmam gerektiğine ilişkin tatsız şakalar yapardım. Sonunda annem yine haklı çıktı; dua kapısının ters bir anına denk gelmiş olacağım ki, yeni nesil tuğlaları okuyabileceğim bir zaman aralığı oluştu.

 

Roberto Bolano

 

1200 sayfalık tuhaf nesne

Roberto Bolano’nun 2666’sı bunlardan biri. Hiç merak edip elime dahi almama sebebim malum olsa da sık sık hakkında konuşulduğuna rastlıyordum. Gazeteci arkadaşım Miheme Porgebol ile kapatıldığımız hücreden hallice bu yerde üç hafta civarı süren kitap kavgamız, bizden yaka silken kütüphane memurunun bu kitabı kapıdan uzatmasıyla biraz olsun yatıştığında gözüm korkmadı diyemem. Okurken elimde tutmakta zorlandığım bu 1200 sayfalık tuhaf nesnenin ilk vaadi, elbette daha az sıkılacağım akşam saatleriydi. Fakat Bolano’nun amacı bu kadar basit değilmiş. 

Bolano bu eseri ölmeden önce tamamlamış. Daha doğrusu, onu tanıyanlara göre tamamlamaya çok yakınmış. Birbiriyle bağlantılı ama bağımsız da okunabilecek beş ayrı kitabın birleşimi aslında. Ortak nokta, Meksika’da ABD sınırına yakın bir şehir. Bütün hikayeler ve birbirinden tuhaf karakterler, yıllar boyu işlenen kadın cinayetleriyle adını duyurmuş Santa Teresa’da birleşiyor. Evet, ilk elden söyleyelim; bu kitapta da bir Hollywood yapımının sarı filtresi var. Korkutucu çöl genişliği, sıcağı görünür kılan kum ve toz fırtınaları ve geri bırakılmış bir bölgenin açlık, hastalık ya da değersizlik hisleriyle süregiden yaşantısı…

Bolano aslında Şilili ama gençliğinde uzun süre Meksika’da yaşamış. Bu da böyle bir mekanı neden başrole layık gördüğünü açıklıyor. Meksika’yı Kuzey Amerika’nın Orta Doğu’su olarak gören kimi yaklaşımları da hesaba katarsak çarpıcı bir roman inşa etmek için uygun bir yer burası. 

Kapağı çevirip birinci kitaba giriştiğinizde sizi bir edebiyat ortamına dahil ediyor yazar. Birkaç genç eleştirmen, tesadüfen rastlayıp tutkunu oldukları bir Alman yazarın peşinde birbirleriyle tanışıyor. Zamanla samimiyetleri ilerleyen gençlerin arasında doğan tuhaf aşk üçgenleri ya da peşine düştükleri gizemli yazar pek önemli sayılmaz esasen. Burada Bolano’nun amacı, daha sonra farklı şekillerde tekrarlayacağı üzere belirli bir dönemin gündelik yaşantısına çeşitli katmanlarla ışık tutmak. 90’lı yılların Avrupa’sında, artık tek kutuplu hale gelen bir dünyanın göz alıcı özgürlük vaadinin etkisinde, bembeyaz ve masum gençlerin arada bir rastladığı gerçek yaşantıları izliyor, yazarın hep aynı uzaklıktan serpiştirdiği yorumları etrafında asla büyümeyecek bir entelektüel topluluğa göz atıyoruz. Bu kitaptan sonra bir akademisyen, sonra bir gazeteci karşılıyor bizi. Kitaba asıl hacmini veren son iki anlatıda ise gerçekliği doğrudan, acımasızca özetliyor Bolano. 

Bütün hikayeleri göz önüne alırsak, 1920’den 2002’ye kadar uzanıyor anlatı zamanı. Giriş kısımlarında çok kez okumaktan vazgeçme eşiğine geldiğimi belirtmeliyim. Özellikle ilk kitapta eleştirmenlerin anlatıldığı o detaylı kısımlarda insanların nasıl olup da böylesi uzun bir eseri okuyabildiğine şaşırdım. Fakat Bolano hikaye ilerledikçe öyle bir etkisine alıyor ki, işte yukarıda yazdığım gibi yazara kimi amaçlar atfetmeye başlıyor insan. 

Santa Teresa bir sanayi bölgesi. ABD sınırına yakın oluşu sebebiyle sınır ticaretine elverişli olduğundan kontrolsüz bir büyüme yaşamış. Her yeri saran fabrikalar ve atölyelerin arasında bir de olmazsa olmaz uyuşturucu çeteleri ve sürekli ölüp yeniden doğan mafya grupları var. Saatler boyu çalışıp sivrisineklerden hastalık kapan bu şehrin yoksulları, bir de dur durak bilmeyen suçlularla uğraşmak zorunda. 

Kitabın omurgasını oluşturan kadın cinayetleri, 1993’ten 2000’lere kadar uzanıyor. Senede 200’ün üzerinde vaka mevcut. Hemen hepsi tecavüz ve işkence sonucu öldürülmüş, yaşları 11’den 30’lara uzanan bu kadınların ortak noktası fabrika işçisi olmaları. Fakat Meksika öylesine ataerkil kodlara sahip ki, cinayetleri araştıran onlarca polis bu kadınların gündüz fabrikada gece kulüplerde çalıştıkları için başlarına bunların geldiğini düşünüyor. Katillerin öldürdükleri kadınlara sonradan böyle bir izlenim verdiği ihtimali akıllarına dahi gelmiyor. Ve öte yandan, çeşitli tanıkların tarif ettiği siyah araçların izini sürmeleri de mümkün değil. Çünkü bu tür arabalar, şehirdeki nüfuzlu kişilerin çocuklarının sevdiği ve moda haline gelmiş arabalar. Hal böyle olunca, seneler boyu süregiden bu cinayetler, arada bir göze batan suçsuzlara yıkılıyor ve düzen böylece işlemeye devam ediyor. 

Bolano her şeyden önce müthiş bir yaratıcı zeka. Kitabın üslubu ve kurgusu gereği iç içe geçmiş yüzlerce karakterin bütün yaşantısına hakim. Maktullerin özgeçmişleri, gazetelerin duruma yaklaşımları, polislerin günlük yaşantıları ya da son kitapta ortaya çıkan gizemli yazarın sıradışı hayat öyküsü hem çok yaratıcı hem de okuyucuyu tuhaf bir noktaya sürükleyen, çarpıcı bir perspektife sahip. Kimi zaman duygusal bir zirveye ulaşır gibi yüklendiğimiz özdeşlik hisleri, yazarın bir raportör edasıyla çektiği sınıra çarparak ortada bırakıyor bizi. Bu anlarda Bolano’nun hislere değil gerçeklere odaklanmamızı istediğini düşünmek olası. 

Özellikle son kitapta, gizemli yazarın biyografisinin anlatıldığı kısımlarda iyice öne çıkan bu tarz, çeşitli tarihsel gerçekleri de süzgecinden geçiriyor. Savaş sırasında orta kademeli bir görevi olan Nazi bürokratının trenle gönderilen 500 Yahudi’yi ortadan kaldırma çabasındaki vicdani gelgitler yazarın bahsettiğim yaklaşımı sebebiyle çok tekinsiz bir noktaya çekiyor okuyucuyu. Çeşitli sayıların büyüklüğünün ya da küçüklüğünün, ölümün somut gerçekliği devreye girdiğinde nasıl önemsiz hale geldiğini şaşkınlıkla izliyoruz. 500 tane kanlı canlı insanı 20’şer 30’ar öldürüp ortadan kaldırmak, böylesine detaylı betimlemeler etrafında imkansız bir göreve dönüşüyor. İster istemez, savaş boyu işlenen soykırımdaki gerçek rakamlara ulaşmanın ne ölçüde bir gözü dönmüşlük gerektirdiğini düşünüyor ve yaşananları bir kez daha süzgeçten geçiriyoruz. Ve bunun gibi hikayelerin hepsi kısa süre uğradığımız bir durakmışçasına aniden gözden kayboluyor ve yenilerine yol alıyoruz. Bolano buna dair bir anekdot da eklemeyi ihmal etmemiş. Gizemli yazarın bir kitabını okuyan ablası Lotte şunları düşünüyor: 

“Kitabın tarzı bir garipti. Yazılanlar şeffaf denecek kadar açıktı, ama birbiri ardına sıralanmış hikayeler hiçbir yere bağlanmıyordu (…)yavaş yavaş buharlaşıp gidiyordu.” (S. 1177)

Santa Teresa’nın vahşi yaşantısı

Bolano’nun 2666’daki bir başka amacı girişte benim minnettarlığımı ifade ettiğim yeni nesil kısa roman furyasından şikayetçi olması. Bunu da kitabın sonundaki editör notunda açık biçimde görüyoruz. İkinci kitabın kahramanı akademisyen Amalfitano, artık insanların büyük yazarlar söz konusu olduğunda bile kısa olan eserlerine yöneldiğinden yakınıyor. Kafka’nın Dönüşüm’ü Dava’ya, Melville’in Katip Bartleby’si Moby Dick’e tercih ediliyor diyor. Kitabı okurken ben de bu ayrıntıya takılmış fakat Katip Bartleby’nin küçümsendiğini düşünüp geçmiştim. Bolano ile her şeyde anlaşacağız diye bir şart yok sonuçta. 

1200 sayfalık bir yapıtta satır aralarının izini sürmek zor ama ilk kitapta süregiden evrimsel biyoloji tartışmalarıyla son kitapta öne çıkarılan gizemli yazarın Ormanlar Kralı adlı hikayesi Santa Teresa’nın vahşi yaşantısında birleşiyor. Hayatta kalmak için hayatını ortaya koyanlar ve buna seyirci dahi kalamayan bir kapitalist sistem var burada. Yazarın düzenli aralıklarla eklediği savaş, kıtlık ya da hapishane tasvirleri bu etkiyi onlarca kat arttırıyor. Bolano’nun ustalığı, bu ayrıntılı kurgu ve tasvirlerde gizli. Kişisel bir yorum olarak hapishanede denk gelinmesi tuhaf hisler yaratan bir kitap ayrıca. Bizden evvel bu bedelleri ödeyip dünyanın çeşitli yerlerine nazaran daha insani koşulları ortaya çıkaran tüm direnişçileri selamlamaktan başka bir şey gelmiyor elimden. 

2666 en başta hacmi sebebiyle göz korkutsa da Bolano’nun ölmeden evvel dünyaya bıraktığı müthiş bir miras. İç içe geçmiş yüzlerce hikayenin yazarın çarpıcı perspektifiyle birleştiği bir gerçeklik manifestosu. Bir Rus klasiğini bugünün dünyasında ilk kez okumak gibi. Kaç gün sürerse sürsün, yatırım yapmaya değer. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.