Ah şu göçmenler!

Ferda ÇETİN yazdı —

  • ABD’nin, Avrupa’nın ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın vicdanı ve ahlakı yoktur. O nedenle kendilerinin bu büyük göçlerdeki sorumluluklarını gizler, göçmenleri sorumlu tutarlar. İşin kötüsü, toplum ve sıradan insanlar da bu tersine çevrilmiş hikayeye inanır.

“Göçerlik, sürekli değişime maruz kalan dilde, tarihlerde ve kimliklerde ikamet etmeyi gerektirir. Varılan her yerin bir geçiş yeri olduğu göçte eve dönmek, hikayeyi noktalamak, eve giden bir kestirme bulmak gibi bir umudun gerçekleşmesi imkansız hale gelir” diyor İain Chambers.

“Göçmenleri taşıyan bir şişme bot Kanarya adalarına ulaşmak için Fas’ın Dakhla kentinden yola çıktıktan yarım saat sonra alabora oldu, 8’i çocuk, 30’u kadın 42 kişi hayatını kaybetti.”

6 Ağustos tarihli ANF haberi de böyle diyordu.

Uygar dünya(!) için alabora olan bot ve ölen 42 kişi sıradan bir haberdir.

10 Ağustos günü başka bir haber düştü haber sitelerine.

Almanya, Hollanda, Avusturya, Belçika, Danimarka ve Yunanistan hükümetleri, sığınma başvuruları reddedilen ve tüm yasal yolları tüketen Afganistan vatandaşlarının ülkelerine iade kararı aldı. Altı devlet, bu amaçla Avrupa Komisyonu’na ortak bir “mağduriyet mektubu” yazdı.

Oysa Cenevre Sözleşmesi olarak da bilinen, 1951 tarihli BM Mülteci Sözleşmesi, mülteciyi ırk, din, milliyet, belirli bir toplumsal gruba üyelik veya siyasi görüş sebebiyle zulme uğrama korkusu olan ve korunma ihtiyacı alan kişi olarak tanımlamaktadır.

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) bu tanımı genişletmiş, şiddet veya kamu düzenini ciddi biçimde bozan durumlar nedeniyle, yaşam hakkına, vücut bütünlüğüne veya özgürlüğüne ciddi düzeyde tehdit olması da uluslararası korunma için geçerli sebep sayılmıştır.

Avrupa’nın 6 büyük devleti; eğitimi, interneti, müziği, fotoğrafı, sinemayı, tiyatroyu, gülmeyi, tıraş olmayı yasaklayan; başka bir etnisite veya dine mensup olmayı ölümle cezalandıran Taliban yönetiminden kaçan göçmenleri, kendi ülkelerine iade kararı alıyor.

ABD’nin, Avrupa’nın ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın vicdanı ve ahlakı yoktur. O nedenle kendilerinin bu büyük göçlerdeki sorumluluklarını gizler, göçmenleri sorumlu tutarlar. İşin kötüsü, toplum ve sıradan insanlar da bu tersine çevrilmiş hikayeye inanır.

Oysa yaşananlar, bilinmeyecek ve unutulacak kadar eski değil.

Avrupa devletleri Güney Amerika, Afrika ve Asya’nın altın, gümüş, bakır, kömür, elmas ve petrol kaynaklarını tüketerek bu coğrafyaları çorak çöllere dönüştürdü.

Ardından sömürecek bir şey kalmayınca, talan edilmiş bu yerlerdeki halkları birbirine kırdırarak uçak, tank, top, bomba ve silah satmaya başladılar.

İçinde bulunduğumuz çağda, sözü edilen bu topraklarda ne maden kaldı ne de savaşa ve silaha harcayacak para. Kapitalistler, emperyalistler ve savaş baronları için deniz bitti.

Çaresizlik, insanları her türlü riziko ve tehlikeyi göze alacak kadar korkusuz hale getirdi.

Yaşamları savaş, çatışma, yokluk ve yoksunluk içinde geçen milyonlarca insan, ölüm korkusu duymaksızın yaşamak istiyor.

Afganistan’dan kaçan bir göçmen kameralara konuşuyordu; “Doğduğumda savaş vardı çocukluğumu yaşayamadım. Gençliğim hep savaş içinde, ölüm korkusu ile geçti, gençliğimi de yaşayamadım. Şimdi 35 yaşındayım, huzur içinde tek bir gün geçiremedim. Artık dayanacak gücüm kalmadı.”

Suriye, Irak, İran, Türkiye, Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Afrika’dan kaçarak Avrupa’ya sığınmak isteyen göçmenler, dedelerinden, ninelerinden kalan alacaklarını tahsil etmeye geliyor.

Tanrıların ve kutsal kitapların da yardımlarını esirgediği bu adi ve adaletsiz dünyada, onlar kendi adaletlerini kendileri sağlamaya çalışıyor.

Büyük riskler altında kendilerini denizlere, dağlara, mayınlı alanlara vuruyor.

Öle öle, azala azala, tükene tükene ve sınırları aşarak özgürlüğün ana vatanına(!) ulaşmaya çalışıyorlar.

Yollarda, sınırlarda, kamplarda sayıları milyonlara ulaşan göçmenden daha fazlası, kendi ülkelerini terketmek üzere yol hazırlığı yapıyor.

Tarihin, egemenlere ve hayatından memnunlara oynadığı, “bundan sonra huzursuz olma sırası sizde” dediği bir döngü de denilebilir.

Bu oyunda başrol oyuncusu göçmendir.

Göçmenin diğer adı ise “sürgün.”

Kendi ülkesinde de, sığındığı yerde de kabul görmeyen bu ara yer insanını Edward Said anlatmış;

“Ne yeni ortamıyla birleşebilir ne de eskisinden kopabilir. Ne bağlanmışlıkları tamdır ne de kopmuşlukları… Sürgün, kendini hiçbir zaman evinde hissetmeyen, etrafına hiç uyum sağlayamayan, geçmişe yatıştırılamaz bir acıyla, bugüne ve geleceğe ise buruklukla bakan biri, sürekli toplumdışı olan biri olmak anlamına geliyor.”

Avrupa’nın “uygar” 6 büyük ülkesi, büyük acılar yaşayan çaresizlik içindeki bu insanları kovuyor.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.