Amerikan seçimlerinin düşündürdükleri

Sara AKTAŞ yazdı —

  • Geçtiğimiz hafta sonuçları belli olan Amerika’da ki seçimler, oldukça hareketli tartışma ve yorumlarla hafta boyunca gündemdeki yerini korudu. Elbette bu durum ABD’nin dünyanın kapitalist sisteminin merkezi olmasıyla yakından bağlantılıdır.

 Dahası ABD’nin bu sistemin hem politik, askeri ve finansal gücü hemde sistemin zihniyet ve yaşam kültürünün en verimli toprağı olması ile de ilintilidir. Dolayısıyla ABD’deki güç odakları arasındaki çelişkiler ve çatışmalar bu özelliklerle birleşerek seçimleri dünya gündemine taşırken hem egemen devlet yapıları hemde dünyadaki ezilenler ve halklar da seçimin sonuçlarını merakla beklediler.

Kuşkusuz seçimleri Joe Biden’in kazanması üzerine bunun doğuracağı sonuçların ne olabileceği hala tartışılmaya ve yorumlanmaya devam ediliyor. Ben daha çok ABD’nin dış politikasına ve halklar nezdinde Joe Biden’ı halkların umudu haline getirerek, ondan demokrasi ve özgürlük beklentisi içine girmedeki yanılgıya dikkat çekmek isterim. Öncelikle Klasik Amerikan siyaseti ve anayasasının Montesqueau’nun “gücü güçle kontrol etme” felsefesine ve yasama-yargı-yürütme güçlerinin birbiri üzerine oluşturduğu fren ve denge mekanizmasına dayandığını hatırlamak gerekiyor. Başkan yürütmenin başı olarak lokomotif rolü görürken, özellikle dış politika ve güvenlik gibi stratejik alanlarda yetki büyük ölçüde başkana ve yürütmeye verilmiştir. 2016’ya gelindiğinde Trump, batının ekonomik krizi, uluslararası göç dalgası, kötüye giden sosyo-ekonomik durumun yarattığı milliyetçi dalga ve sağcı popülist partilerin ve aktörlerin önünün açılması ile iktidara gelmişti. İktidarı döneminde de kuşkusuz son derece pragmatist ve Makyevelci bir yaklaşımla, izlediği ekonomik ticari ve dış politik çizgi ile Trump kendisini iktidara taşıyan kitleleri memnun etmeye odaklanmıştı.

İşte ‘Önce Amerika’ ve ‘Amerikayı Yeniden Büyük Yapmak’ stratejisi ile toplumsal statü kaybına uğrayan kitlelerden destek alan Trump, bir taraftan kendi tabanını memnun etmeye çalışırken, diğer taraftan dış politika da gerektiğinde ikili anlaşmaları askıya alarak, NATO gibi örgütlerde hegemonik rolünün maliyetini müttefiklerden talep ederek, göçmenlere kapıları kapatarak, Meksika sınırına duvar örerek, Rusya ve İran’a karşı yaptırımları başlatarak ‘Önce Amerika’ stratejisine uygun olarak Amerikanın ekonomik çıkarlarına odaklanmış bir dış siyaset izledi. Ancak son seçimlerde Trump’ın ekonomi, iç siyaset, uluslararası ticaret ve dış politika alanlarında uyguladığı politika; çatışmacı, gelenekleri hiçe sayan, kurumsal olmayan yönetme tarzı, cinsiyetçi ve tehditkar dili hem iç hem dış siyasette tartışma konusu oldu ve Joe Biden’in kazanmasının kapılarını açtı.

Kuşkusuz Biden’ın kazanması Trump’la dengesi bozulan Amerikan küresel tekelci kapitalizmine hamle yaptırabilir. Bu anlamda daha yumuşak ve daha diplomatik bir dil kullanılabilir ama en nihayetinde daha çok kar, daha çok sistemin çıkarlarının odak noktası olacağı bir siyaset emperyal yapıların karekteri olarak değerlendirilmelidir. Peşinen belirtmek isterimki ezilenlerin dünyanın en büyük emperyalist gücünden beklenti içinde girmesi kanımca büyük bir handikapın ifadesidir.Tarihsel deneyimlerden iyi biliyoruz ki emperyalistlerin daha fazla sömürü, daha fazla sermaye, daha fazla tekelcilik eksenli amaçları, araçlar değişiklik gösterse de hep aynı olmuştur. Kapitalist sistem her aşamasında devleti, toplumları, bireyleri ve tüm alt-üst yapı mekanizmalarını kâr kanununa göre şekillendirmek istemiştir. Dolayısıyla Emperyalist-kapitalist sistemin lideri konumundaki ABD’de de başkanlar isim ve renk değiştirmiş ancak esas amaç ve strateji özünde hep aynı kalmıştır.

Bu bakımdan Biden başkanlığındaki ABD de klasik rolüne uygun olarak, kendi ulusal çıkarlarını önceleyen ve küresel kazanımlarını konsolide ederek gücünü korumaya çalışan bir dış politika izlemeye devam edecektir. Dolayısıyla Biden ve ilk kadın başkan yardımcısı Kamala Harris işbaşı yaptığında Amerikan kurulu düzeni içinde bir normalleşme süreci kaçınılmaz olarak görünse de Amerikan gerçekliği radikal bir değişiklik göstermeyecektir. Bu bakımdan Amerikan hegemonyası kendini var eden araçlarından vazgeçmeyecek, ancak kendini güncellemeye çalışacaktır. Örneğin Biden dönemiyle birlikte Türkiye-ABD ilişkileri ve Biden’ın Kürt politikasında köklü değişimler beklemek saflık ve bu sistemin yapısal karekterini unutmak anlamına gelir. Bu bakımdan Ortadoğu’da Türkiye’yi yeri geldiğinde teşvik edip, yeri geldiğinde ayar çeken tutumunda ve pragmatist bir yaklaşımla kendi kontrolünde ve denetiminde bir Kürtlük politikasında bir değişiklik olacağını sanmıyorum. İyi Kürt, kötü Kürt ayırımı, PKK’yi tasfiye etme, marjinalleştirme politikaları Trump döneminde klasik bir Amerikan yaklaşımı olarak devam ederken, aynı tutum Biden döneminde başka yöntemlerle, belki daha diplomatik bir dil ve üslupla devam edeceğini öngörmek zor olmasa gerek. 

Böyle iken ABD’de yaşanan seçimi “devrim ve karşı devrim kavgası” gibi algılamak ve iki kapitalist partinin yarışı olmaktan çıkarmak büyük bir yanılgı olur. Kuşkusuz emperyalist sistemin kimin liderliğinde olursa olsun stratejilerinin sonuç alıp almayacağını, halkların hayatında nasıl bir karşılığı olacağını kesinlikle yine halkların ve ezilenlerin mücadele gücü belirleyecektir. Nihayetinde nasıl ki emperyalistlerin her zaman bir planı olmuşsa, ezilenlerin de bir karşı planı ve hamlesi mutlaka olmuştur. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.