Annelik değil, manipüle etmek
Dosya Haberleri —
- 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü’ne doğru giderken Jin Dergi yazarı Avukat Ruşen Seydaoğlu ile kadın katliamlarındaki artışı ve erkek-devlet saldırılarına karşı kadınların mücadelelerini konuştuk. Seydaoğlu, "Erkek-devlet kadın karşısında kol kola yürüyor" dedi.
- Seydaoğlu, “Birlikte yaşamı aileye dönüştürdüklerinden beri, aile kadınları cinsiyetçi roller dışında görmeyen bir yapıya dönüştü. Kutsallık fenomeni tehlikelidir, iktidarlar bir şeye kutsal diyorsa dogmatikleştirmeye, tartışılamaz hale getirmeye çalışıyordur. Yaptıkları annelik adı altında kadınları manipüle etmek” diye konuştu.
ASMİN BARAN/AMED
Türkiye’de kadına yönelik şiddet ve kadın katliamlarındaki artış ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Son bir yılda 400 kadın erkekler tarafından katledildi, en az 497 kadın şiddete uğradı. Bu rakamlar, sadece istatistiksel bir veri olarak değil, aynı zamanda iktidarın kadınlara yönelik politikalarının da bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Kadın katliamları ve şiddet, yalnızca bireysel suçlar değil aynı zamanda erkek egemen zihniyetin ve toplumda kökleşmiş ayrımcı politikaların da bir sonucu. İktidarın aileyi kutsayan, kadını ise bu çerçeveye hapseden politikaları, kadına yönelik şiddeti de meşrulaştırıyor. Her geçen gün daha büyüyen tehdit karşısında kadınlar ise sistemsel bir değişim için mücadele etmeye devam ediyor. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü’ne doğru giderken Jin Dergi yazarı Avukat Ruşen Seydaoğlu ile kadın katliamlarındaki artışı ve erkek-devlet saldırılarına karşı kadınların mücadelesini konuştuk.
Kadına yönelik şiddet giderek tırmanıyor. Son 14 yılda 4 bin 255 kadın katledildi. Son 7 yılda ise ‘şüpheli kadın ölümleri’ yüzde 82 arttı. Bu kara tablodaki artışın nedenleri neler sizce?
Kadına yönelik şiddet gibi toplumsal sorunlara dair veriler aslında gerçekte yaşananın küçük bir kısmını gösteriyor. Rakamların da yaşanan şiddetin de verilerin çok üzerinde olduğunu biliyoruz. Çünkü kadınların yaşamı kayıt dışı, erişilebilir değil. Bu bilgiye toplumun ulaşması da hükümetler tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak engelleniyor. Kadınların emeğinin, düşüncelerinin, özgürlük ve eşitlik taleplerinin kasten görünmezleştirildiği politikalar işletiliyor. Kadın cinayetlerindeki artışı da bu politikalardan bağımsız değerlendiremeyiz. Hangi hükümet temsilcisi olursa olsun, ağzı açıldığında ettiği ilk laf kadınların hayatlarına dair oluyor ama tersinden. 2008’i hatırlayalım en az üç çocuk dediler, 2010’da kadın ve erkeğin eşit olduğuna inanmadıklarını ilan ettiler. Kahkahasından tutalım, hamileliğe kadar dil uzatmadıkları hiçbir şey kalmadı. Bakanlığın adını tekrar değiştirerek kadını ancak aile içindeki varlığıyla kabul edilebilir kıldılar. Tüm bunlar kadına yönelik ayrımcı aklın kendini gizleme ihtiyacı bile duymadığı deneyimlerdi. Kadınların böyle kolay katlediliyor olması bu ve arttırabileceğimiz diğer politikalardan, erkek egemen zihniyetin yaşamın her alanında pompalanıyor olmasından.
Peki yargı mekanizmaları kadını bu şiddete karşı koruyor mu/koruyabiliyor mu?
Şiddetin her biçimine maruz kalan kadın kendisi çabalayarak imkân yaratıp da yargı mekanizmalarına başvurduğunda da sonuç değişmiyor. Çünkü yargı mekanizması da erkek egemen zihniyetle çalıştırılıyor. Kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz, cinayet dosyalarında cezasızlığın bu denli yaygın olması tesadüf olabilir mi? Erkeğe bir çağrısı var, 'sen kadını denetim altında tut, denetimde tutmak için bütün şiddet biçimlerini uygula, ben seni koruyacağım' diyor. Hepsinde azmettirici erkek egemen aklın temsilleridir, yetkililerdir. İnşa ettikleri erkeklik de bunlarla kalıcılaştırılıyor. Bir lokmacık güç uğruna kadını sonsuz sömürmekten utanç duymayan, ahlaksızlaştırılan erkekler yaratılıyor. Açlıktan, yoksulluktan, eğitimsizlikten kırılıyor ama söz konusu sahte gücünü üzerinde yaşattığı kadın olduğunda bunu kendisine reva gören zihniyetin kurumlarıyla uzlaşmaktan geri durmuyor. Namus, kıskançlık, vatan-millet sevgisi… Hepsi illüzyon. Erkek-devlet kadın karşısında kol kola yürüyor.
Aile kavramı, iktidarın kadını mahkum etmek istediği alanların başında geliyor. İktidarın ‘aile politikası’ ile kadın katliamlarındaki artış arasında nasıl bir ilişki var?
Birlikte yaşamı aileye dönüştürdüklerinden beri, aile kadınları cinsiyetçi roller dışında görmeyen bir yapıya dönüştü. Haliyle kadın oluşa yüklediklerini bu yaklaşımlarda çözümlemek gerekiyor. Bir de dinciliğin etkileri var tabii. Kutsallık fenomeni tehlikelidir, iktidarlar bir şeye kutsal diyorsa dogmatikleştirmeye, tartışılamaz hale getirmeye çalışıyordur. Anneliğe yaklaşımları da böyledir. Değil ki sahiden anneye anlam yüklüyorlar, koruyorlar ya da gözetiyorlar. Yaptıkları annelik adı altında kadınları manipüle etmek. Kadınların sağlık hizmetlerine, eğitim hizmetlerine, diğer sosyal ve siyasal imkânlara erişimi yok denecek kadar azken, ana dilinde bu hizmetlere zaten ulaşamıyorken hangi kutsallıktan bahsedebiliriz ki? Hep söylüyoruz ya; kadınlar ucuz iş gücünü sağlasın, askeri doğursun diye kuluçka makinesine çevrilmek isteniyor.
Kadın düşmanı politikaların yanı sıra bir yandan kadın kazanımları gasp ediliyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek ne tür sonuçlar doğurdu? Sözleşmeye geri dönebilme imkânı var mı?
İstanbul Sözleşmesi, kadınların önemli kazanmalarındandı. Taraf olan ülkelere Önleme (Prevention), Koruma (Protection), Cezalandırma (Prosecution) ve Bütüncül Politikalar (Integrated Policies) sorumluluklarını yüklemesi de kadın hareketlerinin elini güçlendiriyordu. Şiddetin aile içerisinde ne denli yaygın olduğunun sözleşmedeki açık tanımlar üzerinden kabulü aslında ülkelerin sıkı sıkıya sarıldığı aile kurumu karşısında kadını korumayı taahhüt anlamına geliyordu. Tartışılamayan, dokunulamayan aile böylelikle kutsallık zırhından arındırılabilir bir noktaya getirildi. Yine, kadınların insan haklarına erişemediği, kadına yönelik şiddetin engellenemediği gibi hususlar ulus devletler tarafından örtülenmeye çalışılırken aslında sözleşmeyi kabul etmeleriyle bu hususlar yerel ve uluslararası anlamda statülendirilmiş oldu. Sözleşmeye bağlı olarak kurulan GREVIO, ülkelerin denetimi, ziyaretler ve periyodik raporlama çalışmaları yapabiliyordu. Böylelikle kadına yönelik şiddet, ev içi şiddet verilerinin toparlanması, artışın sebeplerinin kapsamlı değerlendirilmesi ve ülkelere dair tavsiye kararları oluşturabilmesi sağlanıyordu. Kadına yönelik şiddetin görünür olması ile farkındalık çalışmalarının arttırılması için ulus devletler üzerinde hem Avrupa Konseyi hem GREVIO hem de sivil toplumun baskı oluşturabilmesi kolaylaşıyor hatta politika olarak uygulanabiliyordu.
Şunu hatırlatmak gerekiyor: Sözleşmeden çekilmek Avrupa Konseyi’nin savunduğu ilke ve prensiplere uymamak anlamına gelmez. Yani Türkiye aslında İstanbul Sözleşmesi’nin taşıdığı ruh ve anlama denk yönetim mekanizmaları oluşturmakla hâlâ yükümlü. Kaldı ki yeniden sözleşmeyi kabul etmesi önünde de hiçbir engel yok.
Kadın kurumları bu konuda yeterince mücadele ediyor mu?
Kadın hareketleri sözleşmeler için mücadele etmez. Ben bunu açıkçası yanılgılı buluyorum. Kadın hareketleri özgürlük ve eşitlik mücadelesi verirler. Bu mücadele içinde kazanımlar elde etmek ve bunları korumak amaç değil araçtır. Daha fazla özgürleşmek daha fazla eşit olmak için yaratıcı yöntemler geliştirirler, uluslararası diplomasi faaliyetleri yürütürler vb. Tahakküm ve hiyerarşi odakları tarafından sıkıştırıldıkları, kapatıldıkları alanları aşarak mücadeleleri yaygınlaştırırlar. İşte insan hakları sözleşmeleri, kadının insan hakları sözleşmeleri, bunlara dayanan mekanizmalar kadınların amaçlarına ulaşırken kullandıkları araçlardır. Ev içi şiddet ve bilhassa aile kurumunun yarattığı ayrımcılık biçimiyle mücadele ettiğinizde bu konuya dair kazanımlarınıza saldırı mücadele sebeplerinize saldırı anlamına gelir. Haliyle kadınlar İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye karşı yaptıkları eylemlerle aslında şiddete, eşitsizliğe ve özgürlüklerinin engellenmesine karşı mücadele ediyorlar. Ve pek yaman bir mücadele bu. Dünyanın her yerinden yükselen kadın mücadeleleri tesadüf değil.