Ateşin sessiz tanıklığı

Dosya Haberleri —

Silah ve ateş

Silah ve ateş

  • Alevler yükselirken, her kıvılcımda bir yoldaşın adı, bir dağın rüzgârı, bir annenin duası gizliydi. Bu, bir ritüel değil; bir isyanın barışa devredilişiydi. Barışın onurlu başlangıcıydı. Bu tören bir halkın mücadele biçimini dönüştürdüğünü ilan ettiği bir anıttı.

ERKAN GÜLBAHÇE

Tam 13 gündür Süleymaniye’deyiz. O büyük gün nihayet geldi. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla, bir grup gerillanın silahlarını imha edeceği tören için tüm hazırlıklar tamamlandı. Bir gün öncesinden Dûkan’a doğru yola çıktık. Aynı araçta beş kişiyiz. En önde, bölgeyi iyi bilen, “doktor” diye hitap ettiğimiz arkadaş oturuyor. Yol boyunca her tepeyi, her vadiyi, her taş yapıyı bir hafıza mekânı gibi anlatıyor. Her taşın, her duvarın belleğinde bir iz var. Süleymaniye çıkışındaki kontrol noktasını geçtikten sonra derin bir nefes alıyoruz. Bu coğrafyada nefes almak bile özgürlük gibi. Yaklaşık 45 dakika sonra, doktor yolun sol tarafındaki bir tepeyi gösteriyor. Üzerinde yıllarca Heyva Sor a Kurdistan’ın sahra hastanesi olarak kullandığı eski bir yapı var. Kim bilir burada kaç yaralı nefes aldı, kaç acı hafifledi? 15 dakika sonra bu kez dar pencereleriyle dikkat çeken bir yapı beliriyor. Diyar Civan, “Burası Saddam döneminden bir cezaevi” diyor. O küçücük pencerelerden kaç kişi yıllarını geçirdi, kaçı bir daha hiç dışarı çıkamadı? Aklımda oluşan sorularla yolumuza devam ediyoruz. 

 

Şikefta Caseneyê

 

Baraj kıyısında bekleyiş

İki saatlik yolculuktan sonra Dûkan Baraj Gölü kıyısındaki otele varıyoruz. Otel, törene katılacaklara ayrılmış. İçeride yalnızca davetliler var. Herkesin aklında aynı soru: Yarın ne olacak? Cuma sabahı erkenden uyanıyoruz. Aynı ekip saat dokuzda otelin önünde buluşuyoruz. Ancak otelin önü gazeteci, televizyoncu ve fotoğrafçılarla dolu. Yol kapatılmış, ilerleyemiyoruz. Geri dönmek zorunda kalıyoruz.

Bu kez protokol konvoyuna katılıyoruz. Saat 10.00’da onlarca araçlık bir konvoyla yola çıkıyoruz. Önümüzde ve arkamızda asayiş güçleri var. Güvenlik için yollar zaman zaman tamamen kapanıyor. Araçta içime tarif edilmez bir ağırlık çöküyor. Hem umut hem hüzün hem de tarihi bir ana tanıklık etmenin baskısı iç içe geçiyor.

Sessizliğin gürültüsü

Ana yoldan çıkıp dar bir patikaya sapıyoruz. Yol kenarlarında ağır silahlı birlikler, her 200-300 metrede bir zırhlı araçlar yerleştirilmiş. Jammer sistemleri çalışıyor, telefonlarımız sinyal vermiyor. Tören alanı görünmez bir güvenlik çemberiyle sarılmış. Asayiş, 10 kilometrelik yolu ablukaya almış. Alan uzaktan seçildiğinde kalbim sıkışıyor gibi hissediyorum. İçimde garip bir his büyüyor. Bir yanım buruk, diğer yanım heyecanlı. İlk kez tarih dokunabileceğim kadar yakınımdaydı. Aracımız duruyor. Güneş öğleye yaklaşırken tüm ağırlığıyla üzerimize çöküyor. Ne savaşın uğultusu ne de barışın coşkusu var burada. Yalnızca derin bir sessizlik. O sessizlikte binlerce anı, kayıp ve umut var. Dağların diliyle konuşan bir törende tarih yeniden yazılıyor.

Bir fotoğrafın tanıklığı

Tören alanına ulaşan herkesin yüzünde başka bir hikâye var. Bizim araçta gazeteci arkadaşımız Ekrem, Kürdistan’ın başka bir bölgesinden gelmiş. Cebinden bir fotoğraf çıkarıyor: 19 Aralık 2024’te Tişrîn Barajı ile Sarrin arasında SİHA saldırısında hayatını kaybeden Cihan Bilgin’in fotoğrafı. “8 sene mesai arkadaşlığı yaptık” diyor. Gözleri dolu dolu, fotoğrafı bana uzatıyor, “Cihan bu anı görmek için yaşıyordu. Kendisi buraya gelemedi ama ben onun fotoğrafını getirdim. Bu töreni o da izlesin...”

O an zaman duruyor. Ne çok insan verdik barış uğruna… Ne yazık ki bugün bu anı en çok hak edenler, burada değiller. Belki de Şikefta Caseneyê’nin tepesinden sessizce izliyorlardır bu töreni.

 

 

Şikefta Caseneyê

Bu mağaranın adını anmadan geçmek mümkün değil. Şikefta Caseneyê, Kürt tarihinde direnişin ve ulusal hafızanın simgelerinden biri. 1920’lerde Şêx Mehmûd Berzencî, İngiliz ve Irak işgaline karşı burada hem savaş hem siyaset yürütmüştü. Aynı mağarada Kürtçe yayınlanan ilk gazete Bangî Heq basıldı. Burası, siyasal örgütlenmenin, Kürt basınının ve halk direnişinin ilk tohumlarının atıldığı bir mekân. 1990’larda peşmergeler Saddam rejimine karşı burada mevzi tuttu. Şimdi ise PKK’nin silah bırakma törenine ev sahipliği yapıyor. Bu mağara, geçmişle gelecek arasındaki geçişe bir kez daha tanıklık ediyor.

Bir fotoğrafın mücadelesi

Törene girmeden önce son bir kontrol noktasına geliyoruz. Güvenlik görevlileri çantamı açıyor, dizüstü bilgisayarı başka birine gösteriyor. O kişi başını sallıyor: “Bu olmaz.” Aynı şey fotoğraf makinesi için de geçerli. Tüm belgelerim ve akreditasyonum tam olmasına rağmen kimse dinlemiyor. Çantama el koyuyorlar. Oradan oraya yönlendiriliyorum. Sürekli dönüp dolaşıyorum ve her seferinde aynı kişiye geliyorum. En sonunda organizasyondan biri yardımcı oluyor. Fakat çantayı geri aldığımda kapıdaki görevli yeniden itiraz ediyor. “Sen beni hiçe saydın” diyor. Çantayı vermemekte diretiyor. Yarım saatlik uğraşın ardından nihayet kamerama kavuşuyorum.

Bu kez iki makineyle çekim yapmama izin verilmiyor. “Sadece birini kullanabilirsin.” Yeni bir kriz çıkıyor. Ancak sorun çözülüyor ve kurallar netleşiyor: Belirli alanın dışına çıkılmayacak, topluluğun yüzleri görünmeyecek, merasim başlamadan fotoğraf çekilmeyecek. Yeni bir kriz çıkmasın diye söylediklerini kabul ediyorum.

Tarihin kalbine atılan adımlar

Oradan oraya koştururken çevreme pek dikkat edememiştim. Bir anda gözüm platforma takılıyor. Arkasında, Abdullah Öcalan’ın güncel bir fotoğrafı asılı. O fotoğraf, bütün benliğiyle platformu selamlıyor. Herkese, “Ben buradayım. Bu sürecin mimarı benim” diyordu adeta.

Gözüm silahların yakılması için hazırlanan alana kayıyor. İçimde tarifi zor bir sızı başlıyor. 

Kürt özgürlük mücadelesinin temsilcileri, Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri, KDP ve YNK temsilcileri aynı masadaydı. Belki de tarihte bir ilk yaşanıyordu. Daha düne kadar yan yana gelmeleri imkânsız görülen bu dört güç, Şikefta Caseneyê’nin eteklerinde aynı hedef için müzakere ediyordu. Bu, başlı başına tarihî bir kırılmaydı. Ancak gözden kaçmayan bir durum da vardı: YNK ve KDP temsilcilerinin Türk yetkililerle bir uyum içinde çalışıyor olmasıydı. 

 

 

Gerilla geliyor

Kürtçe, Türkçe ve İngilizce yapılan küçük bir anonsla gerillaların alana giriş yapacağı duyuruldu. Alkış ve sloganın yasak olduğu da belirtildi. Fakat bu uyarı, coşkuyu bastırmaya yetmedi. Ben, elimde fotoğraf makinemle hazır bekliyordum. Her kareyi, her ifadeyi tarihe kazımak istiyordum. Ve ilk görüntü göründü: Yeşil üniformasıyla, sol elinde silah taşıyan KCK Eşbaşkanı Besê Hozat sahneye çıktı. Ardından ikinci gerilla belirdi. Alan coşkusunu tutamadı. Türk MİT’i ve bazı Türk gazeteciler dışında herkes ayağa kalkarak alkışladı. Zılgıtlar ve “Bijî Serok Apo” sloganları yankılandı. 

O an çevremdeki Türk gazetecilerin ve MİT temsilcilerinin ne hissettiğini düşündüm. Birkaç saniyeliğine onların gözünden sahneyi görmek isterdim. Ama zaman dardı, objektifin ardındaki hikâye çok büyüktü. Her yerde alkış, zılgıt ve slogan sesleri yükseliyordu.

Bir yürüyüşten fazlası

Gerilla grubu taş merdivenlerden tek tek inerek kendileri için hazırlanan platforma çıktı. Her biri sessiz ama anlamlı adımlarla yürüyordu. Kimisi silahını göğsüne bastırmıştı, kimisi omzuna atmıştı. Objektifim açıktı ama gerçek görüntü, onun bile kaydedemeyeceği kadar derindi. Yüzlerde direnişin vakarı, adımlarda dimdik bir onur okunuyordu. O an, bir yürüyüşten ziyade, tarihe doğru atılmış ve barışa doğru giden bir yürüyüştü. Sahneye çıkan gerillalar askeri disiplin içinde hazır olda durdu. Bırakın kimseye selam vermeyi bir bakış dahi atmadılar. KCK Eşbaşkanı Besê Hozat Türkçe, PKK Merkez Komite Üyesi Nedîm Seven ise Kürtçe bildiriyi okudu. Herkes pür dikkat onların ağzından çıkacak kelimeleri dinliyordu.

Açıklamanın ardından gerillalar sırayla silahlarını ve palaskalarını yakılmak üzere ayrılmış alana bıraktı. Silahlarını yakacakları yere bırakırken o an sırtlarında taşıdıkları yük geçmişin yükü, dağların sessizliği, anıların iziydi. Alevler yükseldiğinde yalnızca metal yanmıyordu. Bir yaşam biçimi, bir mücadele şekli, bir çağ yanıyordu adeta barış uğruna.

Her bir gerilla, silahını bırakacağı noktada kısa bir süre duraksadı. Görünmeyen bir eşikteydiler. Kimi silahına son kez baktı, kimi derin bir nefes aldı. Ama hiçbirinde tereddüt yoktu. Bu vedanın içinden doğan irade, bir halkın barışa olan inancının simgesiydi. Direnişin biçim değiştirmiş ama özünü korumuş bir hâliydi.

 

 

Ateşin tanıklığında

Tüm silahlar bırakıldıktan sonra Besê Hozat ve Nedîm Seven, tören alanının ortasındaki yığına doğru yürüdü. Kısa bir sessizliğin ardından alevler kıvılcımlandı. Metalin derin çatırdayışıyla birlikte geçmişin yükü de yanmaya başladı. Zaman durmuş gibiydi. Alevler yükselirken, her kıvılcımda bir yoldaşın adı, bir dağın rüzgârı, bir annenin duası gizliydi. Bu, bir ritüel değil; yüz yıllık bir isyanın barışa devredilişiydi.

Ateş büyüdükçe sessizlik hıçkırıklara dönüştü. Kadınlar ağlıyor, erkekler başlarını öne eğmişti. Kimisi kalbine elini bastırmış, kimisi gözyaşlarına boğulmuştu. O an sadece insanlar ağlamadı, rüzgâr bile hafifçe inliyor, tarihin omuzladığı yükü taşıyordu. Barışın sancılı ama onurlu başlangıcıydı.

Isındıkça bükülen namlular, yılların öfkesini, acısını ve suskunluğunu birer birer kusuyordu. Her çatırdayan vida, geçmişe gömülen bir vedanın yankısıydı. 

Gerillalar sessizce alandan ayrıldı. Ne el salladılar ne de arkalarına baktılar. Adımları yavaş ama kararlıydı. Geride yalnızca dumanlar ve ağır bir hava kaldı. Barış süreçlerinin hiçbir zaman kolay olmadığını herkes biliyordu. Tam o anda yüzüme hafif bir rüzgâr çarptı. Belki Dûkan’ın dağlarından inen sıradan bir esinti. İçinde barışa uzanan yolların tozu, yitirilen yoldaşların soluğu, yıllar boyunca taşınan yükün kül olup savrulan izleri vardı. Geçmiş ateşle hafiflemiş, şimdi rüzgârla uğurlanıyordu.

 

 

Bir halkın yemin gibi sessizliği

Merasimin mesajı açıktı: Dağdan indik ve size geldik. Silahlarımızı gömdük. Bakın, silahsız yürüyebiliyoruz. Şimdi geri dönüp ovada siyaset ya da yeniden silaha sarılmak arasındaki ince çizgideyiz. Tercih sizin. Barış da savaş da sizin ellerinizde. Ve biz, ikisine de hazırız.

Gerillaların silahlarını yakması sadece bir askeri araçtan vazgeçmek değil, aynı zamanda Kürt tarihinin derin bir kültürel imgesiyle yeniden doğmaktı. Ateş, Kürt mitolojisinde arınmayı, direnişi ve yeniden doğuşu simgeler. Tıpkı Demirci Kawa’nın Newroz’da yaktığı isyan ateşi gibi, bu alev de yeni bir dönemin habercisiydi. Bu tören bir teslimiyet değil, bir halkın mücadele biçimini dönüştürdüğünü ilan ettiği bir anıttı.

Barışın sessiz tanıkları

Protokolün en önünde bir grup Beyaz Tülbentli anne dikkatimi çekti. Gözyaşları içinde birbirlerine sarılmışlardı. Kendilerine ses cihazımı uzatıyorum duygularını almak için. Amed Barış Anneleri Meclisi adına törene katılan, bir kızını bu uğurda yitiren Nezahat Teke, “Yeter artık, biz toprağın altını doldurduk. Artık silahları gömelim, çocuklarımızı değil” diyor.

Mêrdîn Barış Anneleri Meclisi’nden Türkan Durç ise bir çocuğunu yitirmesine rağmen aynı inançla konuşuyordu: “Biz çocuklarımızı toprağa verirken barış dedik. Eşlerimizi, kardeşlerimizi uğurlarken yine barış dedik. Köylerimiz yakıldığında da barış dedik. Bugün de tüm kalbimizle, tüm hücrelerimizle hâlâ barış diyoruz.”

İzmir’den gelen bir başka Barış Annesi ise iki oğlunu şehit verdiğini belirterek, şöyle dedi: “Yıllardır hasretle beklediğimiz şey buydu. Silahlar susmalıydı. Bugün o silahlar yok ediliyor. Artık kimse ölmesin.”

Almanya’dan gelen Die Linke Eşbaşkanı Jan van Aken’in sözleri de dikkat çekiciydi: “Burada sadece Kürt halkı değil, tüm dünya vicdanı bir döneme tanıklık ediyor.”

 

 

Geçmişin içinden doğan heykel

Törenin ardından gözüm yeniden Şikefta Caseneyê’ye takıldı. Sanki mağara, bir asır önce sığındığı hafızayı yeniden hatırlamış gibiydi. Direnişin ilk cümlesi orada yazılmıştı; şimdi barışın ilk cümlesi yine orada kuruluyordu. Bu tören, geleceğe bir sözleşmeydi. Bir dönemi kapatıp yeni bir sürece kapı aralayan bir halkın kendi tarihine attığı imzaydı.

Yakılan silahlardan bir parça almak istedim. Ömür boyu taşıyabileceğim bir hatıra… Ama imkânsızdı. Alan sıkı güvenlik altındaydı. RojNews’e konuşan Süleymaniye Ulusal Güvenlik Müzesi Müdürü Ako Xerib, ilk etapta silahların Emnê Sureke Uluslar Müzesi’nde sergileneceğini, daha sonra ise Şikefta Caseneyê’de özel bir yerde muhafaza edileceğini belirtti.

Kobanî’deki Arîn Mîrkan heykelini yapan Süleymaniyeli heykeltıraş Zirak Mira’nın da törene katıldığı ve bu silahlarla aynı yerde bir heykel yapmak istediğini yetkililere bildirdiği öğrenildi. Yakılan silahlar nasıl değerlendirilir bilinmez; ancak bu görüntülerin Kürtlerin ve Ortadoğu’nun tarihinde altın harflerle yer alacağı kesin.

Ve son söz: Barış, silahların yakılmasıyla başlar.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.