Barış işçilerin de talebi olmalı
Dosya Haberleri —

BİRTEK-SEN eylem
BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen’le işçi sınıfı, emek, barış ve demokrasi ilişkisini konuştuk:
- “Asıl önemli olan AKP-MHP iktidarını adım atmaya zorlamak. Bu ülkede barış ve demokrasi derdi olan bütün güçlerin süreçte taraf olması, Kürt halkını yalnız bırakmaması gerekiyor. Çünkü Kürt meselesinin çözümü daha önce hiç olmadığı kadar Türkiye'deki işçi sınıfı ve emek mücadelesinin de kaderine bağlanmış durumda.”
MIHEME PORGEBOL
Türkiye, demokrasinin esamesinin bile okunmadığı bir iç siyasi kriz yaşarken, diğer yandan “Barış ve Demokratik Toplum” müzakereleri demokratikleşme umutlarını diri tutuyor. Meclis siyasetinin flu ve belirsiz fotoğrafları analistler tarafından yorumlanadursun, toplumsal yaşamın içinden fotoğrafların netleşmesi ve kitlesel taleplerin gündemde belirleyici olması kaçınılmaz bir gereklilik.
Demokratikleşme işçi sınıfı için ne anlama geliyor? İşçiler süreci nasıl okuyor? Süreç ve müzakereler bağlamında ‘Kürt işçi’yi nerede konumlandırmak gerek? Bu gibi sorular, yürüyen müzakerelere ilişkin, farklı toplumsal kesimlerin süreçten talep ve beklentileri üzerine daha hakiki değerlendirmeler yapılmasını gerekli kılıyor. Bu soruların yanıtlarını BİRTEK-SEN (Birleşik Tekstil, Dokuma ve Deri İşçileri Sendikası) Genel Başkanı Mehmet Türkmen’le konuştuk.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşundan bu yana Kürtlere yönelik baskı ve saldırı politikaları Kürtlerin yoğunluklu olarak işçileşmesine kapı açtı. Bu çerçeveden Kürtlerin işçi sınıfındaki varlığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürt halkının hem ulusal kimlikleri inkar edilerek demokratik ve kültürel talepleri yüzyıl boyunca yok sayıldı; coğrafyaları hep ihmal edildi. Sadece ulusal kimlik bağlamında politik ayrımcılığa uğramadı, aynı zamanda ekonomik ayrımcılığa da maruz kalan bir coğrafyaya dönüştü. Öteden beri Kürt coğrafyası kalkınmışlık oranı, işsizlik oranı ve diğer sosyo-ekonomik göstergelere göre hep ülkenin batısına kıyasla çok daha kötü durumda oldu. İşsizlik ve yoksulluk yaygınlaştığı; yaşam standartlarının hep daha olumsuz seyrettiği bölgelerin başında geldi. Son 40 yıllık savaş koşullarını da eklersek boşaltılan ve yakılan köyler, askeri ve güvenlik baskıları korkunç bir tahribata neden oldu; milyonlarca Kürt göç etmek zorunda kaldı. Bir yere göçle gelen insanların orada yerleşik olanlara göre dezavantajları çok daha fazladır. Daha yoksullar, hayata tutunmak için daha fazla çalışırlar ve daha büyük bir ekonomik baskı altındadırlar. Dolayısıyla da düşük ücretle en kötü koşullarda çalışmaya mecbur hissettikleri için bu çaresizlikleri, onları en kolay istismar edilecek kesim yapar.
Dünya örnekleri de böyle...
Evet. Örneğin İngiltere işçi sınıfının durumuna baktığımızda orada da aynısını görürüz. Engels’in “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” (Die Lage der arbeitenden Klasse in England) kitabını okuduğunuzda, aslında durumun bizdekine çok benzediğini görürsünüz. Mesela, o dönem İrlandalılar en ucuz ve en kötü koşullarda çalışırlar, yaşadıkları yerler en kötü gettolardır. Üstüne bir de İngiliz işçiler onlardan nefret eder. Çünkü onlar yüzünden işlerini kaybetmişlerdir; yine onlar yüzünden daha düşük ücretle çalışarak rekabet etmek zorunda kalmışlardır.
İrlandalıların Türkiye’deki karşılığı Kürtler mi?
Bugün Suriyeliler ama öncesinde Kürtlerdi. Bizzat benim deneyimim var bu konuda. Ben eski bir dokuma işçisiyim. Eskiden bütün halı fabrikaları ve halı dokuma atölyelerinin bulunduğu, 20 bin civarında işçinin çalıştığı Ünaldı bölgesi vardı. O atölyeler Organize Sanayi Bölgesi’ne taşındı. Ünaldı bölgesi ise bugün merdiven altı kayıt dışı konfeksiyon atölyelerinin olduğu bir bölgeye dönüştü. Eskiden çalışanların önemli bir kısmı Kürt iken şimdi neredeyse tamamı Suriyeli. Ben 8-9 yaşlarında orada başladım işçiliğe. Antep’in Nizip ilçesinde doğmuş köylü bir Kürt’üm. Ancak Urfalı ve Suruçlu işçilerden nefret ederdik. Bu duygunun ilk gençlik yıllarımda bende de olduğunu hatırlıyorum ama bu nefret Kürt olmalarıyla ilgili değildi, çünkü biz de Kürt'tük. O insanlar ekonomik göçle, köyünden kopup gelmiş; marabalıktan, ağa zulmünden, devlet baskısından, yani başka bir yoksulluğun içinden başka bir yoksulluğun içine girmiş. Dolayısıyla bize yeterli gelmeyen ücret ve koşullar onlar için lüks olabiliyordu. O, daha kötü koşullarda daha az ücretle çalışmayı daha kolay kabul edebiliyordu çünkü hayata tutunmak için başka çaresi yoktu. İşte sırf bu nedenle “Urfalılar yüzünden ücretlerimiz düşüyor, bize de düşük ücret veriyorlar, işimizi kaybediyoruz” diyorduk. Şimdi aynı öfke ve nefret hali Suriyelilere dönük olarak var.
Önyargınız nasıl kırıldı?
Aslında sınıf meselesi önemini burada gösteriyor. Ünaldı’da 94 veya 95 yılında, daha çok Emek Partili politik işçilerin öncülüğünde bir dernek kuruldu. Bu politik işçiler zaten 12 Eylül öncesine uzanan bir mücadele geçmişine sahip dokuma işçileriydi. Dernek, faaliyete başladığında toplantılarına giderdik. Urfalı ve Suruçlulardan yakındığımızda bize derlerdi ki “Yanlış düşünüyorsunuz. Onlar bugün, en kötü koşullarda çalışmaya mecburlar. Ama yarın işçileşecekler, sizinle aynı koşullarda yaşamaya alışacaklar ve sınıf bilinci geliştikçe sizinle aynı talepler için onlar da mücadele edecek. Ama şimdi siz bu yüzden onlardan nefret eder ya da onlarla aranızda bölünmeye giderseniz bu bir tek patronların işine yarar. Bu yüzden sizin birlikte mücadele etmeniz lazım.” Dernek yöneticilerinin söylediği bu şey doğrulandı. 1996’da yaklaşık 20 bin işçinin katıldığı bir grev oldu. Türkiye'nin tarihine geçmiş en önemli işçi direnişlerinden biriydi. Bir ay boyunca Ünaldı’nın tamamında 20 bin işçi, derneğin öncülüğünde greve kalktı. En önde mücadele eden ve direnişi en çok sahiplenen Suruçlu ve Urfalı Kürt işçiler oldu.
Cumhuriyet tarihi boyunca süren devlet saldırılarının, Kürtlerin işçi ve emek mücadelesindeki yerinin hem nicelik hem de nitelik anlamında genişlemesi gibi doğal bir ikinci sonucu da oldu…
Aslında Kürtlerin işçileşmesi ve giderek işçi sınıfının önemli bir bileşeni haline gelmesi devletin, niyetinden bağımsız, uyguladığı politikaların sonucu olarak ortaya çıktı. Bildiğiniz gibi, 12 Eylül'le birlikte Türkiye'de yeni bir ekonomik model hayata geçirildi. Öncekinden çok farklı bir model değildi ama bu sefer ihracat ve ucuz iş gücüne dayalı bir büyüme modeliydi.
24 Ocak kararlarını kastediyorsunuz değil mi?
Evet. AKP, bu politikayı daha uç noktalara taşıdı. 24 Ocak kararları sonrası Türkiye'de ucuz işgücüne ihtiyaç ortaya çıktı. Türkiye, dünyanın tedarik zinciri içinde kendine bir yer tuttu ve emek yoğunluklu ucuz iş gücüne dayanan sektörlerde rekabet edip pazarda kendine bir yer bulacağını düşündü. Bunların sonucu olarak mesela Batman'dan Muş'a, Bingöl’den Bitlis'e kadar her yerde tekstil fabrikaları açılıyor. Pıtrak gibi madenler kuruluyor her yere. Niye? Çünkü orayı teşvik bölgesi haline getirdi. Kürt coğrafyasını eskiden Çin’e benzetirlerdi, ama Çin’in koşulları bizimkinden katbekat iyi olduğu için artık Bangladeş’e benzetiyorlar. Amaç ise Kürt coğrafyasını ucuz iş gücüne dayalı, işçilerin örgütsüz ve sendikasız bir şekilde en düşük hizmetlerde, kölelik koşullarında çalıştığı bir ucuz iş gücü cehennemine dönüştürmek. Kürt coğrafyasını bir köle cenneti haline getirmek istiyor. Haliyle bir süre sonra Türkiye'nin tamamında başta tekstil gibi iş kolları olmak üzere bütün iş kolları Kürtleşiyor. Yani Kürtler işçi sınıfı içinde önemli bir gücü temsil ettiğinden, işçi sınıfının önemli bir parçası olduğunu söyleyebiliriz.
Peki böyle bir toplamdan bahsederken, Türkiye’deki sendika ve sendikacılık algısı Kürtlerin kimlik mücadelesine dair bakışında neleri eksik yaptı veya ne yapmalı?
Bir kere genel anlamda Türkiye'deki sendikal hareketin, Kürt sorununa, savaşa ve Türkiye'nin demokratikleşememesi problemlerine kafa yorduğunu düşünmüyorum. Mesele sadece Kürt halkının kimlik taleplerini sahiplenmek değil, aynı zamanda Türkiye halklarını ilgilendiren bir demokrasi meselesi. Türkiye için demokrasinin en önemli koşulu Kürtlerin özgür olması. Tıpkı az önce örneğini verdiğim İngiltere işçi sınıfının durumu gibi. Tıpkı Marx’ın İngiliz işçilere “İrlanda özgür olmadan siz de özgür olamazsınız” derken kastettiği gibi. İrlanda'nın özgürlüğü için mücadele etmediği sürece İngiliz işçilerin de kendi burjuvazisinden, onun sömürüsünden ve onun ideolojik hakimiyetinden kurtulamayacağını söylüyor. Bu durum Türkiye'deki işçi sınıfı ve sendikalar için de geçerli ama ne yazık ki Türkiye sendikal hareketinde, büyük oranda resmi ideolojiye sırtını dayayan, işbirlikçi ve sarı sendikal bir anlayış hakim. Bu yüzden bırakalım Kürt sorununu, barış ve demokrasi için mücadeleyi, işçi sınıfının ekonomik talepleri için bile gerektiği gibi mücadele etmeyen bir sendikal anlayış var. Tabii bunu söylerken belirli dönemleri ayrı tutmak ve haklarını vermek lazım. Bahar Eylemleri ve Zonguldak maden işçilerinin eylemleri gibi eylemlere bakın. Devletin “terör” yaftalarına rağmen maden işçileri “Zonguldak Botan el ele” sloganları attılar. Bunun daha yakın bir örneği Tekel direnişidir. Hatırlarsanız Tekel direnişinden önce ülkede bir bayrak provokasyonu yapılıyordu. Batı illerinde sürekli Kürtlerin linç edildiği haberleri duyuyorduk. Ama Tekel direnişi sırasında Karadeniz’den gelen ve daha önce MHP’nin etkisinde olan işçiler ile Kürt işçiler birlikte türkü söyleyip halaylar çektiler. Tekel direnişinden sonraki ilk Newroz’da 50 işçiden oluşan bir heyet, direnişi temsilen Diyarbakır’a geldi. Bence bu müthiş bir kırılma.
İşçi mücadelesinin demokrasiyle ilişkisinden bahsettiniz. Bunu biraz da aktüelle harmanlarsak, şu an Türkiye’de bir süreç işliyor. Bu bağlamda demokratik bir toplum tasarlarken işçi ve emekçiyi nerede düşünmek gerekiyor?
Kürt sorunu bu ülkenin en önemli demokrasi sorunlarından biri. Bu ülkede ezelden beri bir baskı rejimi hâkim ve bu, AKP ile birlikte tek adam diktatörlüğüne döndü. Burjuva demokrasisinin amentüsü olan seçme seçilme hakkının bile artık anlamı kalmadı. Kürtler bu ülkede siyasi iradelerinin yok sayılmasına ve gasp edilmesine alışık. Bunu her dönemde yaşayıp her dönemde buna karşı mücadele verdiler. Ülkenin batısı da Kürtleri çoğunlukla “terör” ve “bölücülük”le birlikte andığı için kimse bu irade gaspını bir demokrasi sorunu olarak görmedi. Ama artık öyle olmadığını gördük ve şimdi dün Kürtlere ya da sosyalistlere, devrimcilere uygulanan şey bugün müesses nizamı temsil eden, cumhuriyetin kurucu partisi ve şu an Türkiye'nin birinci partisi konumundaki CHP gibi bir burjuva partiye bile uygulanabiliyor. Onun siyasal iradesini bile gasp eden, Cumhurbaşkanı adayını hapse atan, belediyelerine kayyumlarla çöken, yüzlerce yöneticisini tutuklayan, hatta neredeyse partiye bile kayyum atama aşamasına gelen bir durumla karşı karşıyayız. İşte tüm bunların Kürt sorunuyla önemli bir bağı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu ülkede bir baskı ve yeni bir politik saldırı gerçekleştirmek istediğinizde bunun ilk deneme ve meşrulaştırma sahası Kürtler ve Kürt coğrafyası oluyor. Kayyum ilk Kürtlere uygulandı. Siyasi temsilcilerin bu kadar kolay tutuklanması ilk Kürtler üzerinde uygulandı. Çıplak şiddet ve işkence yine öyle. Kürt sorunu bu anlamıyla pek çok meseleyi kesiyor. Bu yüzden Kürt sorununun demokratik çözümü sadece Kürtlerle dayanışma görevi değil. Kuşkusuz böyle bir görevimiz var ama bunun ötesinde, bu ülkedeki egemen sınıfın ve onun emrindeki iktidar aygıtının her milliyetten işçi ve emekçiyi bu kadar kolay sömürememesi gibi bir görevimiz de var. Herhangi bir konuda sıkıştıklarında Kürtlere savaş açıyorlar. Bölücülük, terör vb. vatan-millet propagandalarıyla memleketin asıl sorunlarını çok kolay unutturabiliyorlar. Bunun birçok örneğini yaşadık. 7 Haziran da bunun bir örneği. İktidar ilk kez yenildi ve bu yenilginin üstünü örtmek için Kürtlere savaş açtı. Diğer yandan işleyen bir barış süreci vardı. En azından silahlar susmuştu. Fiili bir barış ortamı oluşmuştu ve hatırlayın; o ortamda metal direnişi açığa çıktı, Gezi direnişi yaşandı. Yani insanlar savaş ve savaştan kaynaklı gerilimin ortadan kalktığı, ölümlerin olmadığı durumda diğer eşitsizliklere karşı mücadele kurdular. Dolayısıyla biz işçiler, bu sorunun çözümünden yana olmalıyız. Bu ülkede sendikaların, işçi sınıfının ve onun örgütlerinin Kürt sorununun demokratik çözümü için mücadele etmek gibi bir sorumluluğu var.
Sürecin en önemli muhatabı olan Sayın Öcalan, başından beri kamuoyuna yansıyan mesaj ve açıklamalarında emekçilere de önemli vurgular yapıyor. Bu sürecin işçilere somut olarak ne kazandıracağını düşünüyorsunuz?
Öncelikle gidişatla ilgili fikrimi söylemek ve oradan sorunuzun yanıtını bağlamak istiyorum.
Tabii ki, lütfen…
Bu savaşın son bulması ve ülkede kalıcı bir barışın sağlanması adına süreci önemsiyoruz. Ama iktidar tarafının samimi olmadığını ve Kürt tarafının da bunun farkında olduğunu düşünüyorum. Yani hepimiz AKP-MHP iktidarının masayı kurarkenki hesabının aslında Kürt halkının demokratik taleplerini karşılamak ya da ülkeye barış getirmek olmadığını biliyoruz. Asıl mesele, bölgedeki gelişmelerden kaynaklı iktidarın içine girdiği sıkışmışlıktır. Suriye ve Ortadoğu'daki gelişmeler, ABD-İsrail kampının bölgeye yönelik yeni hesaplarının oluşturduğu bu yeni denklemde, Türkiye de kendine bir yer tutmaya çalışıyor. Buna yönelik adımlar atarken kendisine ayak bağı olacağını düşündüğü Kürt meselesinde “çözüm” söylemine ihtiyacı var. Ama iktidarın çözümden anladığı, Kürtlerin taleplerine gerçekten bir karşılık olmak ve demokratik dönüşümü sağlamak değil. İktidarın daha önceki çözüm sürecinde de şimdi de çözüm sürecinden anladığı, Kürt siyasi hareketini çözmek. Dolayısıyla ben iktidarın hesapları bakımından çok iyimser değilim bu süreçten. Buna rağmen bu süreç, Kürt halkının demokratik mücadelesinin Türkiye'de geldiği aşamada kalıcı bir barışın sağlanması adına önemli bir olanak. Türkiye ve Ortadoğu’nun en dinamik ve en örgütlü halk hareketinden bahsediyoruz. Burada asıl önemli olan AKP-MHP iktidarını adım atmaya zorlamak. Bu ülkede barış ve demokrasi derdi olan bütün güçlerin süreçte taraf olması, Kürt halkını yalnız bırakmaması gerekiyor. Çünkü Kürt meselesinin çözümü daha önce hiç olmadığı kadar Türkiye'deki işçi sınıfı ve emek mücadelesinin de kaderine bağlanmış durumda. Diğer yandan, mevcut Anayasayı bile, şu an yürürlükte olan 12 Eylül hukukunu bile uygulamayan bir iktidarın, demokratik bir Anayasa yapıp Kürt sorununu çözeceğine, barış getireceğine inanmak zor. Ama yine de iktidarı demokrasi ve barışa zorlamak lazım. Batı tarafının, Kürtler özgür olmadan kendileri için de demokrasi ve özgürlük olamayacağını bilmesi lazım.















