ÇÖKÜŞ!

Dosya Haberleri —

  • AKP’nin de 19 yıldır uyguladığı politikaların sonucunda gelindi “çöküş” noktasına. Ancak çöküşü son aşamasına getiren en önemli etken, AKP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerinde toplumsal desteği ve tek başına iktidar olma şansını kaybetmesiyle yaratılan kaos ortamı oldu.

 

ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU

Merkez Bankası’nın kredi faiz oranlarını düşürmesi ve TL’nin hızla değer kaybetmesi -gıda başta olmak üzere- temel tüketim mallarında dışa bağımlı olan Türkiye’de enflasyonun hızla yükselmesine neden olurken büyük ölçüde ekonomiyi borçla yöneten ve dövizle taahhütler altına girmiş olan merkezi bütçe üzerindeki faiz yükünü de arttırdı. Böylece Türkiye’de yapısal hale gelen ve Covid-19 pandemisiyle daha da derinleşen yatırım-üretim-istihdam döngüsünde yaşanan kriz  (etkisini önümüzdeki günlerde çok daha fazla hissedeceğiz) sürdürülemez hale geldi. İşsizliğin, yoksulluğun yaygınlaşarak devasa bir toplumsal krize dönüşmesi, ekonomiyi gündemin başına taşırken ekonominin nasıl yönetildiği/ya da yönetilemediği meselesi de toplumun hemen her kesiminde tartışılmaya başlandı.

Milliyetçisi, muhafazakarı, solcusu, işçisi, esnafı, çiftçisi, yoksulu, zengini, Kürt’ü, Türk’üyle krizi günlük yaşamında hisseden herkes kâh yüksek kâh kısık sesle ifade etsin ya da sessiz kalarak içinden söylensin (özellikle kendisini AKP’li olarak tanımlayanlar); AKP’nin ekonomiyi iyi yönetemediği için krizin derinleştiği üzerine, büyük ölçüde uzlaşıyor. Her koşulda ama her koşulda AKP savunuculuğu yapanlar ise bunun dışında elbette.

 Ekonomi yönetilemiyor mu?

Bu konuda kestirme bir yanıt vermenin çok doğru (ya da yeterli) olmadığını düşünüyorum. Her şeyden önce 19 yıldır iktidarda olan bir partinin ekonomiyi nasıl yönettiği üzerine bir yargıda bulunmak kolay değildir. Hele de AKP’nin bir ekonomik kriz sürecini yönetmesi için -tasarlanarak- kurulmuş bir parti olduğunu düşünürsek!

Anımsanacağı gibi AKP, 2001 Şubat ayında "patlak veren” ekonomik -ve siyasi- krizin sonrasında Dünya Bankası (DB) tarafından görevlendirilen Kemal Derviş’in bir teknokrat olarak alt yapısını oluşturduğu neoliberal yapısal uyum programı (YUP)’u yaşama geçirebilecek bir siyasi irade olarak tasarlanmıştı. Parti, kuruluşunun üzerinden daha bir buçuk yıl geçmeden meclis çoğunluğunu elde ederek tek başına iktidar oldu. Cezaevinde bulunan parti lideri Erdoğan ise adalet sisteminde görülmedik bir hızla tahliye edildi, milletvekili olmasının önündeki engeller süratle kaldırıldı ve başbakan olarak AKP’nin ve ülke yönetiminin başına geçti/geçirildi.

Derinleşen kriz

Şunun altını çizelim: AKP, ekonomik krizi çözmek için değil, krizi yönetebilecek bir irade olarak siyaset sahnesine çıktı! Bu “görev”ini -yakın zamana kadar- büyük bir “başarıyla” yerine getirdi. Başarılı sayılırdı çünkü uygulamayı üstlendiği YUP’un ülkelerde yarattığı toplumsal tahribat öylesine büyüktü ki dünyada bu programı uygulayarak iki dönem bile iktidarda kalabilen siyasi oluşum son derece azdır. Böyle bakıldığında -uyguladığı bu programla dünyada örneği olmayan biçimde- 19 yıl iktidarda kalabilmiş bir partiyi ekonomiyi iyi yönetememekle itham etmeden önce yönetmeyi üstlendiği ‘ekonomi politikaları’nı sorgulamak gerekir. Bu bağlamda bugün derinleşen krize neden olan AKP’nin ekonomiyi yönetememesi kadar yönetmeye çalıştığı ekonomi politikası da sorgulanmalıdır.

Halkın koşulları

Bu arada ekonominin “iyi” ya da “kötü” olma durumu üzerine de düşünmek gerekir. Gerçekten ekonomide “iyilik” ya da “kötülük" hali nasıl belirlenir? Ölçü, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH)’nın büyüklüğü, küçüklüğü müdür ya da borsanın durumu veya devletin hesaplarındaki veriler midir ekonomide “iyilik” halini belirleyen? Yoksa halkın geçimi, çalışma ve yaşam koşullarının insani olup olmaması mıdır? 

2002'den 2015'e...

Eğer ekonomik büyüme vs. ise ekonomide “iyilik” kriterini belirleyen, “İktidarının ilk döneminde AKP (2002-2007) neoliberal YUP’nın gereklerini yerine getirerek önemli başarı elde etmiştir.” cümlesi kolayca kurulabilir. Örneğin büyüme hızı artmış, enflasyon düşmüş, yabancı sermaye girişi ve yatırımlar artmış, kamu borçları düşmüş, ihracat artışıyla birlikte cari açık azalmıştır. Küresel düzeyde yaşanan 2008 krizinde söz konusu verilerde olumsuz gelişmeler olsa da kısa sürede toparlanma sağlanmış, 2015’e kadar bu olumlu seyir devam etmiştir. 

Ekonomide “iyilik” halinden “çöküş”e!

DB, IMF, AB gibi kapitalizmin temel kurumlarının verdiği “ev ödevi”nin layıkıyla yapılmasının ekonominin “iyilik” halinde önemli rolü olmuştur. Bu bağlamda KİT’ler özelleştirilmiş, özelleştirilemeyenin kapısına kilit vurulmuş; kamu hizmetleri piyasaya açılmış; kamu arazileri satılmıştır. Emekçilerin kazanılmış haklarıyla birlikte iş güvencesi ortadan kaldırılarak çalışma rejimi esnek ve güvencesiz hale getirilmiş; sağlık ve sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmesi ve piyasaya devredilmesini sağlayan, emekliliği ancak mezarda mümkün kılan düzenlemeler yasallaşmıştır.

İşsizlik ve yoksulluk...

AKP’nin büyük bir hevesle yerine getirdiği “ev ödevi” ile amaçlanan, küresel rekabet içinde Türkiye’nin “ucuz yatırım alanı” haline getirilmesidir. İşte yukarıda sözünü ettiğimiz ekonomide “iyilik” de Türkiye’nin sermaye için “ucuz yatırım alanı" haline getirilmesiyle sağlanmıştır. Sermaye kesiminden, liberallerden büyük taktir toplayan bu icraatlar ile esnek ve güvencesizliğin hakim olduğu çalışma rejimi içinde emek sömürüsü de artmıştır. Öte yandan tarım ve hayvancılık tasfiye edilmiş, kırdan kente göç hızlanmış, gıda başta olmak üzere temel tüketim mallarında ithalata bağımlı hale gelinmiş; deresiyle, ormanıyla, deniziyle doğa talan edilmiştir. Sonuç olarak hem doğa tahribatı hem işsizlik hem de yoksullukla birlikte gelir eşitisizliği devasa boyutlara ulaşmıştır. Ancak emeğiyle, doğasıyla Türkiye’yi sermaye için “ucuz sömürü alanı” haline getirmesine karşın toplumun iktidar desteği sürmüş, üstelik 2007 seçimlerinin yanı sıra Erdoğan’ın “teğet geçti” dediği 2008 krizinin yarattığı olumsuz etkilere rağmen AKP, 2011 seçimlerini de “oyunu arttırarak” kazanmıştır.

Tarikatllar ve cemaatler!

Ülkeyi sömürü alanına dönüştürdüğü halde önemli bir toplumsal itirazla karşılaşmaması ve hatta desteklenmesinin en önemli nedenlerinden biri tüm bu politikaları tam üye olunması beklenen “AB normlarına uyum sağlamak” için yapıldığı inancıdır. Öte yandan özellikle DB’nin yoksullukla mücadele vb. programları, AKP’nin siyasal tabanının en “sadık” kesimini oluşturan güvencesizleri ve yoksulları yanına çekecek biçimde, tarikat ve cemaatler eliyle yürütülen inanç temelli yardım sistemini kurması da önemli bir etkendir. Muhalefet partilerinin AKP’ye alternatif politikalar oluştur(a)mamasının Türkiye’nin bugün içine düştüğü ekonomik ve siyasi çöküşteki önemini de gözardı etmek gerekir elbette.

2008 krizi

AKP iktidarından ekonomide “iyilik” halinin temel göstergesi kabul edilen GSYİH, 2008 krizinin etkisiyle kısa süreli düşüşün ardından 2013 yılına kadar tekrar yükseldi ve kişi başına düşen GSYİH 12 bin 500 ABD dolarını aştı. Ancak 2013 yılından sonra ekonomik büyüme azalmaya başladı ve özellikle 2015 yılından itibaren “iyilik” alameti olarak kabul edilen tüm veriler, olumsuza dönmeye başladı; 2018’den itibaren ise bu olumsuz gidişat iyice hızlandı ve bugün karşı karşıya olduğumuz “çöküş” noktasına gelindi. Bugüne geldiğimizde kişi başına düşen GSYH neredeyse 1/3 oranında azaldı ve 8 bin ABD doları seviyesine geriledi.

19 yıl ve sonrası

Türkiye ekonomisinin 2021 Kasım ayında karşı karşıya olduğu durumu bir krizden ziyade, geri dönüşü son derece güç sonuçlar doğuracağı için “çöküş” olarak nitelemek, daha yerinde olacaktır. Kapitalizmin 1970’lerden süregelen krizinin yanı sıra Covid-19, dünya ekonomisini derinden sarstı. Türkiye, bu küresel düzeydeki krizin yanı sıra -yine bu krizden çıkmayı amaçlayan- 24 Ocak 1980 kararlarıyla uygulamaya konulan, AKP’nin de 19 yıldır uyguladığı politikaların sonucunda gelindi “çöküş” noktasına. Ancak çöküşü son aşamasına getiren en önemli etken, AKP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerinde toplumsal desteği ve tek başına iktidar olma şansını kaybetmesiyle yaratılan kaos ortamı oldu.

Çöküşün çaresi otokrasi mi demokrasi mi?

Bu sorunun yanıtı için çöküşe neden olan koşulları biraz açmak gerekir: Çözüm sürecinin sona erdirilerek Suruç, Ankara ve daha birçok yerde gerçekleştirilen katliamlarla yaratılan kaos ortamında gidilen 1 Kasım seçimleriyle iktidarın elde edilmesinin sonrasında da süren çatışma ortamında, devletin baskı aygıtları sınırsızca kullanıldı. 15 Temmuz darbe girişimi fırsat bilinerek ilan edilen OHAL’le birlikte yasama-yürütme-yargı erki KHK’larla tamamen ortadan kaldırıldı. Basının, üniversitelerin sesi kesildi; HDP’li belediyelere kayyumlar atandı, parti eş başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları tutuklandı. Türkiye hızla otokratik bir rejimle yönetilir hale geldi.

Savaş politikaları, silah sanayine yapılan harcamaları arttırdı. Bu arada hakkını arayan emekçiler, köylüler, kadınlar, öğrenciler, kültürel ve siyasal haklarını savunanlar, barışı dillendirenler üzerinde şiddet uygulanarak baskı kuruldu.

 

84 milyon kişi tek adamla yönetildi

Nisan 2017’de yapılan referandumla gerçekleşen anayasa değişikliği ve Haziran 2018’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte otokratik rejim ‘kalıcı’ hale getirildi. Artık hukukun, demokratik kazanımların bir hükmü kalmadı her konuda tek söz sahibi ‘saray’ oldu; 84 milyon Türkiye yurttaşı saraydaki bir tek adamın ağzından çıkan sözle yönetilir hale geldi.

Topluma baskı kuruldu

Sermaye kesimi ve kapitalizmin yönlendirici kurumları -ekonominin içinde bulunduğu krizin ancak otoriter bir rejimle yönetilebileceğini düşündüğünden olsa gerek- otokrasinin kurumsallaşmasına itiraz etmediği gibi bu durumu destekledi. Zira saray aldığı kararlarla toplumun ödediği vergilerle, satılan kamu malları ve arazileriyle, verilen imtiyazlarla elde edilen kaynağı; vergi afları, istisnalar, teşvikler, teminatlar vs aracılığıyla sermayeye aktardı. Savaş politikaları, silah sanayine yapılan harcamaları arttırdı ve silah üretimi teşvik edilerek yerli sermaye için de kârlı bir yatırım alanı haline geldi. Bu arada hakkını arayan emekçiler, köylüler, kadınlar, öğrenciler, kültürel ve siyasal haklarını savunanlar, barışı dillendirenler üzerinde şiddet uygulanarak baskı kuruldu.   

Küresel ekonomiden kopuş

AKP’nin 2015 sonrasında otoriter bir anlayışla toplumu sindirerek uyguladığı yönetim anlayışında yüzde 20’leri aşan işsizlik, yüzde 50’leri bulan enflasyonun yarattığı toplumsal sorunlar devasa boyutlara ulaşırken yolsuzluklar, usulsüzlükler üzeri örtülemez hale geldi. Böylece AKP ve Cumhur İttifakı’ndaki ortağı MHP’nin toplumsal desteği öylesine düştü ki -daha öncekiler gibi şaibeli bir seçimde dahi- iktidar olma olasılığı kalmadı. Bu koşullarda AKP, kendisini iktidara getiren ve iktidarını bugüne kadar sürdürmesini sağlayan, kurallarını kapitalizmin uluslararası kurumlarının belirlediği “ekonomi oyununu” oynamaktan caydı. Küresel ekonomiden kopuş anlamı taşıyan ve ekonomiyi altüst edeceği, büyük bir çöküşe neden olacağı bilinerek faiz indirimine gidilmesi bunun en açık göstergesidir.

Daha büyük felaketler olası

Türkiye’nin küresel ekonomiden kopması ve sermayenin çıkarlarını kollayan oyundan çekilmesine hiçbir itirazım olmayacağı gibi kapitalizmin tahribatına bir son vermek için bunun gerekli olduğunu da düşünenlerdenim. Ancak bunu varlığını küresel sermayeye borçlu olan ve 19 yıldır topluma ve doğaya geri dönüşü on yıllar alacak ölçüde zarar veren politikaları emir telakki ederek uygulamış, “çöküşün mimarı” olan bir partinin bu manevrasının inandırıcılığı yoktur. Aksine tüm devlet olanaklarını elinde bulunduran otokratik bir iktidarın bekasını sürdürmek için ülkeyi çok daha büyük felaketlere sürükleme olasılığı son derece yüksektir.

Mücadeleyi ortaklaştırmak gerekli

Sözün özü: Türkiye’de sadece ekonomi değil, tüm kurumlarıyla birlikte devlet mekanizması çökmüştür. Bu çöküş, uluslarası kurumların iflas etmiş politikalarını uygulatmak için atadığı teknokratlarla yani yeni Turgut Özallar, Tansu Çillerler, Kemal Dervişlerle durdurulamaz. Türkiye ekonomisinin istikrara kavuşması siyaset kurumunun; hukukun, demokrasinin, insan haklarının esas alındığı bir çerçevede yeniden yapılanmasıyla olabilir. Bunun için de mevcut siyasi ve iktisadi egemenler dışında toplumun tüm kesimlerinin (emekçilerin, kadınların, gençlerin, ekoloji için, siyasal ve kültürel hakları için, inançları için mücadele edenlerin); dünün, bugünün muhasebesini doğru yaparak geleceği gören bir bakışla “hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hakları temelinde” sınıfsal bir perspektifle mücadelesini yükseltmesi ve bu mücadeleyi ortaklaştırması gerekmektedir!   

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.