Çöplük toplumu ve tanınma krizi

Sinan CUDİ yazdı —

  • “Çöplük” kavramı yalnızca aşağılama içeren bir metafor değil, bir teşhis aracıdır. Ezilenlerin tarihsel yıkımını, sadece dışsal şiddetle değil, içsel çözülmeyle birlikte düşünmeye zorlar bizi.

Bazı halkların tarihi, mağaralara gizlenmiş kemiklerin sessizliğinde yankılanır. Vadilerde çürüyen ezgiler, adını hatırlamayan mezarlar, unutulmuş dillerin nemli toprağa karışmış yankıları vardır. Bu unutuluş, yalnızca bir fiziksel yokluk değil, bir düşünsel dağılmadır.

Ezilenlerin belleği bazen bizzat kendisi bir yıkım alanına dönüşür. Önder Apo’nun “çöplük toplumu” tanımlaması, bu yıkımın toplumsal ve zihinsel enkazına yönelik bir çözümleme çabasıdır.

Önder Abdullah Öcalan’a göre Kürt toplumu yalnızca bastırılmış değil, bastırıldığı ölçüde çözülmüş ve dağılmıştır. “Dersim’deki, Bingöl’deki, Zagros’taki bir kültür kalıntısıdır Kürtler,” derken aslında geçmişle yaşayan bir toplumdan değil, geçmişin mezar taşlarını taşıyan bir hayaletten söz eder. Çözülmüş toplumsal yapı, tarikat kırıntıları, işlevsizleşmiş bir dil, iç içe geçmiş aşiret ve aile kavgaları... Tüm bu parçalanmışlık halleri Önderliğe göre artık sömürge ötesi bir duruma tekabül eder. “Bir tür çöplük. Çöplük toplumu, bir mezarlık,” diye devam eder; çünkü tarihsel süreklilik ve siyasal irade kırılmış, halk kendi kendisinin anlam haritasını kaybetmiştir.

Bu noktada, “çöplük” kavramı yalnızca aşağılama içeren bir metafor değil, bir teşhis aracıdır. Ezilenlerin tarihsel yıkımını, sadece dışsal şiddetle değil, içsel çözülmeyle birlikte düşünmeye zorlar bizi. Bu tanım, Marksist sömürge çözümlemelerinin ötesine geçerek, kimliğin sadece bastırılmadığını, aynı zamanda içsel olarak parçalandığını da anlatır. Ve belki daha da önemlisi: Bu parçalanmanın halen ve büyük oranda devam ettiğini belirtir.

Burada Wendy Brown ile Önder Abdullah Öcalan arasında belirli bir geçişkenlik oluşur. Her ikisi de kimliğin “devlete göre şekillenmesi”nin, özgürleşmenin değil, daha incelikli bir tutsaklığın alanı olduğunu vurgular. Kürt hareketinin bazı evrelerinde devlete yönelik tanınma ve meşruiyet taleplerinin belirli bir sınıra kadar faydalı olduğu doğruysa da, Önder Apo bu taleplerin nihai amaç haline gelmesini, devlete göre düşünmenin ve özne olamamanın tezahürü olarak eleştirir.

Nitekim, günümüz Kürt siyasetinde de bu tanınma eksenli siyaset tarzı halen çok belirgindir. Bunu aşmak için özneleşme ve özgürleşmenin araçlarını daha somut düşünmek gerekiyor. Bunları Önder Apo belli bazı başlıklar altında toplamıştır;

İdeolojik berraklık: Ezilenin kendi kavram dünyasını oluşturması, kendi sorunlarını kendi diliyle tartışabilmesi.

Ahlaki-politik irade: Devlete karşı değil, toplumun içinde ve toplumla birlikte bir yönetim modeli yaratma iradesi.

Kolektif hafıza: Mağaralarda kemikleri unutulanların mirasını anlama ve sahiplenme çabası.

Kadın özgürlükçü perspektif: En derin kırılmanın yaşandığı yerde, en yaratıcı özneleşme imkanını güçlendirmek.

Örgütlü yaşam: Kimliğin, kültürün ve politikanın gündelik yaşamla iç içe geçtiği somut yapılar kurmak.

Bu özneleşme ve özgürleşme çabası çöplük bir toplumu, yeni bir filizlenmenin toprağı haline getirebilir. Çünkü yokluk, bir yeniden varoluş çağrısıdır. Ancak bu çağrı, tanınmakla değil, kendini tanımakla; onay almakla değil, kendini var etmekle mümkün olur.

Gelelim bunun siyasetteki yansımasına;

Unutmayalım ki sömürgecilik çağından günümüze dek, ezilenlerin siyasal mücadelelerinin büyük bölümü bir talepler siyaseti biçiminde şekillendi. Bu taleplerin merkezinde ise çoğu zaman bir "tanınma arzusu" yer aldı. Ancak tanınmak, özgürleşmek değildir. Hatta çoğu zaman tanınma uğruna verilen mücadele, özgürlüğün önünü tıkayan bir bağımlılık ilişkisini doğurur.

Tanınma siyaseti mevcut modernitenin ürünüdür. Devlet, kimin tanınacağına karar veren, kimin haklara sahip olacağını belirleyen merkez haline gelmiştir. 19. yüzyıl boyunca ezilen halklar, kadınlar, işçi sınıfı ve sömürgeleştirilmiş toplumlar bu haklara dahil edilme mücadelesi yürüttü. 20. yüzyılda kimlik siyasetlerinin yükselişiyle birlikte, tanınma siyaseti, özellikle azınlık grupların ve ezilen halkların başlıca stratejisine dönüştü. Ancak tanınma, devletin çizdiği sınırlar içinde gerçekleştiğinden kimlikler bu sınırlar dahilinde ehlileştirilip sistemle uyumlu hale getirildi.

Önder Apo, ezilenlerin psikolojisinde devletin adeta tanrısal bir figür haline geldiğini savunur. Bu, yalnızca korkuyla ilgili değildir; aynı zamanda bir özdeşleşme ve teslimiyet meselesidir. Ezilen, çoğu zaman kendi özneleşmesini değil, efendinin nezdinde meşruiyet kazanmayı arzular. Bu, psikolojik bir çöküş biçimidir. Devlete göre kurgulanan yaşam, sadece kurumsal değil, duygusal ve zihinsel bir esarettir.

Sömürgeleştirilmiş birey, kendi tarihini, dilini, ahlakını ve toplumsallığını değersizleştirir; devletin sunduğu normları içselleştirerek kendi kimliğini orada aramaya başlar. Bu, Fanon’un da altını çizdiği gibi, sömürgeci efendiyi taklit etme sürecidir. Kürt toplumunda bu süreç, hem kültürel hem de siyasal düzeyde ağır travmalara yol açmıştır.

Bu anlamıyla Önderliğin “çöplük” ifadesi, bu içsel çöküşe dair bir teşhistir: halk, kendi varlık nedenini unutmuş, birçok farklı ve birbirine zıt siyasal çizginin çöplüğü haline gelmiştir. Kimi zaman sağcı, kimi zaman liberal, kimi zaman İslamcı, kimi zaman solcu biçimlere girerek özünü yitirmiştir. Bu, hem ideolojik dağınıklık hem de kolektif kimlik kaybı demektir.

Buradan çıkış, tanınma değil, özneleşme ile mümkündür. Bu bağlamda özgürlük, bir statü değil, bir eylemlilik halidir.

Tanınmak isteyen özne, kendini başkasının aynasında kurar. Özgürleşmek isteyen özne ise kendi aynasını yaratır. Kürt halkının mücadelesi, tanınma siyasetinin dar sınırlarını çoktan aşmıştır ama halen kendi tarihini yazan, kendi yaşamını kuran bir kolektif eyleme dönüşememiştir. Önderliğin “ahlaki-politik toplum” anlayışı bu anlamıyla yalnızca bir ütopya değil, tanınma siyasetine karşı bir devrimci etik çağrıdır.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.