Doğa ile dost bir yeniden doğuşa
Sinan CUDİ yazdı —
- Neolitik değerler, bugün halen birçok yerli toplulukta canlıdır. Bu değerlerin taşıyıcıları olan halklar, gelecekteki demokratik, ekolojik ve eşitlikçi toplum düşünüşleri için en güçlü ilham kaynaklarıdır.
İnsanlık tarihine dair yapılan bütünsel yaklaşımlar, toplumsal yapıların birbirinden farklı coğrafyalarda benzer biçimlerde geliştiğini ortaya koyar. Tarihsel sosyoloji ve antropolojik kuramlar, toplulukların doğa ile ilişkilenme biçimlerinden üretim tarzlarına, toplumsal cinsiyet rollerinden karar alma süreçlerine kadar temel örgütlenme ilkelerinde ortak eğilimler gösterdiğini ileri sürer.
Emile Durkheim’ın “mekanik dayanışma” kavramı, Marshall Sahlins’in “ilkel bolluk toplumu” fikri ve Claude Levi-Strauss’un yapısal antropolojisi ve Önder Abdullah Öcalan’ın “demokratik komünal toplum” teorisi, ilkel ya da geleneksel olarak adlandırılan toplumların sanıldığı gibi gelişmemiş değil, kendi iç tutarlılığına ve işleyiş bütünlüğüne sahip sistemler olduğunu vurgular. Bu teorik çerçeve, günümüzde varlıklarını sürdüren birçok yerli/otantik halkın tarihsel-toplumsal sürekliliğini anlamak için güçlü bir temel sunar.
Bu tarihsel süreklilik, özellikle Neolitik devrimle başlayan yerleşik yaşam biçimlerinin, doğrudan demokrasi, topluluk temelli örgütlenme, kadın merkezli yaşam ve doğa ile karşılıklı uyum gibi unsurlarla şekillendiği toplumlarda daha net gözlemlenir.
Mezopotamya’dan Hindistan alt kıtasına, And Dağları’ndan Okyanusya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada bu türden yaşam örneklerine rastlamak mümkündür. Kürtler ve Adivasiler, Aymara, San, Maori, Aborijin ve diğer birçok yerli halk bu tarihsel damarların hem taşıyıcısı hem de günümüzdeki temsilcileri olarak öne çıkarken benzer bir zihinsel ve örgütsel yapının izlerini taşır.
Kürt halkı, özellikle Mezopotamya’nın verimli yaylalarında Neolitik devrimin asli öznesi olarak ortaya çıkmış; kadınların üretim ve toplumsal yaşamda belirleyici rol oynadığı, karar alma süreçlerinin kolektif mekanizmalarla yürütüldüğü bir yaşam biçimi geliştirmiştir. Abdullah Öcalan’ın “Demokratik Uygarlık Manifestosu” adlı beş ciltlik çalışması, bu tarihsel süreci günümüz siyasal krizlerine yanıt veren alternatif bir toplumsal modelle ilişkilendirerek yeniden yorumlar. Kürt Özgürlük Hareketi bu bağlamda sadece bir etnik özgürlük talebi değil, aynı zamanda merkeziyetçi-devletçi uygarlık biçimlerine karşı alternatif bir sistem arayışıdır. Kadın özgürlüğü, ekolojik uyum ve doğrudan demokrasi, bu modelin omurgasını oluşturur.
Benzer biçimde, Hindistan’ın Adivasi halkları da binlerce yıldır orman ekosistemlerine dayalı topluluk yapıları içinde yaşamaktadır. Doğaya kutsallık atfeden inanç sistemleri, kadınların toplumsal alandaki güçlü temsiliyeti ve karar süreçlerinde doğrudan katılım sağlayan Gram Sabha gibi kurumlar, Adivasilerin bugüne kadar taşımayı başardığı direngen özelliklerdir. Modern Hindistan devleti tarafından uygulanan madencilik projeleri, orman yasaları ve zorunlu göç politikaları, Adivasilerin yaşam alanlarını tehdit etse de yerel halk kendi örgütsel mirasını savunmakta ısrar etmektedir. Direniş, sadece toprak savunusuyla sınırlı kalmayıp, kültürel kimlik, dil, kolektif hafıza ve siyasal özerklik ekseninde de sürmektedir.
And Dağları’nda yaşayan Aymara ve Quechua halkları, “Vivir Bien” (İyi Yaşamak) felsefesiyle doğa ile uyumlu bir yaşam modelini günümüzde de sürdürüyor. Topluluk temelli tarım pratikleri, kolektif mülkiyet, kadının üretim ve kültürel alandaki yeri, bu yaşam modelini yalnızca bir nostalji değil, aynı zamanda çağdaş dünyaya bir alternatif olarak öne çıkarıyor. Aymaralar ve Quechualar, küresel neoliberal projelere karşı ekolojik ve kültürel direnişi iç içe geçmiş biçimde sürdürüyor.
Afrika’nın en eski topluluklarından biri olan San halkı ise avcı-toplayıcı yaşam biçimini sürdürmeye devam ediyor. Modern devletler tarafından marjinalleştirilmelerine rağmen, kolektif karar alma, eşitlikçi iş bölümü ve ritüel yaşam gibi unsurlar bu toplumda halen korunmaktadır. San halkı, kültürel haklarını uluslararası düzeyde tanıtmak ve yaşatmak için eğitim ve kültür programları üzerinden mücadelesini sürdürmektedir.
Okyanusya’da Maori ve Aborijin halkları, kolonyal geçmişin yıkıcı etkilerine rağmen, öz yönetim, dil ve kültürel kimlik mücadelesi yürütüyor. Yeni Zelanda’daki Waitangi Antlaşması gibi belgelerle hak talebinde bulunan Maoriler, dil canlandırma projeleri, eğitim reformları ve kültürel kurumlar üzerinden mücadeleyi sürdürürken; Avustralya Aborijinleri toprak iadesi, siyasal temsiliyet ve sağlık-eğitim alanlarında eşitlik mücadelesi yürütmektedir.
Bu farklı halkların günümüzde verdikleri mücadelelerin ortak paydası, devletçi modernitenin tahribatlarına karşı tarihsel olarak taşıdıkları doğrudan demokrasi, kadın özgürlüğü, ekolojik denge ve topluluk temelli yaşam gibi ortak toplumsal ilkeleri bugüne uyarlayarak bir alternatif inşa etmeleridir. Söz konusu direniş, yalnızca yerel bir kültürel koruma çabası değil aynı zamanda kapitalist uygarlığın neden olduğu krizlere karşı sistemsel bir yanıt potansiyeli taşır.
Sonuç olarak, Kürtler, Adivasiler ve diğer yerli halkların tarihsel süreklilik içinde taşıdıkları toplumsal örgütlenme biçimleri, modern çağın krizleri dışında kalmayı başarmış, sürdürülebilir ve çoğulcu bir yaşam modelinin taşıyıcıları olarak değerlendirilmelidir. Neolitik değerler, bugün halen birçok yerli toplulukta canlıdır. Bu değerlerin taşıyıcıları olan halklar, gelecekteki demokratik, ekolojik ve eşitlikçi toplum düşünüşleri için en güçlü ilham kaynaklarıdır. Onların mücadelesi geçmişe özenme veya tutuculuk değil, gelecek için yeni bir yol açmaktır.