Sosyalizmde paradigma sorunu ve solun krizi

Sinan CUDİ yazdı —

  • Bugün artık birçok sol çevre, iktidarı ele geçirmenin ötesinde bir toplumsal dönüşüm perspektifi geliştiremediği için, halkların taleplerine yanıt veremez hale gelmiştir.

SİNAN CUDİ

PKK’nin 12. Kongresi ardından sol cenah bir başka öfkeli. Kürdistan Özgürlük Hareketini “devrimciliği terk etmekle” suçlayanı da “tasfiyeci” ilan edeni de gördük. Kişi ve grupların kendi düşünce sistemlerine uygun değerlendirme hakları var tabii ki. Fakat 52 yıllık mücadelenin yaratımlarını hiçe sayan yaklaşımları kelimenin tam anlamıyla şaşkınlıkla izliyorum. Yıllardır klasik sosyalizm ve sol örgütlerin yaşadıkları eksiklikleri zaten tartışıyoruz. Bu son değerlendirmeler ışığında bunlara bir kez daha eğilmek, solun yaşadığı krizi tanımlamak için faydalı olabilir.

21. yüzyılda solun, yalnızca iktidar karşısındaki konumunu değil, aynı zamanda kendi tarihsel stratejilerini de sorgulamak gerektiği çok açık. Devletin ele geçirilmesi fikrine dayanan klasik sosyalist anlayış, giderek daha fazla çıkmazla karşı karşıya kalıyor. Otoriterleşen halkçı iktidarlar, bürokratikleşen devrimler ve kitlesel öz yönetim taleplerinin bastırılması, bu anlayışın krizini derinleştiriyor.

Solun içinde bulunduğu bu kriz, yalnızca taktiksel değil; stratejik, hatta paradigmatiktir. Bugün artık birçok sol çevre, iktidarı ele geçirmenin ötesinde bir toplumsal dönüşüm perspektifi geliştiremediği için, halkların taleplerine yanıt veremez hale gelmiştir.

Bu kriz, birkaç boyutta kendini gösteriyor.

İlki, solun devlete dair düşünsel tutumunun hâlâ iktidar merkezli oluşudur. Devrim, çoğu zaman iktidarın el değiştirmesi olarak düşünülürken, toplumun dokusunun dönüşümü arka plana atılmıştır.

İkincisi, halk sınıflarının özneleşmesini sağlayacak araçlar yerine, merkeziyetçi partiler ve bürokratik örgütlenmeler tercih edilmiştir. Bu tercihler, zamanla halkla sol arasında bir mesafe doğurmuştur.

Üçüncüsü ise, kimlikler, kültürler, cinsiyet ve yerel özgünlükler gibi çoğulu içeren dinamikler, solun tekçi ilerlemeci anlayışı içinde yeterince yer bulamamıştır. Bu da özellikle etnik, kültürel ve toplumsal cinsiyet temelli hareketlerle solun bağını zayıflatmıştır.

Bu noktada Önder Apo’nun geliştirdiği Demokratik Modernite yaklaşımı aslında sosyalist düşünceye de yeni bir yol haritası sunuyor.

Bu yaklaşım; devleti, toplumun dışında bir aygıt olarak değil, onun içsel çelişkilerinin yoğunlaştığı bir alan olarak tanımlar. Yani devleti sadece bir baskı aygıtı olarak kurgulanan bir üst yapı kurumu olarak değil, toplumun kültürel, cinsiyetçi, sınıfsal ve ideolojik mirasının somutlaştığı bir yapı olarak okur. Bu düşünce, devleti dönüştürmenin yolunun toplumun kendisini dönüştürmekten geçtiği fikrine dayanır. Kadın özgürlüğü, etnik eşitlik, kültürel çoğulluk gibi meselelerde başarısız olan toplumların kurduğu devletlerin, bu yapısal eşitsizlikleri yeniden ve yeniden üretmesi kaçınılmazdır.

Bu perspektif, Demokratik Modernite anlayışının temelini oluşturur. Önder Apo’nun ulus devlet karşısında konumlandırdığı demokratik konfederalizm ile toplumu kendi kendini yöneten komünal yapılara dönüştürmeyi ve devleti merkezsizleştiren bir modeli önerir. Bu, klasik anlamda "devleti yıkmak" değil, onun yerine geçecek alternatif yaşam alanları inşa etmek anlamına gelir.

Dolayısıyla mesele yalnızca devlete karşı olmak ya da onu ele geçirmek değil; toplumsal dokuyu yeniden inşa edecek bir örgütlenme ve yaşam biçimi yaratmaktır.

Unutmayalım ki tarihsel olarak sosyalizm, kapitalizme karşı bir toplumsal adalet vaadi olarak yükseldi. Ancak bu vaadin pratiğe dönüşmesinde sıklıkla devletin merkezîleştirici, denetleyici ve homojenleştirici yapısı tercih edildi. Sovyetler Birliği ve Çin ve benzeri örneklerde görüldüğü gibi, sosyalist projeler sıklıkla bir "devletin sosyalistleşmesi" değil, "sosyalizmin devletleşmesi" ile sonuçlandı. Bu noktada gözden kaçırılan en temel unsur, toplumun çok katmanlı yapısı ve devrimci dönüşümün yalnızca siyasal iktidarın el değiştirmesiyle sağlanamayacağı gerçeğidir.

Toplumun tarihsel, kültürel ve etnik farklılıklarını gözetmeyen bir devlet modeli, ne kadar sosyalist olursa olsun, otoriterleşmeye açık hale gelir.

Demokratik Modernite, ulus devlet, kapitalizm ve endüstriyalizm üçlü sacayağına dayalı olarak gelişen klasik modernitenin karşısına; halkların kendi kendini yönettiği, toplumsal ekonomiyi esas alan ve ekolojik dengeyi önceleyen bir model koyuyor. Bu, yalnızca yeni bir sistem önerisi değil, aynı zamanda düşünme biçiminin kendisinde köklü bir değişim anlamına gelir.

Devleti merkez değil, çevre olarak tanımlar. İktidarı ele geçirme yerine, iktidarı yerinden etme stratejisi önerir. Örgütlenmeyi parti-disiplin merkezli değil, meclis, komün ve konsey temelli düşünür. Kadın özgürlüğünü tali bir sorun olarak değil, toplumsal özgürlüğün çekirdeği olarak görür.

Bu yönüyle Demokratik Modernite, sosyalizmin toplumu anlamak ve dönüştürmekte yeterince derinleşemediği alanlara doğrudan temas eder.

Sosyalizmin devlete bakışı, onun ne ölçüde özgürleştirici olabileceğinin belirleyicilerinden biridir. Devleti aşamayan bir sosyalizm, toplumun gerçek dönüşümünü sağlayamaz.

Demokratik Modernite ise, devleti eleştirmekle yetinmeyip, onun dışında yeni bir toplum ve siyaset inşa etmeyi öneren radikal bir yol sunar. Bu yaklaşım, yalnızca yeni bir politika önerisi değil, yeni bir yaşam biçimi, yeni bir toplumsallık ve yeni bir özgürlük felsefesidir.

Bu nedenle bir “program” değil, bir “paradigma”dır. Ve belki de 21. yüzyıl, sosyalizmin bu paradigma değişikliğini başarıp başaramayacağıyla şekillenecek.

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.