Şam görüşmesi ne anlama geliyor?
Sinan CUDİ yazdı —
- Şam’da gerçekleşen görüşme basit bir diplomatik gelişme değil, tarihsel bir eşikte duran halkların, geç kalmış bir uzlaşı ihtimaline yeniden dokunma girişimidir.
Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni temsil eden heyetin Şam’da HTŞ öncülüğündeki yeni yönetimle yaptığı temas, Ortadoğu’nun çözülemeyen çelişkilerine dair yeni bir pencere aralıyor.
8 Aralık'ta Esad rejiminin devrilmesinin ardından başlayan bu süreç, Suriye'nin siyasal mimarisini kuracak bir geçişin ipuçlarını da beraberinde getirdi. QSD ile HTŞ arasında Mart ayında imzalanan mutabakatın takibine dair bu son görüşme, bir geçici teknik temas olmaktan çok öte, bir tanıma jesti, bir meşruiyet paylaşımı olarak okunmalı.
Bölgedeki tüm halkların güvenlik, temsil ve yönetişim ihtiyaçlarına cevap üretebilecek yegane yapılardan biri olan Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin bu görüşmede resmi bir taraf olması, onu ulusal düzeyde çözüm ortağı olarak tanıma eğiliminin işaretidir. Başta TC olmak üzere, bağlı kesim ve güçlerin Özerk Yönetimi bir muhatap olarak kabul etmeme siyasetinde de bir kırılma değilse de bir esneme anlamına geliyor. Belki de statükoyu koruma üzerine inşa edilen inkar siyaseti açısından ciddi bir gedik açıyor.
Bu, özellikle son on yıl boyunca rejim güçlerinden cihatçı koalisyonlara, bölgesel aktörlerden uluslararası diplomasiye kadar birçok merkezde sürdürülen “yok sayma” ve “izole etme” stratejisinin artık işlemediğinin kabulüdür. Statükoyu koruma üzerine inşa edilen inkar siyaseti açısından bu görüşme, zemininde yeni bir siyasal denge taşıyan bir yeniliği de temsil ediyor.
Görüşmenin içeriği, bu yeniliğin ne kadar yapısal olduğunu da ortaya koyuyor. Konuşulan başlıklar, salt çatışmasızlık ya da idari eşgüdüm meseleleri değil; doğrudan doğruya halkların gündelik yaşamına dokunan, onları siyasal olarak görünür ve aktif kılacak yapıların tartışmasıdır. Eğitim sisteminin entegrasyonu, sınav merkezlerinin işleyişi, göçmenlerin dönüşünü kolaylaştıracak mekanizmalar ve özellikle Şêxmeqsûd ile Eşrefiyê gibi sembolik öneme sahip mahallelerin geleceği gibi başlıklar bize, masadaki müzakerenin yalnızca bir siyasi taslak değil, halkların gündelik yaşamını yeniden kuracak bir modelin ilk hamleleri olduğunu gösteriyor.
Artık mesele sadece kimin yöneteceği değil, nasıl bir yaşamın kurulacağıdır. Bu da Özerk Yönetim’in yalnızca bir askeri güç ya da yerel idare değil, siyasal bir alternatif, toplumsal bir model olduğunu bir kez daha teyit ediyor.
Çünkü bu topraklarda gerçek siyaset artık yalnızca güç paylaşımı değildir; elektrik şebekesinin yeniden inşası, sağlık ocaklarının açılması, çocukların anadilinde eğitim alabilmesi, mahallenin güvenliğinin sağlanmasıdır. Gündelik olanla siyasal olanın kesişiminde yaşanan bu yeniden kuruluş anı belki de Ortadoğu’nun yıllardır kayıp olan anahtarıdır. Özerk Yönetim’in halkçı, çoğulcu ve yerel öz yönetime dayalı modeli tam da bu ihtiyaca denk düşüyor. Kapsayıcı yapısı sayesinde, sadece Kürtleri değil, Arapları, Süryanileri, Türkmenleri de içine alarak, devletçi çözümlerin dışında başka bir alternatifin mümkün olduğunu kanıtlıyor.
Ne var ki bu modelin en temel sorunu, halen tanınmamış olmasıdır. Suriye rejimi bu yapıyı uzun yıllar boyunca marjinalleştirmeye çalıştı. Türkiye ise onu düşmanlaştırarak etkisiz kılmayı hedefledi. Ancak her iki strateji de bugün çözülmenin eşiğinde.
Suriye içindeki yeni güç dengeleri Özerk Yönetim’i tanımadan adım atılamayacağını göstermeye başlarken, Türkiye cephesi de bu inatçı inkar politikasının sahada ve diplomasi masasında hiçbir kazanım sağlamadığını fark etmek zorunda kalıyor. Ankara'nın, 10 Mart’ta QSD ile yapılan anlaşmayı doğrudan tanımasa da dolaylı yollardan olumladığı ve Şam’daki görüşmelerde devre dışı kalmadığı artık bir sır değil. Bu da bize, Türkiye’nin önünde radikal bir dış politika değişikliği zorunluluğunun belirdiğini söylüyor.
Türkiye’nin Suriye politikasındaki bu kırılma, yalnızca dış ilişkilerle sınırlı bir revizyon değil aynı zamanda kendi içindeki Kürt meselesiyle yüzleşmek zorunda olan bir rejimin, bölgesel gerçeklikle uzlaşmasının da zeminidir. Özerk Yönetim modeline karşı sürdürülen her inkâr, yalnızca Kürtlere değil, halkların birlikte yaşama iradesine yönelen bir saldırıdır. Ve her saldırı, yeni bir çatışmayı, yeni bir göç dalgasını, yeni bir bölgesel kriz ihtimalini doğuruyor.
İşte bu nedenle, Şam’da gerçekleşen görüşme basit bir diplomatik gelişme değil, tarihsel bir eşikte duran halkların, geç kalmış bir uzlaşı ihtimaline yeniden dokunma girişimidir. Eğer bu temas bir ilke, bir yol haritası ve bir irade üretmeye devam ederse, Ortadoğu’nun uzun kriz gecesi sabaha yaklaşmış olabilir. Ama eğer bu tanıma süreci, yeniden eski korkulara ve iktidar hırslarına kurban edilirse, Suriye’nin de Türkiye’nin de önünde başka büyük yıkımlar birikecektir.
Barış, sadece silahların susmasıyla değil halkların kendini görmesiyle, birbirini kabul etmesiyle mümkündür. Ve belki de bu kez, tarihi hep yıkanların değil, kuranların ellerine bırakmak gerekir.