Dilbirîn’in hikayesi
Dosya Haberleri —

DAİŞ'in Şengal saldırısı
- "Benim adım Dilbirîn. Ben doğarken bana başka bir isim, ferman yaşarken de başka bir isim takıldı. Adımı seçmedim ama bu kez ben seçmek istiyorum, onun için bana Dilbirîn demeni istiyorum. Yaşadıklarım benim yaşamımı olduğu gibi adımı da değiştirdi."
- DAİŞ’liler beni hamile bırakma yarışına girmişlerdi. Bir kadına yapılacak en iğrenç, en faşist yaklaşımdı. Bu vahşet İslamiyet adına yapılıyordu. Her biri de işkencelerle bana tecavüz ediyorlardı. O günleri unutamıyorum. Bazen kafayı yiyeceğimi düşünüyorum.
- Binlerce Êzîdî kadını neden bunları yaşadı? Soruyorum herkese neden? Kim bunun sorumlusu? Başımı her yastığa koyduğumda bana yapılanların acısıyla kıvranarak yatıyorum, kalkıyorum. Kendimi bu dünyadan silinmiş gibi hissediyorum.
ROJBİN DENİZ
Yollar insanın başından geçen hayat hikayeleri gibidir. Gittiğimiz yolun anlamını hissettiğimiz, yaşadığımız kadar o yola yoldaş, yolcu oluyoruz. Önüne dizilen yolları izlerken, onları adımlarken bir yolculuktan fazlasını yaşarsın. Gittiğin yolun kıvrımları, kuytulukları, arkaya saklanmış mesafeleri koynunda hikayeler saklar. O hikayelere değerek yürürsün o yolları. Şengal’de dağlar, taşlar, ağaçlar, sular ve bilcümle canlılar, tarihin saklı hafızası gibidir. Bir dokunsan, dile dökülür, sana acıları, sevinçleri, yaşanmışlıkları ve bağrına sinenleri anlatır. Yollar da öyledir. Şengal’de hayata akmak tam da yolculuklara yüklenen anlamın toplamını hissettiriyor. Her adımın seni bir hikayeye, Ezdalığın anlamına, derin, gizemle dolu yaşam felsefesine ve seni ölümleri, zulmü yaşamış bu toprağın canlı tanıklığına götürüyor. Şengal’in her karış toprağında, seni zamanın yolculuğuna götüren onlarca katliam, ferman hikayesiyle karşılaşıyorsun. Karşıma çıkan her hikayede bir kez daha bu toprakların yıkımını ve direnişinde saklı sırlarla karşı karşıya geliyorum. Kadınlar bu toplumun sır küpleri olarak yaşarlar ve yaşatırlar. Bu toprakların mayasında demini tutmuş her bir kadının hikayesi dinlenilmeyi ve anlamına ulaşılmayı bekliyor. Bu hikayelerden bir tanesi de Dilbirîn’in hikayesi. Şimdi Dilbirîn’in hikayesine kulak veriyoruz...
'Ben Dilbirîn 17 yaşındaydım'
“Benim adım Dilbirîn. Ben doğarken bana başka bir isim, ferman yaşarken de başka bir isim takıldı. Adımı seçmedim ama bu kez ben seçmek istiyorum, onun için bana Dilbirîn demeni istiyorum. Yaşadıklarım benim yaşamımı olduğu gibi adımı da değiştirdi. Ben Şengal’in Til Qesep köyündenim. Fermandan önce ben evin tek kızıydım. Benden büyük ablalarım vardı fakat onlar çok küçük yaşta evlenip evden gittiler ve evin tek kızı ben kaldım. Bizim orada kızlar çok küçük yaşta evlenir. Ablalarım da küçük yaşta evlendi ve sonrasında sıra bana geldi ama ben evlenmemek için direniyordum. 17 yaşındaydım ve herkes üzerimde evleneyim diye baskı uyguluyordu. İki erkek kardeşim, annem ve babamla birlikte yaşıyorduk. Normal bir yaşantımız vardı.
En büyük abimle aramız iyi değildi. Aslında onun kimse ile arası iyi değildi. Her şeyi kendisine göre istiyordu yani tüm ailenin onun emirlerinde olmasını istiyordu. Abimle kavgalarımız çok olurdu. Birçok kez beni döverdi annem araya girerdi. Annem beni ondan çok korurdu.
Gülerken bile hüzünlü gülüyor!
Dilbirîn hayatın baskısını öyle derin yaşamış ki bir süre o öfkeyle sustu. Kafasını iki dizine gömerek durdu, bir süre konuşmadı, sorduğum hiçbir soruya cevap vermedi. Ona derin bir acı veren bir şeyler hatırlamıştı. Ben de onun gibi bir süre sustum. Dilbirîn’in yüzüne konan hüzün anlatamadıklarının ifadesi gibiydi. Sözcüklerden çok gözleri ve dalıp gitmeleri anlatıyordu onun hikayesini. Konuşma hakkını bir tek gözlerine atfetmiş gibiydi. Genel olarak güleç bir kadındı ve çocukluk oyunlarını anlatırken daha keyifliydi. Yüzüne konan gülüşleriyle anlatması onun çocukluğuna olan özlemini daha çok açığa çıkarıyordu. Dilbirîn ne kadar güleç olsa da ismi gibi yaralıydı ve ifadelerinde acılarını saklayamıyordu. Beyaz tenliydi. Siyah saçları dalga dalga omuzlarından aşağı sarkıyordu. Dilbirîn’in hüznü her şeyine yansıyordu. Gülerken bile hüzünlü gülüyor. Genç Dilbirîn yaşlanmış ve ömrünün tamamını kaybetmiş gibi bir edayla yaklaşıyordu.
Dilbirîn sessiz, içine kapanık...
“Hikayemi anlatayım da öyle iç açıcı bir hikaye değil benimki. Hem ben anlatmasını da bilmiyorum ki. Bu hayatta bana hiç konuşma hakkı verilmedi, konuşma becerim hiç yok” diyordu. Dilbirîn sessiz, içine kapanık ve yüzündeki tebessümle yetinip sana saatlerce bakabilecek biriydi. İnsanı yüreğine alan bir sıcaklıkla yaklaşıyordu. Beni karşılarken öyle içten sarıldı ki sanki daha önce tanışmıştık ve beni bekliyor gibiydi. İçine kapanık olmasına rağmen bana sokularak oturdu ve onun samimi yaklaşımı beni çok etkiledi. Dost, arkadaş ihtiyacı olduğunu gösteriyordu. Ona dostça, arkadaşça yaklaşmaya çalıştım. Onu incitmemek için elimden geldiğince kelimelerimi, sorularımı özel olarak seçmeye çalıştım. Dilbirîn kırılgan ve hassas yapısıyla, şimdiye kadar onu yürekten mutlu eden bir yaşamın önüne çıkmadığını söylüyordu.
'Bir de fermanı yaşadık'
Sözü Dilbirîn'e bırakıyorum: “Ben artık bu yaşamdan bir şey istememeyi öğrendim. Kimsenin bana vereceği bir mutluluk yok. İlk defa anlatacağım ve aslında nasıl anlatacağımı da bilmiyorum. Bana yardımcı olman gerek ben çok konuşkan biri değilim. Hatta hikayemi anlatacak kadar kelimelerim de yok benim. Ama yine sen benim hikayemi öğrenmek istiyorsun ya bu benim için yeni bir şey ve şimdiye kadar hiç kimse gelip benim hikayemi öğrenmek istemedi. Onun için sana konuşacağım. Til Qesep dışında bir kere Şengal merkeze ve bir kere Şengal’in kuzeyine gidip geldim. Hiçbir yeri tanımıyorum. Tek başıma evden çıkıp bir yere gitmem mümkün değildi çünkü hiçbir yeri tanımıyordum. Zaten eğer yolları ben ve benim gibi binlerce Êzîdî kız bilmiş olsaydı belki de DAİŞ’in eline geçmezdik. Ama işte bu, biz kadınların kaderi gibi. Ben bu kaderi daha fermandan önce kabul etmiştim. Bana verilen evde hapis ve küçük yaşta evlilikti. Onun dışında hiçbir şeydi. Yani bu koskoca, tabi koskocaman olduğunu da şimdi öğrendim, dünyada ben bir kadın olarak, büyük bir hiç gibiyim. Hiçlik duygusunun bir kadından ne kadar çok şey aldığını bir tek yaşayanlar bilir. Annem hep beni anlamaya çalıştı. Benim yaşadıklarımı yaşamıştı, ben de kendi gençliğini görüyordu ve ben de annemde geleceğimi görüyordum. Yaşadığım ağır atmosferin üzerine fermanı yaşadık."
'Korkmayın biz sizi koruruz' demişlerdi
Pêşmergelere güvendiklerini söyleyen Dilbirîn, sözlerine şöyle devam ediyor: "DAİŞ’i duymuştum ve yaptıklarını da herkes biliyordu. Bizim köyde herkes bunu çok açıkça konuşuyordu ve sonra herkes alayvari bir tavırla, ‘aman bize ne, bizden uzakta oluyor her şey’ deyip geçiyorlardı. Musul’a girdiklerinde hiç kimse korkmadı fakat Tilafer’e girdiklerinde, herkes az az korkmaya başladı. Ben de korkmuştum. O zaman Til Qesep ve hatta Şengal’in her yerinde, KDP Pêşmergeleri ve ayrıca Irak ordusuna bağlı güçler Şengal’in güvenliğini alıyorlardı. Herkes, ‘bizi koruyan güçler var bize bir şey olmaz’ dedi. Bir de çok sayıda Pêşmerge vardı. Onların sayı olarak çokluğu hepimize güven veriyordu. Pêşmergeler Til Qesep çevresinde, günlük onları göreceğimiz yakınlıkta kalıyordu. Zaten onlar da, ‘korkmayın biz sizi koruruz’ diyorlardı. O durumda inanmaktan başka şansımız yoktu."
'Dağa çıkmaktan başka şansımız yok'
2 Ağustos gecesi, uzaktan çatışma, mermi sesleri geliyor ama kimsenin ne olduğunu anlamadığını söyleyen Dilbirîn, "Komşularımız bize ‘çıkın DAİŞ bu tarafa doğru geliyor, kaçın kendinizi kurtarın’ dediler. Ben tam olarak DAİŞ’in nereye girdiğini bilmiyordum. Ailem kendi aralarında konuşuyordu ve tam olarak ne konuştuklarını da bilmiyordum. Sonra babam, ‘hazırlanın çıkacağız’ dedi. Annem telaşlı ve korkmuş bir halde, ‘nereye gideceğiz, etrafımız bom boş kimse kalmadı’ deyince gözlerimiz köyü savunan Pêşmergelere çevrilmişti. Pêşmergeler ise çoktan gitmişti. Biz köy halkı yalnız kalmıştık ve bir çoğumuzun arabası yoktu. Sonra babam, ‘dağa çıkmaktan başka şansımız yok, yürürsek kendimizi dağa ulaştırabiliriz’ dedi. Köyden çıktık sabah yürümeye başladık ve öğlene kadar köyümüze en yakın olan Qine köyüne ulaştık. O köyde de akrabalarımız vardı. Ben de çok yorulmuştum anne ve babama ‘beni burada bırakın, biraz dinlenip sizin arkanızdan gelirim’ dedim. Ben ve evli olan ablam orada kaldık. Babam, ‘biz burada beklemeyeceğiz biz dağa gidiyoruz. Siz de duruma bakın tehlike görürseniz arkamızdan dağa gelin’ dedi. Ailemle öyle anlaştık ve onlar yola çıktı. Bir sürü insan vardı köyde. Onların da birçoğu yorulmuştu, ara vermişlerdi ve bazıları da köy sakinleriydi" diye anlatıyor.
'Kurtulabilirdik'
Yüzden fazla aile olduğunu söyleyen Dilbirîn, anlatmaya şöyle devam ediyor: "Öğleden sonra DAİŞ geldi köye ve ‘korkmayın size bir şey yapmayacağız, sadece silahlarınızı bırakın’ dediler. Herkes onların söylediğine inandı ve erkekler tek tek gidip silahını bıraktı. Gelen çeteler 10 kişiydi, bizse yüzleri buluyorduk ve o on kişinin sözüne inandık. Sonra gözümüzün önünde yürüyemeyen yaşlı erkekleri ve diğerlerini de tek sıra halinde köyün yakınındaki mevzilere götürüp tek tek öldürdüler. Yani bizimle kalan tüm erkekleri öldürdüler. Biz kadınlar ve çocuklar kaldık. Erkekler inanmamış olsalardı ve silahlarını bırakmasalardı, biz kurtulabilirdik ama öyle olmadı. Bizi saran korku inanmamızı sağladı. Öyle bir çırpıda inandık ve ellerine düştük. Biz kadın ve çocukları da araçlara doldurup Tilefer’de bulunan Baduş zindanına götürdüler. Çocuklar korkudan sürekli ağlıyorlardı, kadınlar ağıtlar yakıyordu. Yol boyunca bağrışmalar, çığlıklar, isyanımız hiç durmadı. İsyan ediyorduk ama aynı zamanda çok çaresizdik de.
Kadınlar resmedilmişti
Ablamın 5 çocuğu vardı. En büyüğü abimle birlikte dağa gitmişti, yanımızda 4 tane kalmıştı. Ablam çocuklarıyla birlikte çok korkuyordu. Bizi arabalara bindirdiklerinde hepimiz umudumuzu yitirdik. Öldürmek isteselerdi, bizi erkeklerle birlikte öldüreceklerdi fakat onu yapmamışlardı ve biz bütün kadınlar, bizi daha kötünün beklediğini biliyorduk. Onun için her birimiz oracıkta ölmeyi yeğledik. Bizim için ölmek büyük bir şanstı. Ama o şans hiçbir kadının eline geçmedi. Bizi bir süre zindanda tuttular. Sonra her gün gelip güzel kızları seçiyorlardı. Seçtikleri kızları tekme tokat götürüyorlardı. Bizi Baduş hapishanesinde bir hafta tuttular. Zindan Êzîdî kadınlarıyla doluydu. Bir hafta sonra gelip beni ablamdan ayırdılar. Her ne kadar ablamın bir çocuğunu yanıma almışsam da benim evli olduğuma inanmadılar. Zaten ablamın çocukları benim yanımda durmuyorlardı. Onlarda bunu fark etmişlerdi. Uçaklar hapishanenin yakınlarını vurunca bizi oradan çıkardılar, işte o zaman beni ablamdan ayırdılar. Ondan sonra ablama ne oldu bilmiyorum. Beni Musul’da Êzîdî kızların tutulduğu okula götürdüler. Orada tam olarak sayımız kaçtı bilmiyorum fakat çok kalabalıktı. Kocaman okulun duvarları, zemini Êzîdî kadınların acı çeken yüz ifadeleriyle resmedilmişti.