Dilbirîn’in hikayesi

Dosya Haberleri —

DAİŞ'in Şengal saldırısı

DAİŞ'in Şengal saldırısı

  • "Benim adım Dilbirîn. Ben doğarken bana başka bir isim, ferman yaşarken de başka bir isim takıldı. Adımı seçmedim ama bu kez ben seçmek istiyorum, onun için bana Dilbirîn demeni istiyorum. Yaşadıklarım benim yaşamımı olduğu gibi adımı da değiştirdi."
  • DAİŞ’liler beni hamile bırakma yarışına girmişlerdi. Bir kadına yapılacak en iğrenç, en faşist yaklaşımdı. Bu vahşet İslamiyet adına yapılıyordu. Her biri de işkencelerle bana tecavüz ediyorlardı. O günleri unutamıyorum. Bazen kafayı yiyeceğimi düşünüyorum. 
  • Binlerce Êzîdî kadını neden bunları yaşadı? Soruyorum herkese neden? Kim bunun sorumlusu? Başımı her yastığa koyduğumda bana yapılanların acısıyla kıvranarak yatıyorum, kalkıyorum. Kendimi bu dünyadan silinmiş gibi hissediyorum. 

ROJBİN DENİZ

Yollar insanın başından geçen hayat hikayeleri gibidir. Gittiğimiz yolun anlamını hissettiğimiz, yaşadığımız kadar o yola yoldaş, yolcu oluyoruz. Önüne dizilen yolları izlerken, onları adımlarken bir yolculuktan fazlasını yaşarsın. Gittiğin yolun kıvrımları, kuytulukları, arkaya saklanmış mesafeleri koynunda hikayeler saklar. O hikayelere değerek yürürsün o yolları. Şengal’de dağlar, taşlar, ağaçlar, sular ve bilcümle canlılar, tarihin saklı hafızası gibidir. Bir dokunsan, dile dökülür, sana acıları, sevinçleri, yaşanmışlıkları ve bağrına sinenleri anlatır. Yollar da öyledir. Şengal’de hayata akmak tam da yolculuklara yüklenen anlamın toplamını hissettiriyor. Her adımın seni bir hikayeye, Ezdalığın anlamına, derin, gizemle dolu yaşam felsefesine ve seni ölümleri, zulmü yaşamış bu toprağın canlı tanıklığına götürüyor. Şengal’in her karış toprağında, seni zamanın yolculuğuna götüren onlarca katliam, ferman hikayesiyle karşılaşıyorsun. Karşıma çıkan her hikayede bir kez daha bu toprakların yıkımını ve direnişinde saklı sırlarla karşı karşıya geliyorum. Kadınlar bu toplumun sır küpleri olarak yaşarlar ve yaşatırlar. Bu toprakların mayasında demini tutmuş her bir kadının hikayesi dinlenilmeyi ve anlamına ulaşılmayı bekliyor. Bu hikayelerden bir tanesi de Dilbirîn’in hikayesi. Şimdi Dilbirîn’in hikayesine kulak veriyoruz...

'Ben Dilbirîn 17 yaşındaydım'

“Benim adım Dilbirîn. Ben doğarken bana başka bir isim, ferman yaşarken de başka bir isim takıldı. Adımı seçmedim ama bu kez ben seçmek istiyorum, onun için bana Dilbirîn demeni istiyorum. Yaşadıklarım benim yaşamımı olduğu gibi adımı da değiştirdi. Ben Şengal’in Til Qesep köyündenim. Fermandan önce ben evin tek kızıydım. Benden büyük ablalarım vardı fakat onlar çok küçük yaşta evlenip evden gittiler ve evin tek kızı ben kaldım. Bizim orada kızlar çok küçük yaşta evlenir. Ablalarım da küçük yaşta evlendi ve sonrasında sıra bana geldi ama ben evlenmemek için direniyordum. 17 yaşındaydım ve herkes üzerimde evleneyim diye baskı uyguluyordu. İki erkek kardeşim, annem ve babamla birlikte yaşıyorduk. Normal bir yaşantımız vardı. 

En büyük abimle aramız iyi değildi. Aslında onun kimse ile arası iyi değildi. Her şeyi kendisine göre istiyordu yani tüm ailenin onun emirlerinde olmasını istiyordu. Abimle kavgalarımız çok olurdu. Birçok kez beni döverdi annem araya girerdi. Annem beni ondan çok korurdu.

Gülerken bile hüzünlü gülüyor!

Dilbirîn hayatın baskısını öyle derin yaşamış ki bir süre o öfkeyle sustu. Kafasını iki dizine gömerek durdu, bir süre konuşmadı, sorduğum hiçbir soruya cevap vermedi. Ona derin bir acı veren bir şeyler hatırlamıştı. Ben de onun gibi bir süre sustum. Dilbirîn’in yüzüne konan hüzün anlatamadıklarının ifadesi gibiydi. Sözcüklerden çok gözleri ve dalıp gitmeleri anlatıyordu onun hikayesini. Konuşma hakkını bir tek gözlerine atfetmiş gibiydi. Genel olarak güleç bir kadındı ve çocukluk oyunlarını anlatırken daha keyifliydi. Yüzüne konan gülüşleriyle anlatması onun çocukluğuna olan özlemini daha çok açığa çıkarıyordu. Dilbirîn ne kadar güleç olsa da ismi gibi yaralıydı ve ifadelerinde acılarını saklayamıyordu. Beyaz tenliydi. Siyah saçları dalga dalga omuzlarından aşağı sarkıyordu. Dilbirîn’in hüznü her şeyine yansıyordu. Gülerken bile hüzünlü gülüyor. Genç Dilbirîn yaşlanmış ve ömrünün tamamını kaybetmiş gibi bir edayla yaklaşıyordu.

Dilbirîn sessiz, içine kapanık...

“Hikayemi anlatayım da öyle iç açıcı bir hikaye değil benimki. Hem ben anlatmasını da bilmiyorum ki. Bu hayatta bana hiç konuşma hakkı verilmedi, konuşma becerim hiç yok” diyordu. Dilbirîn sessiz, içine kapanık ve yüzündeki tebessümle yetinip sana saatlerce bakabilecek biriydi. İnsanı yüreğine alan bir sıcaklıkla yaklaşıyordu. Beni karşılarken öyle içten sarıldı ki sanki daha önce tanışmıştık ve beni bekliyor gibiydi. İçine kapanık olmasına rağmen bana sokularak oturdu ve onun samimi yaklaşımı beni çok etkiledi. Dost, arkadaş ihtiyacı olduğunu gösteriyordu. Ona dostça, arkadaşça yaklaşmaya çalıştım. Onu incitmemek için elimden geldiğince kelimelerimi, sorularımı özel olarak seçmeye çalıştım. Dilbirîn kırılgan ve hassas yapısıyla, şimdiye kadar onu yürekten mutlu eden bir yaşamın önüne çıkmadığını söylüyordu.

'Bir de fermanı yaşadık'

Sözü Dilbirîn'e bırakıyorum: “Ben artık bu yaşamdan bir şey istememeyi öğrendim. Kimsenin bana vereceği bir mutluluk yok. İlk defa anlatacağım ve aslında nasıl anlatacağımı da bilmiyorum. Bana yardımcı olman gerek ben çok konuşkan biri değilim. Hatta hikayemi anlatacak kadar kelimelerim de yok benim. Ama yine sen benim hikayemi öğrenmek istiyorsun ya bu benim için yeni bir şey ve şimdiye kadar hiç kimse gelip benim hikayemi öğrenmek istemedi. Onun için sana konuşacağım. Til Qesep dışında bir kere Şengal merkeze ve bir kere Şengal’in kuzeyine gidip geldim. Hiçbir yeri tanımıyorum. Tek başıma evden çıkıp bir yere gitmem mümkün değildi çünkü hiçbir yeri tanımıyordum. Zaten eğer yolları ben ve benim gibi binlerce Êzîdî kız bilmiş olsaydı belki de DAİŞ’in eline geçmezdik. Ama işte bu, biz kadınların kaderi gibi. Ben bu kaderi daha fermandan önce kabul etmiştim. Bana verilen evde hapis ve küçük yaşta evlilikti. Onun dışında hiçbir şeydi. Yani bu koskoca, tabi koskocaman olduğunu da şimdi öğrendim, dünyada ben bir kadın olarak, büyük bir hiç gibiyim. Hiçlik duygusunun bir kadından ne kadar çok şey aldığını bir tek yaşayanlar bilir. Annem hep beni anlamaya çalıştı. Benim yaşadıklarımı yaşamıştı, ben de kendi gençliğini görüyordu ve ben de annemde geleceğimi görüyordum. Yaşadığım ağır atmosferin üzerine fermanı yaşadık."

'Korkmayın biz sizi koruruz' demişlerdi

Pêşmergelere güvendiklerini söyleyen Dilbirîn, sözlerine şöyle devam ediyor: "DAİŞ’i duymuştum ve yaptıklarını da herkes biliyordu. Bizim köyde herkes bunu çok açıkça konuşuyordu ve sonra herkes alayvari bir tavırla, ‘aman bize ne, bizden uzakta oluyor her şey’ deyip geçiyorlardı. Musul’a girdiklerinde hiç kimse korkmadı fakat Tilafer’e girdiklerinde, herkes az az korkmaya başladı. Ben de korkmuştum. O zaman Til Qesep ve hatta Şengal’in her yerinde, KDP Pêşmergeleri ve ayrıca Irak ordusuna bağlı güçler Şengal’in güvenliğini alıyorlardı. Herkes, ‘bizi koruyan güçler var bize bir şey olmaz’ dedi. Bir de çok sayıda Pêşmerge vardı. Onların sayı olarak çokluğu hepimize güven veriyordu. Pêşmergeler Til Qesep çevresinde, günlük onları göreceğimiz yakınlıkta kalıyordu. Zaten onlar da, ‘korkmayın biz sizi koruruz’ diyorlardı. O durumda inanmaktan başka şansımız yoktu."

'Dağa çıkmaktan başka şansımız yok'

2 Ağustos gecesi, uzaktan çatışma, mermi sesleri geliyor ama kimsenin ne olduğunu anlamadığını söyleyen Dilbirîn, "Komşularımız bize ‘çıkın DAİŞ bu tarafa doğru geliyor, kaçın kendinizi kurtarın’ dediler. Ben tam olarak DAİŞ’in nereye girdiğini bilmiyordum. Ailem kendi aralarında konuşuyordu ve tam olarak ne konuştuklarını da bilmiyordum. Sonra babam, ‘hazırlanın çıkacağız’ dedi. Annem telaşlı ve korkmuş bir halde, ‘nereye gideceğiz, etrafımız bom boş kimse kalmadı’ deyince gözlerimiz köyü savunan Pêşmergelere çevrilmişti. Pêşmergeler ise çoktan gitmişti. Biz köy halkı yalnız kalmıştık ve bir çoğumuzun arabası yoktu. Sonra babam, ‘dağa çıkmaktan başka şansımız yok, yürürsek kendimizi dağa ulaştırabiliriz’ dedi. Köyden çıktık sabah yürümeye başladık ve öğlene kadar köyümüze en yakın olan Qine köyüne ulaştık. O köyde de akrabalarımız vardı. Ben de çok yorulmuştum anne ve babama ‘beni burada bırakın, biraz dinlenip sizin arkanızdan gelirim’ dedim. Ben ve evli olan ablam orada kaldık. Babam, ‘biz burada beklemeyeceğiz biz dağa gidiyoruz. Siz de duruma bakın tehlike görürseniz arkamızdan dağa gelin’ dedi. Ailemle öyle anlaştık ve onlar yola çıktı. Bir sürü insan vardı köyde. Onların da birçoğu yorulmuştu, ara vermişlerdi ve bazıları da köy sakinleriydi" diye anlatıyor.

'Kurtulabilirdik'

Yüzden fazla aile olduğunu söyleyen Dilbirîn, anlatmaya şöyle devam ediyor: "Öğleden sonra DAİŞ geldi köye ve ‘korkmayın size bir şey yapmayacağız, sadece silahlarınızı bırakın’ dediler. Herkes onların söylediğine inandı ve erkekler tek tek gidip silahını bıraktı. Gelen çeteler 10 kişiydi, bizse yüzleri buluyorduk ve o on kişinin sözüne inandık. Sonra gözümüzün önünde yürüyemeyen yaşlı erkekleri ve diğerlerini de tek sıra halinde köyün yakınındaki mevzilere götürüp tek tek öldürdüler. Yani bizimle kalan tüm erkekleri öldürdüler. Biz kadınlar ve çocuklar kaldık. Erkekler inanmamış olsalardı ve silahlarını bırakmasalardı, biz kurtulabilirdik ama öyle olmadı. Bizi saran korku inanmamızı sağladı. Öyle bir çırpıda inandık ve ellerine düştük. Biz kadın ve çocukları da araçlara doldurup Tilefer’de bulunan Baduş zindanına götürdüler. Çocuklar korkudan sürekli ağlıyorlardı, kadınlar ağıtlar yakıyordu. Yol boyunca bağrışmalar, çığlıklar, isyanımız hiç durmadı. İsyan ediyorduk ama aynı zamanda çok çaresizdik de.

Kadınlar resmedilmişti

Ablamın 5 çocuğu vardı. En büyüğü abimle birlikte dağa gitmişti, yanımızda 4 tane kalmıştı. Ablam çocuklarıyla birlikte çok korkuyordu. Bizi arabalara bindirdiklerinde hepimiz umudumuzu yitirdik. Öldürmek isteselerdi, bizi erkeklerle birlikte öldüreceklerdi fakat onu yapmamışlardı ve biz bütün kadınlar, bizi daha kötünün beklediğini biliyorduk. Onun için her birimiz oracıkta ölmeyi yeğledik. Bizim için ölmek büyük bir şanstı. Ama o şans hiçbir kadının eline geçmedi. Bizi bir süre zindanda tuttular. Sonra her gün gelip güzel kızları seçiyorlardı. Seçtikleri kızları tekme tokat götürüyorlardı. Bizi Baduş hapishanesinde bir hafta tuttular. Zindan Êzîdî kadınlarıyla doluydu. Bir hafta sonra gelip beni ablamdan ayırdılar. Her ne kadar ablamın bir çocuğunu yanıma almışsam da benim evli olduğuma inanmadılar. Zaten ablamın çocukları benim yanımda durmuyorlardı. Onlarda bunu fark etmişlerdi. Uçaklar hapishanenin yakınlarını vurunca bizi oradan çıkardılar, işte o zaman beni ablamdan ayırdılar. Ondan sonra ablama ne oldu bilmiyorum. Beni Musul’da Êzîdî kızların tutulduğu okula götürdüler. Orada tam olarak sayımız kaçtı bilmiyorum fakat çok kalabalıktı. Kocaman okulun duvarları, zemini Êzîdî kadınların acı çeken yüz ifadeleriyle resmedilmişti.

Tek tek kızları aldılar

Tanıdığım kimse yoktu aralarında, bir tek ablamın bulunduğu evde, bir kızı tanımıştım, o vardı. Orada senin daha önce bir kere bile gördüğün bir insan, senin en yakının oluyordu ve ona tutunuyordun. İşte bende çok az tanıdığım o kıza sıkıca sarıldım. Aslında hepimiz birbirimize destek sunuyor ve birbirimizi koruyorduk. DAİŞ’liler, önce en güzelleri ve sonrasında diğer tüm kadınları gruplar halinde bulundukları alanlara götürüyorlardı. Bizi savaşan DAİŞ’lilere, Allah’ın armağanı olarak sunuyorlardı. İlk götürdükleri grubun içindeydim. Biz iki otobüs dolusu kadını Suriye’ye Heseke’ye bağlı, Şeddadi şehrine götürdüler. Biz 30 kadını bir eve götürdüler. O evde bir sürü DAİŞ’li vardı. Sonra tek tek bizim isimlerimizi yazdılar. Büyük bir odaydı. Her DAİŞ’li gelip yazılan isimlerimizden bir tanesini seçiyordu. Kime hangi isim çıkarsa o kendine o kadını alıp gidiyordu. Yani bizi kurayla DAİŞ’lilerin üzerine dağıtıyorlardı. Onlar en önde gelen çetelerdi yani onlar için önemli kişilerdi. Benim adımda Suriye’li bir DAİŞ’liye çıktı. İsmini söylemek istemiyorum, isimlerini söylemek bile bana iğrenç geliyor. Evi Şeddade’ydi beni hizmetçi olarak kullandı.

'Beni hamile bırakma yarışına girdiler'

Bir ay geçtikten sonra oğlu geldi ve beni oğluna verdi. Oğlu beni Haqıl Emer adında bir bölgeye götürdü. Bir süre beni yanında tuttu ve sonra beni arkadaşına hediye olarak verdi. Aslında hediye değildi beni ortak malları gibi görüyorlardı. O savaşa gidince beni arkadaşına bırakıyordu, sonra o dönüyordu arkadaşı beni ona tekrar geri veriyordu. Yani biri gidince diğerine bırakıyordu. İkisi de çok vahşi ve iğrençlerdi. Bana her şeyi yapıyorlardı. Onların elinde bir et parçasıydım. El değiştirmeden önce beni doktora götürüp kontrol ediyorlardı, hamile olup olmadığımı anlamak istiyorlardı. Hangimizden hamile olursa diğeri artık dokunmayacak diyorlardı. Beni hamile bırakma yarışına girmişlerdi. Bir kadına yapılacak en iğrenç, en faşist yaklaşımdı. Bu vahşet İslamiyet adına yapılıyordu. Her biri de işkencelerle bana tecavüz ediyorlardı. O günleri unutamıyorum. Bazen kafayı yiyeceğimi düşünüyorum. 

Soruyorum herkese neden?

Benim köyümün dışındaki dünya böyle bir yer mi diye düşünüyorum. Eğer tüm dünya bu kadar vahşiyse, o zaman tüm kadınlar ölsün, bu dünya yaşanmaya değmez, yok eğer böyle değilse, o zaman ben bir kadın olarak neden bunları yaşadım, binlerce Êzîdî kadını neden bunları yaşadı? Soruyorum herkese neden? Kim bunun sorumlusu? Başımı her yastığa koyduğumda bana yapılanların acısıyla kıvranarak yatıyorum, kalkıyorum. Kendimi bu dünyadan silinmiş gibi hissediyorum. Elimden gelen bir şey yoktu. DAİŞ’in elindeyken yapacağım bir şey yoktu. Bana işkence yapıyorlardı ve sonra tecavüz ediyorlardı. Bir süre beni kendi aralarında böyle bir eşyayı, bir et parçasını paylaşır gibi paylaştılar. Onlardan bir tanesi öldü ve sonra beni başkasına verdiler. O da diğerlerinden faklı değildi. Hepsinin ortak noktası insanlıktan nasiplerini almamış barbarlar olmalarıydı. 

İnancımı içimde korudum

Bu durum beni her geçen gün daha fazla zorlamaya başladı, dayanamıyordum. Beni tuttukları yerde canıma da kıyamıyordum. Ayları ve sonra yılları bulan bu işkence bitmiyordu. Ben ruhen, bedenen tükenmiştim ama onların vahşeti bitmiyordu. O kadar tecavüz sonucunda hamile düştüm. Şimdi üstüne bana yapılan tecavüzlerin sonucunda bir çocuğum olacaktı. Bana dayattıkları İslamiyet dinini kabul ettim. Kabul ettim çünkü bana yapılan işkence ve zulmün sonunun gelmesini istiyordum. Tabi bu durumda gelmezdi ama en azından böyle elden ele satılmayacaktım. Belki bir yerlerde bırakılır ve bende oradan kaçış yolu bulurdum. İnancımı içimde korudum. ‘Tavuse Melek beni affet, bunu yapmaya mecburum’ dedim. Ve onların dediğini kabul ettim. Ondan sonra bir DAİŞ’li geldi ve beni kendisi için istedi. Bu kez de ona sattılar. O DAİŞ’li benimle evlendi. ‘Sen bizim dinimizdensin, onun için helalim olabilirsin’ dedi. Diğerlerinden farklı değildi. Bir tek farkı vardı beni başkasına satmadı ve 5 yıl yanında tuttu.

Kaç DAİŞ’liye satıldım bilmiyorum

Derezor’un Meyadin kasabasında tutuldum. Kaç DAİŞ’liye verildiğimi bilmiyorum tek bildiğim hepsinin Suriye vatandaşı olduklarıydı. Beni son alan DAİŞ’li, beni karısı olarak etrafa tanıtıyordu ve evinde öyle tutuyordu. Bana sürekli işkence yapıyordu, hiç durmandan iş yaptırıyordu. Çok kötü bir insandı. Önce beni tek götürdü sonra bir buçuk yıl sonra, bir başka kadınla daha evlendi. O kadın onun akrabasıydı. Başka kadınla evlenince içten içe sevindim, ‘belki beni rahat bırakır’ dedim. Tabi başka bir kadınında benim yaşadıklarımı yaşamasını istemiyordum ama o kadında DAİŞ’liydi. Onun gibi düşünüyordu ve benden nefret ediyordu. Bana yapılan işkenceler ikiye katlandı. Bana yapılan işkencelerin dozajı çoğaldı. Bir keresinde bacağıma bir demir boruyla vurdu ve uzun bir süre sakat kaldım. Hala bedenimde o çetelerin yaptıkları işkencenin izleri var.  

Elinde esir olduğum çete bana öldürmek üzerinden vuruyordu ama bir türlü ölmüyordum. 3 kez kendimi öldürmek istedim. Parmağımı elektrik kablosunun çıplak yerine vurdum, bana şok yaşattı fakat öldürmedi. Kaçmak için çok uğraştım sonra bir gün beni fark ettiler ve o DAİŞ’li sopalarla bana saatlerce vurdu. Bir daha böyle bir şey yapmam durumunda başıma çok kötü şeyleri getireceğini söylüyordu. Zaten daha kötü ne olabilirdi bilmiyorum.

Tecavüzlerden 4 çocuk

QSD’nin Derezoru özgürleştirme hamlesi başlattığını tüm DAİŞ’liler duymuştu ve herkes üzerine konuşuyordu. Tedirginleşmişlerdi ve bir panik havası oluşmuştu. Sonra o çeteler ‘herkes bulunduğu yerde sivil gibi davransın’ dedi. Benimde bulunduğum ev öyle davrandı. Ondan sonra o çete beni yanından hiç ayırmadı. Benim kaçmak istediğimi biliyordu ve eğer kaçsam onun içinde iyi olmayacaktı. Deşifre olmaktan çok korkuyordu. QSD güçleri daha bize yakın gelmemişlerdi. Onların yakınlaşmasını bekliyordum, ne olursa olsun onlara ulaşmak için her şeyi yapacaktım. Benim kaçacağımı bildiği için, benim evin dışına çıkmama izin vermiyordu. Daha önce yani oralar DAİŞ’in elindeyken, DAİŞ’li kadınlarla çıkmama bir şey demiyordu fakat sonra hiç çıkmama izin vermiyordu. Tabi artık çocuklarım vardı. 4 çocuğum vardı. İki oğlum ve iki kızım vardı. Bana yaptığı işkenceyi çocuklarıma da yapıyordu. Bir de bana eğer kaçarsan Êzîdîler seni bu çocuklarla öldürür diyordu. Şimdiye kadar kaçan bütün kızların Êzîdîler tarafından öldürüldüğünü söylüyordu. Daha önce buna benzer bazı örnekleri duymuştum ve bu da beni etkiliyordu. Daha önce de Êzîdîler de bir gelenek gibi vardı, yani bir Êzîdî kızı Müslüman bir erkekle evlenirse cezası ölüm oluyordu. Bu kuralı bildiğim için inandım ve böyle olabileceğini düşündüm.

4 aylık bebek bebeğim açlıktan öldü

Savaş durumu ağırlaştı ve tüm yollar kapandı. Biz de artık DAİŞ bölgesindeydik. Oradan kendimizi kurtaramadık. Her yerden DAİŞ’in etrafını sardılar. Bize artık hiçbir yerden erzak gelmiyordu. Yiyecek hiçbir şeyimiz kalmadı. Benim dört aylık kızım kucağımda açlıktan öldü. Bu beni çok etkiledi. Onlar benden olmuştu. Ben bir anneydim ve annelik duyguları üzerinden onlara yaklaşırken, başka bir şeyi hesaba katamıyordum.  Zaten o çete hem bana hem o çocuklarıma işkence yapıyordu. Onlarda benim gibiydi. Bize vahşi bir hayvan gibi davranıyordu. Yaşadığım bu durum beni orada onlarla yaşamaya mecbur kılmıştı. Ben artık birçok şeyi çocuklarım için kabulleniyordum.  
 
Şengal’in özgürleştiğini biliyordum

Sonra bir gün çetenin evlendiği diğer kadınla araları bozuldu ve kavga ettiler. Sorunlarının tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. O kadın benim gibi değildi istediği zaman dışarı çıkabiliyordu ve istediği yere gidebiliyordu. O kızgınlıkla evden çıktı ve gitti. Gece oldu bizim bulunduğumuz evin etrafı sarıldı ve QSD bizim bulunduğumuz alana gelmişti. O kadın gidip ihbar etmiş ve tüm DAİŞ’lilerin yerlerini tek tek söylemişti. Bunun üzerine QSD o evlerin tek tek etrafını sararak hepsini tuttu. Benim bulunduğum evden o çeteyi alıp götürdüler. Tutuklandı ve bu bir mucizeydi. Sonra o çetenin annesi ve kardeşleri geldi. Etrafımı tuttular ve benim gitmeme izin vermediler. Buna çok kızmadım çünkü artık bana yollar açılmıştı. Bugün olmazsa da yakında gidecektim. Zaten Şengal’in özgürleştiğini biliyordum. Eğer beni kabul etmezlerse de çocuklarımla başka bir yerde yaşardım. Ama en azından artık DAİŞ’in elinde olmam diyordum ve bu düşünce beni rahatlatıyordu. 

Çocukların günahı yoktu

Belki yaşamımın büyük bir kesitini kaybettim ve şu an yanımda bana yapılan tecavüzlerin sonucunda 3 çocuk var. Onları bırakamazdım. Onların bir günahı yoktu. Yaşadıklarım için onları hiçbir zaman suçlamadım. Zaten onlar da benim ne yaşadığımı hiç öğrenemediler. QSD kadınlara ve çocuklara daha duyarlı yaklaşıyordu. Bu yaklaşımlarından kaynaklı rahattım ve eğer gidersem beni koruyacaklarını biliyordum. Beni yanında esir tutan DAİŞ’li tutuklandıktan sonra elime telefon fırsatı düştü ve ben gizlice aileme ulaştım. Annem ve babam ilk sesimi duyduklarında çok heyecanlandılar, ben de sadece hüzünlendim. Onlar ‘seni kurtarmak için ne gerekiyorsa yapacağız’ diyorlardı. Ben de ‘o zaman QSD’ye ulaşın onlar şu an bana çok yakınlar, gelip beni alsınlar’ dedim. Ailem de QSD’ye söyledi. Sonra ailem aracılığıyla onlara bir buluşma yeri verdim. Çocuklarımı aldım ve belirlediğim buluşma yerine gittim. QSD’ye ait bazı arkadaşlar beni orada bekliyorlardı. Buluşma yerine gidinceye kadar çok korktum. DAİŞ’liler beni fark edecek diye ödüm kopuyordu. Neyse ki kimse fark etmeden arkadaşlara ulaştım ve onlara ‘beni hemen buradan çıkartın’ dedim ve onlarda öyle yaptı. Beni oradan direk Mala Ezidiya’ya götürdüler. Orada bir ay kaldım. O bir ay içerisinde kafamdaki tüm soruları sordum. Ezdalığa kabul edilip edilmeyeceğimi sorduğumda, Mam Zeki’nin istemi üzerine, Êzîdîlerin Ruhani Liderinin fermanda götürülen herkesin geri dönmesi durumunda Ezdalığa kabul edileceklerini kabul ettiğini söylediler.

Özgürlüğe adım...

Ruhani lider geri dönüşler için bir şart koymuştu ve DAİŞ içinde çocuk sahibi olanların çocuklarının kabul edilmeyeceği şartıydı. Bu benim için çok ağırdı. Ben Ezdalığımı bir an olsun unutmadım ama ya benim canımdan olan çocuklarımı nasıl bırakabilirdim. Onların tek tutunacağı dalları bendim. Sonra ailem geldi ve beni Rojava-Şengal sınır kapısından aldılar. Onları gördüğüme sevindim. Abim de onlarla gelmişti. Til Qesep’teki evimiz yıkıldığı için oraya gidememişlerdi ve onun için Şengal merkezde kalıyorlardı. Ben de oraya gittim. Ailem eskisi gibiydi sanki bir tek değişmeyen benim ailemdi. 

PKK olmasaydı belki bir Êzîdî bile kalmayacaktı, peki onun dışındakiler neredeler? Bazı sivil toplum örgütleri, ‘gel seni Güney Kurdistan’a götürelim, çocuklarını da oraya getiririz’ diyorlar. Ama onlar fermana sebep olan ihanetin sahipleri. Ben şimdi onlara nasıl inanabilirim. Peşlerinden nasıl gide bilirim ki? DAİŞ’e karşı mücadele eden binlerce Êzîdî kadını ve erkeği var ve bu beni gururlandırıyor. Ben de dünyanın neresinde olursam olayım, DAİŞ’e karşı mücadeleme son vermeyeceğim. Beni ve binlerce Êzîdî kadınını diri diri öldüren her DAİŞ’li ve ona yardımcı olan herkes hesabını vermeli."

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.