Duygusal bir Fransa tarihçisi: Annie Ernaux

Kültür/Sanat Haberleri —

Annie Ernaux / Foto:AFP

Annie Ernaux / Foto:AFP

  • Nobel Edebiyat Ödülü, Fransız yazar Annie Ernaux’ya verildi. Ernaux’nun bu ödülü almasını sağlayan en önemli unsur, onun yeni bir anlatım tarzı geliştirmesiydi. Ernaux’nun metinlerinde, İkinci Dünya Savaşı’nın en karanlık yılları ve Fransa’da doğmuş bir kız çocuğunun imge dünyası öne çıkıyor. 

BİLGE AKSU

 

2022 Nobel Edebiyat Ödülü, İsveç Kraliyet Akademisi’nin açıkladığı sonuca göre, Fransız yazar Annie Ernaux’ya verildi. Birçok açıdan dikkat çekici bir karar oldu bu. Her şeyden evvel, tarih boyu tam 15 kez ödül alan Fransız yazarlar arasında Annie Ernaux, bu ödülü alan ilk kadın yazar olma özelliğini taşıyor. Nobel komitesinin ve edebiyat camiasının cinsiyet eşitsizliği konusundaki karnesini yeterince açık eden bir durum. Geç olsun güç olmasın deyip geçebileceğimiz bir mefhum olmasa da, bu dipnotu düştükten sonra devam edelim.

1940 doğumlu Annie Ernaux, Türkçeye çok geç çevrilen yazarlardan. Can Yayınları’ndan çıkan ilk kitabı Seneler, daha geçtiğimiz yıl, Ocak 2021’de basıldı. Başyapıtı olarak kabul edilen bu kitabından sonra, 2022 yılı boyunca üç kitabı daha yayımlandı. Babamın Yeri, Boş Dolaplar ve Yalın Tutku adıyla Türkçeleşen kitapların tamamı Siren İdemen tarafından çevrildi. Neyse ki Nobel’e layık görülen bu yazarın kitaplarını halihazırda Türkçede okuyabilir haldeyiz, zira kimi seneler Nobel ödülü açıklandıktan sonra çevirisine girişilen yazarların olduğunu da bildiğimizden, buna da iyi tarafından bakmak dışında seçeneğimiz yok.

Yeni bir anlatım tarzı

Ernaux’nun bu ödülü almasını sağlayan en önemli unsur, onun yeni bir anlatım tarzı geliştirmesiydi. Akademi’nin resmi açıklamasında da değinildiği üzere, toplumsal belleği kendi zihin sürecinden yola çıkarak ortaya dökmesi epey yenilikçi bir tarzdı. Ödül duyurusunda, “Kişisel hafızanın kökleri, kolektif baskılanması ve yabancılaşması konusunda gösterdiği cesaret ve klinik duyarlılık konusundaki çalışmaları sebebiyle layık görüldü” şeklindeki komite açıklamasını biraz irdelemek gerek.

Son dönemde öne çıkan yazarların pek çoğunda gördüğümüz katmanlı bir anlatı alışkanlığına işaret ediyor aslında bu ifadeler. Türkçede Orhan Pamuk, Ayfer Tunç gibi isimlerden de aşina olduğumuz, anlatının arka planına yerleştirilen panoramik bir bakışa atıf yapılıyor. Avrupa Edebiyatında Gospodinov, Solstad, Maron, Loe gibi birçok isim, malum olduğu üzere yalnızca görünürde akıp giden bir olay örgüsünü değil, aynı zamanda sembolik ya da doğrudan bir ‘çevre’ anlatısını da hedefliyor. Yarattıkları karakterleri yerleştirdikleri zaman skalasına uygun olarak, dünya savaşını, çiçek çocukları, 68 hareketini, soğuk savaşı da metnin arasına serpiştirdikleri imgelerle okurun zihninde canlandırıp, tarihsel ve sosyolojik bir okumaya da alan açıyorlar. Gospodinov gibi post-sovyet yazarlarda bu çağrışımlar genellikle soğuk savaş ve ABD’nin kültürel hegemonyasının yavaş yavaş belirginleşmesiyle somutlaşırken, örneğin Monika Maron gibi Alman bir yazarda daha çok Nazileri ya da savaş sonrası toparlanma çabasına giren bir Alman ülküsünü görüyoruz.

Metinlerindeki kahraman

Annie Ernaux’nun durduğu yer de işte tam burası. Onun metinlerinde, İkinci Dünya Savaşı’nın en karanlık yıllarında, Fransa’da doğmuş bir kız çocuğunun imge dünyası öne çıkıyor. Üstelik köylü ve işçi bir ailenin çocuğu olarak, toplumun en alt katmanında olup bitenleri ilk elden bize ulaştırmasıyla, epey çarpıcı anekdotlara da şahit oluyoruz. Başyapıtı olarak kabul edilen Seneler, zaten tamamıyla bu izlek üzerine kurulu bir roman. Babasının ölümünü anlattığı Babamın Yeri’nde de rastladığımız bu yaklaşım, Ernaux’nun çağrışım dünyasının zenginliğini gözler önüne seriyor.

Fakat yine de onu diğerlerinden ayıran bazı unsurlar var. Ki Nobel ödülüne layık görülmesinin sebebi de bunlar. Bir kere Ernaux, kurgunun alanına giren ve hayali karakterlerle yola çıkan biri değil. Onun metinlerindeki kahraman, bizzat kendisi. Bu açıdan kitaplarını otobiyografik anlatım olarak değerlendirmek mümkün. Fakat öte yandan, bunu yaparken sıradan bir anı defteri okuduğunuz hissine de kapılmıyorsunuz. Çünkü kendini hikayenin merkezine koymaktan da imtina ediyor. Babamın Yeri’nde, 1967 yılında ölen babasıyla olan ilişkisini okurken, bir anı ya da günlük formatıyla karşılaşmıyorsunuz kesinlikle. Hem babasının hayat hikayesini, hem kendi izlenimlerini hem de bir öyküde ya da romanda olduğu gibi karakterlerle özdeşlik kurabilme şansını yakalıyorsunuz. Ve tabii bütün bunların arasında bir de, babasının yetiştiği ailenin muhafazakar yönlerini, savaş yıllarının yıkımını, savaş sonrası politik savruluşları ve modern bir Fransa’nın emekleme çabalarını görüyorsunuz. Bu noktada yazarın sıradışı dili de oldukça çarpıcı bir etki yaratıyor. Hikayeleme tekniğiyle aktardığı bir olayın arasına aniden soktuğu kendi yorumları, tamamen gündelik ifadelerle örülü. Bu da kimi zaman, karşınızda oturan biriyle samimi bir dertleşme ve dedikodu seansında olduğunuzu hissettirebiliyor.

Bilinçakışı tekniği

Başyapıtı kabul edilen Seneler adlı eseriyse daha da karmaşık. Buraya kadar saydığım bütün unsurlara ek olarak bu kitapta bir de, yepyeni bir biçim denemesi mevcut. Yine otobiyografik unsurların, 1940’lı yıllardan milenyuma kadar uzanan bir sürece serpiştirildiği Seneler’de Ernaux, başkarakter kendisi olduğu halde, üçüncü ağızdan bir anlatıcıyı tercih etmiş. Etken ve özne konumuna yerleşeceği fiil yapılarından uzak durup çoğul ve edilgen yüklemleri tercih ederek, okuyucuyu bu deneyiminde daha aktif hale getirmeyi amaçlamış. Ki eserin başlarında kurduğu sıradışı dille okuyucuyu bir sınava sokmuş da diyebiliriz. Bilinçakışı tekniğinin yoğun kullanıldığı bu kısımlarda üslup, genelgeçer bir hikayeleme tekniğinden iyice uzaklaşıp, Dadaist bir şiir diline yakınlaşmasıyla oldukça zorlayıcı bir deneyime dönüşmüş. 

Ernaux’nun bir diğer özelliği de toplumsal konulardaki duyarlılığı. Feminizm, çocuk hakları, kürtaj, Alzheimer, savaş karşıtlığı gibi birbirinden çok farklı alanlarda sözünü sakınmadan söyleyen aktivist bir yazar kendisi. Bu açıdan bir kez daha, şahsi olarak içime sinen bir ödül olduğunu vurgulamam gerek. Onunla henüz tanışmamış olanları oldukça etkileyici deneyimler bekliyor diyebilirim. Bir de son olarak, bu yazarı Türkçeye kavuşturan Siren İdemen’in harika çevirilerini takdir etmek gerekiyor. Ernaux’nun son derece zorlayıcı üslup özelliklerini birebir hissettiren çeviri yaklaşımı ve okuma deneyimini daha da çağrışımsal kılan nokta atışı dipnotlarıyla, oldukça külfetli bir işi yerine getiren İdemen’e de bir teşekkürü borç biliriz. 

 

*****

İşçi sınıfından gelen bir yazar

ANNIE ERNAUX, 1 Eylül 1940’ta, Lillebonne’da, işçi sınıfına mensup bir ailede doğdu; çocukluğunu Yvetot, Normandiya’da geçirdi. Mazbut bir sosyal çevrede büyüdü, edebiyat öğrenimi gördü ve uzun yıllar boyunca edebiyat öğretmenliği yaptı. Kişisel deneyimle toplumsal tarihi birleştiren unsurları daha ilk romanı Armoires vides’le (Boş Dolaplar) ortaya koydu. Sınıf atlama, evlilik, kadın özgürlüğü, cinsellik, kürtaj, hastalık, yaşlılık ve ölüm gibi meseleleri kendi deneyimleri üzerinden aktarırken, arka planda daima toplumsal yaşam ve onu oluşturan kültürel, siyasi, tarihi olaylara yer vererek, “toplumsal bellek” yazını olarak nitelenebilecek eserlere imza attı; başta Renaudot Ödülü olmak üzere birçok ödüle değer görüldü. Hala Cergy’de yaşamaktadır. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.