Edebiyatın ulusla ilişkisi

Kültür/Sanat Haberleri —

İnce Memed - Zorba

İnce Memed - Zorba

  • Yas tutan bir kadını anlatmak için ona saçlarını kestiren bir yazarın anlatısı, ister Türkçede yazsın ister İsveç dilinde, tamamıyla Kürt/Êzîdî edebiyatına dahildir. Çünkü bu imge, dilin ve ulusun ötesinde, bir kavmin gündelik yaşantısını ortaya döken ve tamamen onunla ilişkilendirilebilecek bir imgedir.
  • Divan şiirinde Türkçeden çok Farsçayla yazan, hatta beğendiği kadının saçını yılana/ejderhaya benzeten (Şahmeran imgesi) bir yazarın ulusu nedir sizce? Bu tartışmayı köpürten ulusalcı klik için böyle bir soru elbette yok hükmündedir.

BİLGE AKSU

Edebiyatın nüvesinin ne olduğuna dair eskiden beri çeşitli meraklarım olmuştur. Temel bir bakışla, etkileyici ve estetik biçimde söz söyleme sanatı olarak adlandırdığımız bu uğraş, tarihin çeşitli dönemlerinde belirli imgelerin yoğunlaştığı, farklı yaklaşımların geliştirildiği ve hikayelerin çeşitlendiği değişken bir alan olarak görülse de, her şeyden önce söze ve düşünceye dayalı olduğunda ortaklaşılmıştı. Tarih öncesinde gündelik gaileleriyle meşgul olan insan topluluklarını, ışıksız akşamlardaki ateşin başına toplayacak sebepler gerekiyordu. İlk elden, gün içerisinde ne olup bittiğine dair paylaşımların yapılmasıyla başladığı düşünülen bu iletişim biçiminde, zaman geçtikçe becerisi yüksek olanların öne çıktığı bir durum meydana geldi. Yani aynı olayı, daha etkili ve güzel biçimde anlatanların başına toplanarak edebiyatı yarattık diyebiliriz.

Her şey gibi edebiyat da toplumların gelişmesiyle ilerledi ve çok fazla değişim gösterdi. İlk çağlarda ya destanlar ya da masallar sayesinde sürdüğümüz edebiyatın izini, yazının yaygınlaşmasından sonra bireysel olarak öne çıkan isimlerin etrafında izlemeye başladık. Ezop’un ya da Homeros’un anlattıklarındaki ortak nokta, hikayelerin ilgi çekici yönleri ve onlardan çıkaracağımız derslerdi. Çoğunluğu derleme olan bu yapıtlar üzerine, zaman geçtikçe sosyolojik, psikolojik ya da mitolojik açılımlar getirildi, dönemlerinin kültürel yaşayış ve düşünüş biçimleriyle ilgili çıkarımlar yapıldı.

Edebiyatın nüvesini takip edebileceğimiz alanlardan biri de, dinler tarihiydi. Toplumların düşünüş biçimlerini en fazla etkileyen unsurların başında gelen dini inanışların gündelik olayları ele alış biçimi, olduğu gibi anlatılara geçiyor, aktarılan hikayenin hangi coğrafi ve kültürel kodlarla oluşturulduğuna bir ipucu oluyordu.

Diller ve insan zihni

Bu yazıda değinmek istediğim tartışma, esasen bu arka planı ıskalayan önemli bir noktada duruyor. Dillerin, insan zihninin yansıması olduğunu biliyoruz. İnsan zihinlerinin düşünüş biçimlerinin ise o topluluğa ve bulundukları coğrafi ortama özgü şekillendiğini de. Bu açıdan bakıldığında, tekil bir varlık olan insanın, çevresel etkileşim sonucu meydana getirdiği zihinsel yapısı, aynı zamanda onu oluşturan toplumun da bir nüvesi konumunda bulunuyor. Bir bakıma, yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan durumu…

Semavi dinlerin en önemli ortak imgelerinden Cehennem kavramına bir bakalım. Bu kavram bazı görüşlere göre Zerdüştlük inancıyla ilişkilendirilir. Bu inanıştaki ateşin kutsallığı ve aynı zamanda korkutuculuğu, böylesi bir imgeyi yaratmış olabilir. Bir başka görüş ise, etimolojik olarak da desteklendiği üzere, cehennem kavramının İsrail kabilelerine dayandığını ileri sürüyor. Eski Ahit’te de geçen Ge-Hinnom, Hinnom Vadisi anlamına gelen gerçek bir yeri işaret eder. İncil’de “kurtçukların ölmediği ve ateşin sönmediği yer” diye tasvir edilen bu vadide, bir zamanlar bazı çocukların yakılarak öldürüldüğü biliniyor. İslam inancındaki cehennem bekçisi Malik’e de ismini veren Molek adlı kötücül bir tanrıya kurban edilmeleri için seçilen çocuklar, bu vadiye götürülür ve yakılan cesetleri orada bırakılırdı. Zaman geçtikçe bu uygulamadan geri dönüldü fakat söz konusu vadi, civarda yaşayan halkın zihnindeki olumsuz imajını sürdürdü. Hristiyanlık dönemine gelindiğinde artık burası, çerçöpün toplanıp yakıldığı bir yer haline gelmişti. Yine o dönemde toplumdan dışlanan kişilerin cesetleri de getirilip buraya bırakılırdı. Arada bir kükürt vasıtasıyla yakılan bu çöpler ve cesetlerin etrafında hiç sönmeyen bir ateşin oluşması elbette kaçınılmazdı.

Cehennem imgesi ve Ortadoğu

Semavi dinleri derinden etkileyen cehennem inanışının ortaya çıkış biçimi düşünülürse, halkın zihninde herhangi bir sebepten olumsuz çağrışımlarla yer etmiş bir unsurun, zaman içerisinde o halkların düşünüş biçimlerine ne denli etki ettiği, üzerinde durulması gereken bir husus. Şarkılara, şiirlere, destanlara, deyimlere ve atasözlerine girmiş bazı kavram ve imgelerin, aslında toplumların yaşantılarının niteliğine ne kadar bağlı olduğunu görmek zor değil.

Cehennem imgesinin genellikle Ortadoğu ve çevresinde yaşayan topluluklarda bulunduğunu söylemeye gerek bile yok sanırım. Diğer birçok inanışta buna benzer bir cezalandırma ritüeline rastlıyoruz fakat çoğunda böyle özel kılınmış, kuralları ve kendine özgü yasaları belirlenmiş bir yer metaforu söz konusu değil. Örneğin Altay Şamanik inanışlarında, cehennem benzeri bir imge olarak, yer altında yaşayan Erlik’in meziyetlerinden söz edilir. Ki Türkçede bulunan ‘yer’ temalı deyim ve atasözlerinin büyük kısmının olumsuz durumları anlatması da bununla ilişkilidir. Yer yarılsa da içine girsem kabilinden bu sözler, aslında toprağa bağlı bir yaşam sürdüren böyle kabileler için çelişkili görünür. Fakat mitolojik inanışta, yeri ikiye ayıran Altay anlatıları için böyle bir çelişki söz konusu değildir. Toprak ve ona bağlı bulunan yer unsurları kutsal ve olumlu kabul edilirken, Erlik’le ilişkilendirilen hayali bir yeraltı dünyası, ayrı bir yerde durur.

Yine de buradaki şamanik inanışların çevreye özgü olduğu, evrensel bir noktaya oturmadığını belirtmek lazım. Kimi iddialara göre Sibirya bölgesinden Bering Boğazı’nı geçerek Kuzey Amerika’ya yayılan yerli kabilelerde de böyle şamanik inanışlara rastlamamız gerekirdi esasen. Fakat bu bölgelerde yaşayan topluluklar için ne yerin altında ne de hayali bir düzlemde, cehennem benzeri metaforların olmayışı dikkate değerdir. Buradaki insanlar, ölülerin göğe yükselip bulutları oluşturduğuna ve yeryüzüne yağmur olarak döndüğüne inanır. Antropolojik kökenleri itibarıyla Orta Asya ve Sibirya’dan göçüp gitmiş bu kavimlerdeki metafor farklılıkları incelenmeye değerdir.

Gündelik yaşamda yaygın kullanılan bazı metaforları incelediğimizde de, dili ve ona ait edebi unsurları ortaya çıkaran en temel nesnenin, o topluluğa özgü zihinsel faaliyetler olduğunu görürüz. Suya ve denize bağlı bir kültür oluşturan topluluklarda, suyla ilgili metaforların büyük kısmı olumlu çağrışımlar barındırır. Bununla birlikte, kutsal kabul edilen birçok öğede olduğu gibi, suyla ilgili olumsuz anlatılara da rastlarız. Yunan Mitolojisindeki Poseidon’un heybeti ve gazabı herkesçe bilinen bir unsurdur. Ya da bu mitolojideki deniz tanrı ve tanrıçalarının çokluğu da buna yorulabilir ve hatta bazı anlatılarda, kötücül tanrı Hades’in mekanı uzak bir adadaymış gibi tasvir edilir. Buna karşılık, toprağa bağlı göçebe yaşam süren Orta Asya topluluklarında ise suyla ilgili metaforlar böylesi büyük anlatılar oluşturmamıştır. Hatta dile yerleşmiş deyimlerin büyük kısmında suyun çağrışımı olumsuzdur. Su koyvermek, sululuk yapmak, sulu göz, suya sabuna dokunmamak kabilinden çok fazla deyim, bu toplulukların gündelik faaliyetleriyle dil arasındaki ilişkiye örnek konumundadır.

Ulusal dil ve edebiyat arayışı

İnsan topluluklarının zihinsel süreçlerinden ortaya çıkan diller, ürettikleri eserleri de bu yönlerden etkiler. Böyle bir pencereden bakıldığında, son günlerde yeniden harlanan Türkçe Edebiyat/Türk Edebiyatı tartışması da ayrı bir yere oturtulabilir.

Yüz yıl kadar önce başlatılan ulus devlet inşasının temel gerekliliklerinden biri olan ulusal dil ve edebiyat arayışı, böyle bir noktayı görmezden geldiği için, tarafımızca görmezden gelinebilecek bir uğraştır. En basit, gündelik bir çağrışımla ortaya çıkan kavramların zaman içerisinde edebiyatın temel taşlarını oluşturan imgelere dönüştüğü düşünüldüğünde, birbirinden farklı çok sayıda kimlik ve halkın bulunduğu ülkelerde, edebiyat denen koca bir kümenin gerçek bir ulus zihniyetine bürünmesi zaten pek olası bir durum değildir. İnsanlar, yaşadıkları çevrenin zihinsel ağlarıyla örülmüş bir bulutta yaşayıp, kimliklerini buna göre edinirler. Böyle bir durumda, farklı etnik ve kültürel unsurların, onların zihnine yansımaması ve ürettikleri eserlerde karşımıza çıkmaması tamamen hayali bir beklentiden ibarettir.

Zorba ve İnce Memed

Coğrafyamızdaki yazarların kültürel geçmişlerini görmezden gelmenin, yalnızca hamasi bir söylem bulutu inşa etmek anlamına geldiği oldukça açıktır bana göre. Ege sahillerini mesken tutan Halikarnas Balıkçısı ile, Kürt asıllı Yaşar Kemal’in yarattığı edebi söylemin birbirinden en büyük farkı işte buna dayanır. Denizi ve buna bağlı söylenceleri ustalıkla kullanan Bilge Karasu’nun edebi kimliği, yas sürecini bile belirli bir topluma özgü ele alan Kemal Varol’dan elbette farklı şekillenecektir. Yunancanın büyük bir klasiği olarak görülen Kazancakis’in Zorba’sı büyük ölçüde deniz kenarında geçerken, Türkçenin en büyük klasikleri arasındaki İnce Memed’in dağlar ve toprakla olan ilişkisi de böyle bir noktadan hareketle açıklanabilir.

Ulusalcı klik

Türkiye’de yaşayan bir azınlık mensubu yazarı, sırf Türkçede yazıyor diye Türk Edebiyatı alanına sokmaya çalışanların cevap vermesi gereken en önemli husus bana göre işte bu arka planla ilişkili. Yas tutan bir kadını anlatmak için ona saçlarını kestiren bir yazarın anlatısı, ister Türkçede yazsın ister İsveç dilinde, tamamıyla Kürt/Êzîdî edebiyatına dahildir. Çünkü bu imge, dilin ve ulusun ötesinde, bir kavmin gündelik yaşantısını ortaya döken ve tamamen onunla ilişkilendirilebilecek bir imgedir.

Divan şiirinde Türkçeden çok Farsçayla yazan, hatta beğendiği kadının saçını yılana/ejderhaya benzeten (Şahmeran imgesi) bir yazarın ulusu nedir sizce? Bu tartışmayı köpürten ulusalcı klik için böyle bir soru elbette yok hükmündedir.

Ulusalcı yaklaşım, böyle meselelerde öylesine konjonktürel davranır ki, tartışmayı biraz olsun derinleştirdiğinizde foyaları ortaya dökülür. 70’li yılları kasıp kavuran ve dönemin kenar mahallelerinin dili haline gelen koca bir müzik türü, icracılarının hangi dilde söylediklerine bakılmadan, Arap Müziği diye dışlanır. Gerçekten de hem müzikal öğeler, hem de gündelik durumlara yaklaşımı sebebiyle Arabesk, hem dönemin hem de genel çerçeveden bakıldığında belli açılardan sınıflandırabileceğimiz Türk müziğinin kodlarına pek uymaz (Hoş, bu “Türk müziğinin” temeli de başka kültürlere dayanır ya). Ama söz konusu ulus inşasıysa, yalnızca işimize yarayabilecek kısımları değerlendirmeye almamızda beis yoktur!

Ulusalcılar, sanki bir terminolojik katkı sunacaklarmış gibi göstermelik bir ciddiyetle ele aldıkları bu konuda daha fazla söz söylemek yerine, gerçekten de kendilerini temsil ettiğini düşündükleri yazarların sayısını artırsa daha makbul bir iş yapmış olurlar. Zira edebiyatı ulusla değil, hikayenin niteliğiyle ilişkilendiren birçok “ulussuz” yazar sayesinde bugün piyasada söz söyleyebiliyor, böyle bir tartışmayı açma cesareti bulabiliyorlar. Edebiyatın işlevi, ateş başına toplanmış zavallı insancıkların gönlünü hoş tutmaktan ibarettir temelde. Kullandığımız dilin kodları değil, yaşadığımız coğrafyanın gerçekliği onu şekillendirir ve çeşitlendirir. Gerisi boş laftır.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.