Elli Beşinci Yılında ‘2001: Bir Uzay Macerası’

Kültür/Sanat Haberleri —

‘2001: Bir Uzay Macerası’ filmi

‘2001: Bir Uzay Macerası’ filmi

  • Tuhaf cisimden ölesiye korktuğu halde, merak duygusunu dizginlemeyi kabul etmeyen cesur bir insan nasıl ki büyük bir keşfin içine düştüyse, ilerleyen süreçte de hep bu çatışmanın merkezinde olduğu bir süreç yaşanmıştır. Evrimin bütün basamakları, korkunun zavallılığı ve merakın görkemiyle aşılmıştır.

BİLGE AKSU

Nisanın ilk haftası itibarıyla, gelmiş geçmiş en büyük bilimkurgu destanlarından birinin, A Space Odyssey’nin 55. yılı dolmuş. Gösterime girdiği bu tarihlerden itibaren, kimine göre çook sıkıcı, kimine göreyse benzersiz bir metin olarak görülen Kubrick şaheseri üzerine bir şeyler yazma ihtiyacı hissettim.

Esasen birkaç gün önce sabahladığım bir arkadaş ortamında, uzun süre bu filmi konuştuğumuz gecenin, gösterime girdiği güne denk geldiğini fark ettikten sonraydı bu ihtiyaç. Evet bazen ilahi uyarılar alıyor insan…

Stanley Kubrick’in ne menem bir yönetmen olduğunu burada yazmaya gerek yok. Zaten kendisinden bahsedenlerin çoğu, henüz 18 yaşında değilse, onun yönetmenlik başarısından değil de setlerde oyunculara çektirdiklerinden bahseder. Mükemmeliyetçi yapısı ve takıntılı halleriyle, hemen her sahneyi defalarca kez çektiği bilinir. Hatta böyle ortamlardaki en gözde dedikodu, özellikle Eyes Wide Shut’taki birkaç sahneyi yüzlerce kez çektirmiş ve oyuncular üzerinde bir travma yaratmış olmasıdır.

 

 

Space Odyssey, kusursuz bir film

2001: Bir Uzay Macerası da, bu takıntılı beyefendinin tam da öyle olmasından kaynaklı, kusursuz bir film. Çekimlerinin yıllar sürdüğü, yapımcısının artık umudu kestiği hep anlatılır sağda solda. Bunun belirli sebepleri var tabii. Bir kere filmin konusu, bu filmi açıklamaya yetmiyor. İlk bakışta iyi çekilmiş bir bilimkurgu yapımı gibi geliyor insana. Malum, 60’lı yıllar hem ABD hem de Sovyetlerin uzay maceralarıyla geçmiş bir dönemdi. Ve bunun etkisiyle kitaplar, diziler, filmler bol bol çekilmişti. İşte Space Odyssey de sanki o furyanın bir ürünüymüş gibi görünüyor ama konusunu ve mesajlarını irdeleyince işler tamamen değişiyor.

Filmi bilenler bilir, bilimkurgu anlatısına ters düşecek bir açılış sekansı mevcuttur burada. Geleceğe gitmek yerine, milyonlarca yıl geriye gider Kubrick. Bu geçmiş zamanda, Afrika savanlarının birinde, hayatta kalma mücadelesi veren insanı maymunlar karşılar bizi. Birkaç yırtıcı hayvanın da gösterildiği bu sekansta, insan evriminin ilk basamağını çıkmak üzere olduğumuzu hiç tahmin etmeyiz.

 

 

Maymunların zaferi

İnsansı maymunlar bir gece tedirgin şekilde mağaralarında yarı uyur halde sabahı beklerken, ‘ilahi’ bir olay gerçekleşir ve mağaralarının tam önünde, o dönemle hiçbir alakası olamayacak, düz ve simsiyah bir monolith belirir. Günün ağarmasıyla birlikte ortaya çıkan maymunlar, önce korku içinde çığlıklar atar, uzaktan uzaktan bu tuhaf cismi gözlemeye başlar. Bir süre sonra içlerinden biri, yabancı cisme doğru bir adım attığında, diğerlerinin yaşadığı paniği görürüz. Fakat cesur maymunumuz birkaç adım daha atar inatla. Sonra diğerleri de yaklaşır. Cismin yanına ulaştıklarında, yine en cesur olanı elini uzatır, dokunmadan geri çeker. Sonra bir daha uzatır. Sonra bir daha… En sonunda parmağının ucuyla dokunduğu cismin ona zarar vermediğini anlayınca, merakla daha da yaklaşır. Ardından diğerleri… Birkaç saniye sonra, yönetmenin arka plana eklediği son derece gergin bir müzikle, bu tuhaf cismin etrafını saran maymunların zaferini görürüz.

Bu sahnenin devamı, söz konusu cesur maymunun bir leşin kemiklerini parçalamaya çalıştığı görüntüyle devam eder. Maymun, önünde duran kemiğe şöyle bir bakar, başını gökyüzüne kaldırır, geçmişi hatırlar ve tuhaf cismi aklına getirir. Aslında burada aklına gelen şey, cismin kendisi değil, ona dokunduğu andır. Yani aslında burada, insanın dokunma ve kavrama eylemini keşfetmesi canlandırılır. Bulunduğu ana zihnen geri dönen maymun, önünde duran kemiğe uzanır, yavaş hareketlerle kavrayıp avucunun içine yerleştirir. Ve evrimsel biyolojide önemli bir aşama olan, elleriyle bir cismi kavrayıp onu bir alete dönüştürme adımını gerçekleştirir. Yine yönetmenin arkaya koyduğu epik müzikle cisimleşen bu sahnede, düz bir kemik parçasını alete dönüştürmeyi başaran insandan, günümüzde yaptığı aletle uzaya dahi çıkabilen bir canlıya dönüşmesi temsil edilir.

Korku ve merakın görkemi

Üç bölümlü anlatının ikinci kısmında, belirli bir görev için uzaya giden astronotların gündelik yaşamı öne çıkar. Jüpiter Görevi adı verilen bu yolculukta amaç, milyonlarca yıl evvel maymunların ortasına bırakılmış monolithlerin diğer parçalarını bulmaktır. Hatta ay yüzeyinde yapılan kazıda, bu cisimlerden ikincisine ulaşıldığını da görürüz. Amaç sonuncuyu bulmak ve aranan o zor cevaba ulaşmaktır.

İnsanların son derece zayıf ve dezavantajlı olduğu evrimsel süreç, tam da Kubrick’in vurguladığı üzere, iki duygunun çarpışmasıyla büyük bir avantaja dönüşmüştür. Tuhaf cisimden ölesiye korktuğu halde, merak duygusunu dizginlemeyi kabul etmeyen cesur bir insan nasıl ki büyük bir keşfin içine düştüyse, ilerleyen süreçte de hep bu çatışmanın merkezinde olduğu bir süreç yaşanmıştır. Evrimin bütün basamakları, korkunun zavallılığı ve merakın görkemiyle aşılmıştır.

Uzayda dolanıp duran insanlığın içinde bulunduğu durum budur aslında. Ne olduğunu bilmediğimiz, ölesiye korktuğumuz bu karanlık ve geniş uzam, bir türlü dizginleyemediğimiz merakımızın sonucunda tarafımızca keşfedilmeye başlanmıştır. İnsan, mantıklı olmayan eylemlerinin sonucunda en büyük aşamaları kat etmiş, kaşif bir canlıdır.

 

 

Hal9000

Filmin en ikonik sahnelerinden birinde, Astronot Dave’in bilgisayar Hal-9000’le olan didişmesinde de bunun etkisini görürüz. Hal9000, öylesine zeki ve güçlü bir makinedir ki, bütün teknik işleri bir çırpıda yapabildiği yetmezmiş gibi, mizahtan da anlar. Ki bu, günümüzde bile makinelerin yapıp yapamayacağı konusunda tartışmaların sürdüğü önemli bir bilişsel fenomendir. Çünkü mizah, aynı zamanda bazen yalanı ve manipülasyonu içerir. Mizah yoluyla insanları kandırarak ve şaşırtarak güldürmeye çalışırsınız esasen. İşte bir makinenin mizah yapabilmesi, bu bağlamda oldukça ürkütücü sonuçlar doğurma potansiyeli taşır.

Hal9000, yolculuğun önderleriyle olan ilişkilerinde son derece açık bir iletişim kurar. Onların her isteğini yerine getirir, birçok işini kolaylaştırır. Yeri gelir onlarla satranç oynar, yeri gelir sanat eserleri üzerine sohbet eder. Ama günün birinde, tam da ondan beklendiği üzere, insanlığa baş kaldırdığı bir ana tanık oluruz. Bilgisayarın yetkilerini azaltmak isteyen Astronot Frank Pool, makinenin keskin zekası karşısında yenilgiye uğrar ve ölür. Bunun üzerine diğer astronot Dave, bilgisayarı tamamıyla devreden çıkarmanın yollarını arar. Fakat zekası keskin Hal, bunun çoktan farkına varmıştır ve Dave’i, arkadaşı Frank’in cesedini gemiye geri getirmek için dışarı çıktığı noktada uzayın boşluğuna hapseder. Artık makine tamamıyla kontrolü eline geçirmiştir. Jüpiter’de bulunan monolith’e tek başına gitmek ve insanları, hak etmedikleri bir gelişmeden uzak tutmak ister.

Fakat tam bu noktada, filmin ilk kısmında Kubrick’in neden uzun uzun maymunları çektiğini yeniden anlarız. Hal tarafından geminin dışında bırakılan Dave, insanlığın sahip olduğu en temel duygulardan biriyle, korku-merak çekişmesini meraka yönelten inat duygusuyla geri döner. Yapılabilecek her şeyi, korkusuzca ve bazen mantıksızca dener. İşte bu aşamada Hal, insanlarda olup da kendinde olmayan en önemli şeyi fark eder. İnsanlar, doğaçlama yapabilir ve mantığın dışına çıkıp bir şeyleri değiştirebilir. Nitekim bu çatışmada kazanan Dave olur. İçeri girmeyi başarır ve bilgisayarın bütün devrelerini yok etmeye koyulur.

 

 

Dave’in Jüpiter yolculuğu

Dave’in son derece katı biçimde giriştiği bu yok etme sürecinde, Hal’ın ne denli manipülatör olabileceğini de görürüz. Çeşitli duyguları taklit eder, sesini değiştirir, yalan söyler. Fakat ne yaparsa yapsın Dave’in inadını kıramaz ve insanlığın en gelişmiş aleti, en basit aletlerinden tornavidayla ortadan kaldırılır.

Filmin son kısmında ise, birçok kişinin buhranlar geçirdiği görüntüler eşliğinde, Dave’in Jüpiter yolculuğunu görürüz. Menziline ulaşan Dave, karşısında kendisinin yaşlanmış halini bulur. Anlatının tamamen sembolik hale geldiği bu kısımda, makineyi yenen insanın, kendi bedenini de geride bırakma yolculuğu aktarılır. İnsan bedeninden kurtulup, sıradan bir hayvan olmayı sona erdiren müthiş bir bilinç edinen Dave, yediği son akşam yemeğinden sonra, insanlığın yeniden doğuşunun temsili haline gelir.

Kubrick’in bu eşsiz başyapıtı, sayfalarca sürecek analizlerle dahi tam olarak anlaşılamaz gibi geliyor bana. Çünkü yalnızca en temel felsefi noktasını ele alarak dahi, bu yazının doğal sınırına ulaşmış haldeyiz. Filmde kullanılan teknikleri, bilimkurgu janrına olan katkılarını ya da o dönemin siyasi arka planına dair göndermelerini hiç konuşmadık bile. Örneğin Astronot Dave geminin dışındayken, ilk kez bu filmde yapılan ses kurgusu, başlı başına bir yazının konusu. Hele ki tuvalette asılı duran “Yerçekimsiz ortamda tuvaletinizi nasıl yaparsınız?” tarzı buluşlara hiç değinmiyorum.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.