Fanon’la imtihan

Kültür/Sanat Haberleri —

Shatz’ın Rebel’s Clinic (Asinin Kliniği)

Shatz’ın Rebel’s Clinic (Asinin Kliniği)

  • Fanon, Marksizmi Avrupa-merkezci sınırlarının ötesine taşıdı. Benim kültürel olarak Batılı Marksist bakış açım, Fanon’un Cezayir’de yüzleştiği sorunları kavrayamıyordu, hatta hiç anlayamıyordu. Oysa modernleşme, bana göre, bunların hepsini doğrudan ortadan kaldırmak demekti. 
  • Gerçekten de Fanon’un mücadelesi sosyal ve ekonomik kurtuluşu içeriyordu. Ama aynı zamanda, Marksist cevapların kolayca uygulanabilir gibi göründüğü, ancak aslında hiç uymadığı yerleri karşımıza çıkarıyordu.

BRANKO MİLANOVİC / Çeviri: Tijda YAĞMUR

“Fanon’un fikirlerinin küçük parçalara ayrılmasından hoşlanmıyorum” demişti Marie-Jeanne Manuellan – Fanon’un yakın dostu ve Yeryüzünün Lanetlileri’ni ona dikte eden kişi – Adam Shatz’a. Shatz’ın Rebel’s Clinic (Asinin Kliniği) adlı eseri, devrim çağının bu karmaşık ve simgesel figürünü tüm yönleriyle – ya da büyük ölçüde – ele almaya çalışan en yeni biyografi. 

Lisede edebiyata tutkuyla bağlı bir Martinikli olarak Fanon, liberté, égalité, fraternité (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) ideallerine öyle bir inanç besliyordu ki, Özgür Fransız Kuvvetleri’ne katılarak Nazi işgali altındaki Fransa’nın kurtuluşu için savaşmak üzere Avrupa’ya gitti. Oysa insan düşünmeden edemiyor, o dönemde çoğu Fransız bu konuda pek de istekli değildi. Savaş sonrası Lyon’da psikiyatri eğitimi aldı ve Fransa’daki çeşitli kliniklerde çalıştı. Bu dönemde Léopold Senghor’un Négritude (Zencilik) hareketine ve hemşehrisi Aimé Césaire’in şiirlerine hayranlık duyuyordu. 

Ancak kısa sürede, koyu tenli, gururlu ama alçakgönüllü bu genç – her ne kadar baba tarafından Alsas kökenli olsa ve Shatz’a göre “Frantz” gibi Fransa’da nadir rastlanan bir isme sahipliği buradan gelse de – Fransa’da gündelik ırkçılıkla, açık ayrımcılıkla ve kibirli paternalizmle yüzleşti: “Ama Fransızcayı ne kadar güzel konuşuyorsunuz!” İşte bu deneyimler, onun Siyah Deri, Beyaz Maskeler kitabını doğurdu. 

Fanon’un hastanesi

1953’te bir Fransız doktor olarak Cezayir’e tayin edildiğinde, ülke hâlâ Fransa’nın ayrılmaz bir parçasıydı. Ancak burada karşılaştığı hastalar, alışıldık psikiyatrik vakalardan çok farklıydı: Fransız askerleri ya da Cezayirli savaşçılar tarafından aileleri katledilmiş insanlar; sömürgeciliğe karşı şiddete bulaşmış çocuklar. Sanki Camus’nün – ki o da Fransız Cezayirliydi – Yabancı romanındaki gibi anlamsız bir bunalımdan değil, kör intikam dürtüsüyle hareket eden, faydasız ve masumları hedef alan bir şiddet söz konusuydu. Zamanla Fanon’un hastanesi, hem bedensel olarak yaralanmış hem de ruhen çökmüş FLN (Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi) savaşçıları için gizli bir sığınak haline geldi –Fanon ve klinik personeli onları gizlice tedavi ediyordu.

 

 

İslam ile sosyalizmin çelişkili talepleri

Fanon’un düşüncesi zamanla evrim geçirdi: Irksal bilinçten ve Négritude’un yarı mistik evreninden çıkarak sosyalizme yöneldi (gerçi Shatz, Fanon’un Marksizm ya da Leninizm’den ne derece etkilendiğini pek detaylandırmıyor). Ardından “Üçüncü Dünya” hareketine katıldı: Ki, Cezayir mücadelesi (Vietnam’la birlikte), yeni dünya ile eski dünyanın en sert biçimde çarpıştığı yerlerden biriydi. Belki Vietnam’dan bile daha çarpıcıydı; çünkü ne Fransa’nın ne de ABD’nin Vietnam’daki varlığı, Cezayir’deki Fransız yerleşimcilerin yoğunluğuna ve topluma kök salmışlığına yaklaşabiliyordu. Ayrıca Cezayir, Vietnam’ın yaşamadığı bir ikilemi de barındırıyordu: İslam ile sosyalizmin çelişkili talepleri. 

Fransız polisinin kliniğe baskın düzenlemeye hazırlandığı dönemde Fanon, FLN saflarına katıldı. Fransız paraşütçülerinin şehir gerillasını bastırmasının ardından Tunus’a geçti. Burada FLN’nin üst düzey kadrolarıyla yakın ilişkiler geliştirdi. Sahra Altı Afrika’daki FLN temsilcisi oldu. Bu bölge de tıpkı Cezayir gibi sömürge yönetimine karşı ayaklanma halindeydi. Shatz, Fanon’un bu dönemdeki temaslarını kısa portrelerle sunuyor: Lumumba, Sekou Touré, Modibo Keita, Holden Roberto (o sırada CIA ile çalışmaktadır), Amílcar Cabral. Fanon’un çok sevdiği Lumumba’nın sonu, yürek burkan bir biçimde anlatılıyor. Cezayirlilerin bile onu son anda yüzüstü bırakması, bu trajediyi daha da ağırlaştırıyor. Bu cinayette neredeyse herkesin bir payı var: Kimisi doğrudan, kimisi ise sessiz kalarak. 

Shatz, Fanon’un bu Plutarkvari örnek yaşamını hem incelikli detaylarla hem de karakterinin ve yaratmaya çalıştığı dünyanın eşsizliğinin bilinciyle resmediyor. Onun portresi, sevgi dolu bir dikkatle çizilmiş. Fanon’a hayran kalmamak güç: Che Guevara gibi o da insan ruhunun bir doktoruydu; sadece hastalarıyla değil, yazdıkları ve mücadelesiyle de. Tıpkı Victor Serge ve Peter Kropotkin gibi olağanüstü devrimciler üzerine yazdığım yazılarda vurguladığım gibi, o da “praxis”in, yani devrimci eylemin adamıydı. Bu nedenle, koltuklarında devrimcilik yapan Sartre gibi düşünürlerin bile ona hayran kalması şaşırtıcı değil. (Bu ikili arasındaki ilişki de ayrıca dikkat çekicidir.) 

Fanon Marksizmi sınırların ötesine taşıdı

Yeryüzünün Lanetlileri’ni 1970’lerin sonlarında, o dönem yayımlanmış Sırp-Hırvatça çevirisinden okumuştum. Hâlâ o kitabı saklıyorum; yakın zamanda Pankaj Mishra’nın İmparatorluğun Enkazından kitabını değerlendirirken ve Küresel Eşitsizlik çalışmamda Fanon üzerine yazarken yeniden başvurdum.

Fanon’u okurken –neredeyse yarım yüzyıl önce– yaşadığım zorlukların üç kaynağı vardı. Birincisi, onun şiddeti neredeyse sorgusuz sualsiz yücelten yaklaşımıydı. Bu yaklaşım, kökenleri bambaşka olsa da, şiddetin “arındırıcı” doğasını kutsayan 1920’lerin faşist düşünürlerinin üslubuna yaklaşıyordu. Faşistler için şiddetin amacı üstünlüğü pekiştirmek ve kutsamaktı; Fanon içinse, her gün yaşanan aşağılanmayı aşarak eşitliği ve öz-gerçekleşimi sağlamak. Ama yine de, bu yüceltme biçimi rahatsız ediciydi. 

İkinci zorluk, Fanon’un Marksizmi –ya da daha genel anlamda toplumsal kurtuluş projesini– Avrupa-merkezci sınırlarının ötesine taşımasıydı. Şüphe yok ki, Marx’ın Avrupa dışı toplumlara daha ciddi bir şekilde eğilmeye başladığı döneme ve Lenin’in 1920’deki Doğu’ya yönelişine kadar, Marksizm esasen Avrupa-merkezli bir projeydi. Doğu Avrupa’da da Batı’yı yakalama ve modernleşme aracı olarak görülüyordu. Fanon ise Marksizmin bu sınırlarını çok daha öteye taşıdı. Gerçekten de onun mücadelesi sosyal ve ekonomik kurtuluşu içeriyordu (örneğin FLN, bazı işçi-işveren yönetim modellerini uygulamaya koymuştu). Ama aynı zamanda, Marksist cevapların kolayca uygulanabilir gibi göründüğü, ancak aslında hiç uymadığı yerleri karşımıza çıkarıyordu: Peçe giymek – kaldır gitsin; evliliğe ebeveynlerin karar vermesi – düpedüz feodalizm; kız ve erkek çocukların ayrı sınıflarda okutulması – hemen son verilmeli. Benim kültürel olarak Batılı Marksist bakış açım, Fanon’un Cezayir’de yüzleştiği sorunları o zaman ne tamamen ne de kısmen kavrayabiliyordu – hatta hiç anlayamıyordu. Cinsiyet eşitsizliği, “garip” dinler ya da o dönemde bana saçma gelen biçimlerde giyinen İngiliz kraliyet ailesi üyeleri, bana Orta Çağ’dan kalma kalıntılar gibi görünüyordu. Fanon’un ve FLN’in neden bunlarla aşırı dikkatli bir şekilde uğraşmak zorunda olduğunu anlayamıyordum. Oysa modernleşme, bana göre, bunların hepsini doğrudan ortadan kaldırmak demekti. 

Üçüncü Dünya dayanışması

Üçüncü olarak, o zaman tam anlamıyla fark edemediğim bir mesele daha vardı: Siyah bir insanın sadece Fransa’da değil, başka yerlerde de yaşadığı zorluklar. Fanon’un yaşadıklarıyla doğrudan özdeşleşemesem de, küçük kültürlerin taşıdığı aşağılık kompleksini anlayabiliyordum ve bu hissin Siyahlar için nasıl her şeyi tüketen bir deneyime dönüşebileceğini görebiliyordum. Ama Afrikalılar ile Araplar arasındaki ilişkilerdeki benzer önyargıları – aşağılamalar, küçümsemeler, klişeler – kavramam zaman almıştı. Üçüncü Dünya dayanışması, o zamanlar bana köy sınırını ya da kabileyi pek aşmıyor gibi geliyordu; en fazla ulus-devlet düzeyinde, o da belirsiz ve zorlayıcı biçimde kurulabiliyordu. Yine de Shatz’ın da belgelediği gibi, Fanon’un Afrika’daki yolculuklarında gerçek bir pan-Afrikan dayanışmanın şekillenmeye başladığı da açık. Tamamı bir hayal değildi.

Bağımsızlık ve özneleşme

Bu üç belirsizlik, Fanon’u bugün okurken de bir ölçüde geçerliliğini koruyor. Bağımsızlığın sosyal sorunları çözmediği kolayca görülebiliyor: Pek çok Afrika ülkesinin gelir seviyesi hâlâ 1960’lar düzeyinde, eşitsizlik son derece çarpıcı boyutlarda ve bazıları kolonyal dönemden bile daha otoriter yönetiliyorlar – ancak, bu çok önemli bir fark – artık o eski dönemdeki “ırksal olarak aşağı” görülen halklara yönelik içkin aşağılayıcılık yok. Fanon’un uğruna savaştığı bazı hedeflerse gerçekleşti: bağımsızlık ve özneleşme. Bunların geri alınması pek olası değil. Afrika ülkeleri ve eski Üçüncü Dünya ülkeleri artık tarihin öznesi haline geldi. Bu süreci iyi mi kötü mü yürütüyorlar, otokratlarla mı demokratlarla mı, yoksullukla mı refahla mı yapıyorlar – bu, Marx’ın ifadesiyle, kendi tarihlerini yazıyor olmaları kadar önemli değil. Artık bu ülkeler ve halklar, bir irade sahibi. Bu, sömürgecilik altında asla mümkün değildi. 

İmparatorlukların kolonilere yaptığı şey, onların tarih dışına itilmesidir. Sadece mevcut tarih bilgilerini yok etmekle kalmazlar, yeni bir tarih de yaratmazlar. Sömürge yönetimi altında, kolonilerin tarihi ya merkez ülkenin tarihine bir dipnot haline gelir, ya da bireysel aile hikâyelerine dağılır. Ortak, ulusal bir tarih oluşmaz çünkü kolektif irade yoktur. Oysa böyle bir tarih için ulusal bağımsızlık ön koşuldur. En kötü diktatörlük bile, bağımsız bir ülkede yurttaşların ortak bir iradeye sahip olması anlamına gelir. Sömürgede doyurulmuş karınlar yalnızca(*) aile hikâyeleri üretir. Fanon bunu biliyordu. Mirası – bütün çelişkileriyle birlikte – ortada. 

(*) Tarihte özne olarak yer almanın aksine. Sömürgecilik, halkların tarih yazma yetisini elinden alır. Onları sadece yönetmez; geçmişlerini siler, kolektif hafızalarını bastırır, gelecek tahayyüllerini köreltir. Eğer bu halklara sadece “karnınızı doyurduk” denilirse, yani temel refah sağlanır ama siyasal bağımsızlık ve tarihsel özne olma hakkı verilmezse, bu halklar kendi tarihlerini yazamaz hâle gelirler. Ortak bir ulusal anlatı yerine sadece bireylerin veya ailelerin kendi özel hikâyeleri kalır. Yani, ulusal bağımsızlık sadece açlığı gidermek değil, halkın tarih sahnesine özne olarak çıkmasıdır. Sömürge yönetimi altında yaşayan halklar, ne kadar refah içinde olursa olsun, tarih dışı bırakılmış sayılırlar. 

Kaynak: https://branko2f7.substack.com/p/difficulties-with-fanon 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.