Film biter ama biz yola devam ederiz

Kültür/Sanat Haberleri —

Gülengül Altıntaş

Gülengül Altıntaş

  • Hakim sinema anlatısı, tek bir kahramanın çizgisel ve ilerlemeci değişim yolculuğu teması üzerine kurulu. Bu kahramanın karşımıza çoğunlukla erkek olarak çıkması bir yana, bu formun kendisi çok eril. 
  • Hayat zor, bilincin yükü ağır. En trajik hikaye bile bize yaşamın devam ettiğini ve her şeyin geçici olduğunu hatırlatır. Çünkü film biter ama biz yola devam ederiz. 
  • Türkiye Sineması’nın evrensel bir başarı yakalayabildiğini düşünmüyorum. Öyle olsaydı bugün bağımsız film yapmaya çalışan insanlar, koşullar nedeniyle film yapamaz hale gelmiş olmazdı. Toplumsal değil tarihsel bir yerden bakalım yaşadığımız topraklara.

BİLGE AKSU

Gülengül Altıntaş… Türkiye sinemasının arka planında durmaksızın çalışan görünmez isimlerden biri… Malum, bu sektörde görünür olanlar başta oyuncular, ardından yönetmenlerdir. Gülengül Hoca ise, senaryo yazarlığı ve doktorluğu yaparak, yabancı dilde yayımlanmış akademik sinema kitaplarını Türkçeye çevirerek ve en önemlisi, yeni nesilde sinemaya yönelmek isteyen gençleri eğiterek bu sektöre hizmet ediyor. Kendisi İstanbul Üniversitesi’nde lisans eğitimiyle başladığı bu yolda, Bilgi Üniversitesi, Bahçeşehir Üniversitesi gibi duraklara uğradığı gibi, ABD’deki UCLA Üniversitesinin de yolunu tutmuş biri. Araştırma ve öğrenme merakı asla azalmamış, yıllar geçtikçe daha da bilenmiş.

Fakat yaşadığı yer, Türkiye. 2016 yılında, binden fazla akademisyenin yaşadığı şeyi o da yaşamış. Barış bildirisini imzalayan akademisyenlerden biri olduğu için akademideki görevlerinden uzaklaştırılmış. Bu esnada doktorasını da yapmakta olduğu Bahçeşehir Üniversitesi’ndeyken, Kadir Has Üniversitesi’ne geçmiş. Bir yandan da Altyazı Dergisi, Akbank Sanat, İstanbul Film Akademisi gibi çeşitli kurumların aracılığıyla, yetişkinlere yönelik temel senaryo yazımı dersleri vermiş.

2020 yılının şubat ayında, Altyazı Dergisi’nin ofisinde, salgın öncesi açtığı son yüzyüze seminere ben de katılmıştım. Kendisiyle tanışıklığım oradan geliyor. Derslerde konuya hakimiyeti, birçok farklı disiplini tek potada eritip şıp diye tarafımıza iletivermesi ve o güne kadar hiç yapmadığım çağrışımları ve çıkarımları bana yaptırmasıyla unutamayacağım bir deneyimi yaşatmıştı. Bu hafta onunlayız. Hikaye anlatıcılığını, kadın hikayelerini, Ursula’yı, Kurtlarla Koşan Kadınları, kahramanların bitmeyen yolculuğunu, sinema ve dizi sektörünü konuşuyoruz.

Öncelikle bu söyleşi için teşekkür ederek başlayayım. Sizinle tanışmam, Altyazı Dergisi’nin duyurusuyla gerçekleşti. Sinemayı ‘dışarıdan’ takip eden meraklı biri olarak, senaryo konusunda çalışmalar yapma hayali kurduğum bir dönemde, seminerinizin olduğunu öğrendim. İstiklal’de, covid öncesi son yüz yüze seminerdi. İlk sorum da bu minvalde olsun: Okullarda akşama kadar verdiğiniz derslerin üzerine bu çalışmalar sizi yormuyor mu? Motivasyonunuz nedir?

Şu an Almanya merkezli bir online üniversite olan Off - University’de uzaktan verdiğim dersler dışında sadece Altyazı sinema seminerlerinde ders veriyorum. Barış bildirisine attığım imza sonucunda takip eden işten atılma ve dava süreçlerinden sonra akademide şu an yoğun bir faaliyetim yok. Olmasını da tercih etmiyorum. Açıkçası seminerler beni yormuyor. Seminer dersten farklı olarak değişik amaçlarla, çoğunlukla da senaryo yazmaktan çok, sinemaya dair kavrayışını geliştirmek isteyen insanların geldiği bir yer. Dolayısıyla çok farklı kesimden sinemaseverle karşılıklı konuşma ve paylaşma ortamı oluyor. Yıllardır farklı kurumlarda yetişkin eğitimi için verdiğim Temel Senaryo dersi çok oturmuş ve taslağı belli bir ders olsa da her seminerde farklı sorular ve yorumlarla şekil değiştirip kendini yenileyebilen bir ders oldu. Benim için çok keyifli ve geliştirici geçiyor.

Sizi akademisyen, senarist, senaryo doktoru gibi birçok kimlikle tanıyoruz. Bunların dışında kadın hikaye anlatıcılarını da epey önemsiyor ve üzerinde duruyorsunuz. Ursula’nın çuval kuramını sizin dersinizde öğrenmiş, hatta bu gazetedeki ilk yazımı da o konuda yazmıştım. Sizce nedir bu durumun sebebi? Kadınların anlattıkları hâlâ arka sıralara itiliyor mu?

Kadın hikayesi deyince birkaç şeyi iç içe geçirip konuşmaya çalışmış oluyoruz. Önce bu ifadede saklı birkaç başlığı ayırmak lazım. Son yıllarda, özellikle sinema sektöründe artan örgütlü mücadele sinemacı kadınların eşitlik konusunda feminist taleplerinin çok daha fazla duyulduğu ve nihayet karşılık aldığı bir ortam oluşturdu. Bu da karşılaştığımız kadın hikaye anlatıcıların da, anlatılarda hikayesini dinlediğimiz kadın karakterlerlerin sayısında da çok umut verici bir artışa yol açtı ve bu ivmelenme devam edecek gibi. 

Özellikle etrafımdaki kadın erkek birçok yazar ve yönetmenin, filmlerindeki kadın temsiliyetini geliştirmek için artan bir şekilde senaryo aşamasında danışmanlık alma ihtiyacı içinde olduğunu görüyorum. Bu çok olumlu bir gelişme. Ama mesela Ursula diyorsak, o zaman aslında bunlardan bağımsız olmasa da farklı bir şeyden, dişil hikayelerden, dişil bir hikaye anlatıcılığından bahsediyoruz, ki bu benim akademik olarak da yıllardır ilgilendiğim bir konu. Hakim sinema anlatısı, tek bir kahramanın çizgisel ve ilerlemeci değişim yolculuğu teması üzerine kurulu. Bu kahramanın karşımıza çoğunlukla erkek olarak çıkması bir yana, bu formun kendisi çok eril. Dişil bir anlatı ne demek, buradan nasıl bir form çıkar, çıkar mı bunlar uzun yıllardır anlatıcıların düşündüğü, akademinin çalıştığı konular. Ben dijital platformların açtığı yeni anlatı mecrasında, özellikle mini dizi formunun buna çok uygun olduğunu ve yaygınlaştıkça sinema anlatısını da özgürleştireceğine inanıyorum, heyecanla takip ediyorum. 

Son yıllarda birçok kişinin okuduğu ya da okumayı kafasına koyduğu bir kitap var. Kurtlarla Koşan Kadınlar. Sizin nezdinizde bu kitabın anlatı geleneğine etkileri neler?

Aslında söyleyeceklerim yukarıdaki soruyla bağlantılı. Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu kitabı anlatıbilim alanında 50’lerden beri çok temel bir kaynağa dönüşmüş, çok iyi bir araştırma. Fakat Campbell’ın “monomit” kuramı için incelediği bu metinlere baktığımızda çoğunluğunun yukarıda bahsettiğimiz eril forma dayalı erkek kahraman hikayeleri olduğunu görüyoruz. Bu özellikle 60’larda feminist hareketin yükselmesiyle beraber, birçok kadın anlatıbilimcinin eleştirdiği bir konu. Clarissa Pinkola Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabı çalışma yöntemi açısından Campbell’ınkine çok benzer. Estes uzun yıllar yazılı edebiyata geçerken bu eril formun ilkelerine uydurulmuş kadın masallarını dünyanın farklı bölgelerinde gezerek hikaye anlatıcılardan dinleyip yeniden yazılı bir kaynağa dönüştürüyor. Yani bir çeşit hikaye arkeolojisi yapıyor. Bunu yaparken de Campbell’ınkine çok benzer bir çalışma yöntemiyle ve psikanalitik bir yaklaşımla yapıyor. Derslerde bu iki kitabı birbirini tamamlayacak şekilde önermeyi seviyorum. Estes kadının erginlenme sürecine özel moderniteyle beraber kaybolmuş çok özel bir anlatı geleneğinin izini sürüyor. Sadece kadınların değil, kadın karakter hikayelerini anlatmaya yeltenen erkek hikaye anlatıcılarının da mutlaka değerlendirmesi gereken bir kaynak.

Anlatılarda evrensel bir kurgu yapısı varsa, neden hala heyecanla oturup izliyoruz? Hangi ihtiyacımıza ya da avuntu bulma motivasyonumuza hitap ediyor bu sizce?

İnsan, homonarrens, hikaye anlatan bir tür. Biz formdaki tekilliği seviyoruz. Bu insan olarak bizde türümüzle temas duygusu uyandırıyor. Bettelheim, Uses of Enchantment kitabında çocuk masallarını incelerken, masalın çocuk için küçük bir ‘love gift’ (sevgi hediyesi) olduğundan bahseder. Her masalın çocuğu, ‘hayat zor, karşına karanlık ormanlar, kötü canavarlar çıkacak ama yalnız değilsin ve bunları aşabilecek güçtesin’ diyerek teselli ettiğini söyler. Bu yetişkinler olarak bizim de hayat boyu duymaya ihtiyacımız olan bir şey. Hayat zor, bilincin yükü ağır. En trajik hikaye bile bize yaşamın devam ettiğini ve her şeyin geçici olduğunu hatırlatır. Çünkü film biter ama biz yola devam ederiz. 

Türkiye, sinema açısından edebiyata göre biraz daha evrensel başarıları yakalayabilmiş durumda. Susuz Yaz’la başlayan, Yılmaz Güney’e uzanan, Fatih Akın ve Nuri Bilge Ceylan ile sürdürülen bir gelenek var. Bizimki gibi sosyokültürel açıdan kaotik topluluklarda sanatın taşıdığı bir işlev olduğu dile getirilir hep. Siz buna katılıyor musunuz? Gündelik gerçekliğimiz sinema perdesinden bize geri yansıyor mu?

Bunlar çok felsefi sorular. Üzerine uzun uzun tartışıp hiçbiri birbirini değillemeyen birçok sonuca varabiliriz. Ben Türkiye Sineması’nın evrensel bir başarı yakalayabildiğini düşünmüyorum. Öyle olsaydı bugün bağımsız film yapmaya çalışan insanlar, koşullar nedeniyle film yapamaz hale gelmiş olmazdı. Toplumsal değil tarihsel bir yerden bakalım yaşadığımız topraklara. Dünyanın en zengin hikaye anlatma geleneğine sahip coğrafyalarından birinde oturuyoruz. Hakkını verebildiğimiz pek söylenemez. Hikaye anlatıcılarının yolunun fikirsel olarak da koşullar anlamında da bu kadar kapalı olduğu bir ülkede, böyle bir evrensel başarı beklemek de çok gerçekçi değil zaten.

Dijital yayıncılık son yıllarda Türkiye’de de epey önemli işler yapıyor. TV’nin birçok handikapını ortadan kaldıran bu platformlar aynı zamanda yeni riskler ya da tehditler de barındırıyor mu? Sektörün buna bakışıyla ilgili fikirleriniz neler?

Bunu sektör de şu an aktif olarak tartışıyor. Dijital yayıncılığın pandemiyle beraber yaygınlaşması beklenmedik olmasa da sinema televizyon alanında ani bir yapım talep artışına neden oldu. Şu an çok canlı bir ortam var, bu umut verici. Yukarıda da söylediğim gibi ben de heyecanla takip ediyorum. Bir şey söylemek için erken, bu nedenle herkes arıyor, bakıyor, deniyor. Yeni sermaye olanakları, yeni üretim biçimleri, yeni izleyici refleksleri gelişiyor. Bunların hepsi birbirini şekillendirecek ve elbette beraberinde imkanlar kadar riskler ve tehditler de getirecek. Sanırım henüz yaşayıp görme evresindeyiz.  

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.