İhlallere yasal kılıf

Gülistan Kılıç Koçyiğit

Gülistan Kılıç Koçyiğit

  • Ceza infaz yönetmelikleri ya da Ceza İnfaz Kanunu keyfiyete çok açık, sınırları belli değil ve takdir yetkisine çok fazla alan bırakıyor. Bütün yetkileri idari personele, cezaevi müdürüne ve cezaevi personeline bırakan; tamamen mahpusun aleyhine kanun ve yönetmelikler. 
  • Düşünün ki yönetmelikte bir madde var ve bir cezaevi idaresi gelip o yönetmeliğe dayanarak sizin ailenizle görüşünüzü aylarca engelleyebiliyor ya da sizi aylarca hücreye koyabiliyor, telefon hakkınızı engelleyebiliyor. Yani siz zaten cezaevindesiniz ve o bir madde sizin hayatınızın üç ayını, ailenizle olan iletişiminizi engelliyor. Bu kadar yaşamsal bir şey. 

MİHEME PORGEBOL

Türk hapishanelerinde 2017'den bu yana en az 255 tutsak yaşamını yitirdi. Yüzlerce tutsak kendisine verilen hapis cezasını tamamlamasına rağmen tahliye edilmiyor. Her gün hapishanelerden onlarca işkence, kötü muamele ve binbir çeşit hak ihlali haberi geliyor. Dolayısıyla Türk hapishanelerinin meşruluğunu olabildiğince yitirdiğini söylemek mümkün. 

Ancak buna karşı sivil direnişlerden başka bir şey de yapılamıyor çünkü hapishanelerde tutsaklara yaşatılanlar gücünü yasalardan alıyor. 5275 sayılı Ceza İnfaz Kanunu'nun 40'ıncı maddesinin (g) bendi de bu yasalardan biri. Bu madde "Bazı etkinliklere katılmaktan alıkoyma cezası, hükümlünün 1 aydan 3 aya kadar süreyle kurumun kültürel ve spor etkinliklerine katılmaktan yoksun bırakılması"nı düzenlerken maddenin (g) bendi "açlık grevi yapma"yı da bu yoksun bırakma gerekçelerinden biri olarak sunuyor. Dolayısıyla sonuç alamadığı bir hak talebinden ötürü elinde kalan tek seçenek olan açlık grevine başvuran tutsak, hak talebinde bulunduğu için bir kez daha cezalandırılmayla karşı karşıya kalabiliyor.

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Muş Milletvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit de 30 Mart tarihinde bu maddenin kaldırılmasına dair meclise bir kanun teklifi sundu. Koçyiğit, teklifinde Türk hapishanelerinde bugüne dek gerçekleştirilen açlık grevlerine gerekçeleriyle birlikte değinerek bu eylemlerin haklı taleplerden doğru gerçekleştirildiğine, dolayısıyla bu talep yüzünden tutsakların cezalandırılamayacağına işaret ediyor. Milletvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit'le sunduğu değişiklik teklifini konuştuk. 

Türk hapishanelerine en çok eğilen siyasi partinin HDP olduğu çok açık. Sizin de çalışmalarınızda hapishanelere özellikle eğildiğinizi biliyoruz. Hapishaneleri anlatır mısınız biraz? 
Biz cezaevlerini hem ailelerin aktarımlarından hem bizzat yaptığımız görüşmelerden hem de ilgili sivil toplum kuruluşlarının yayımladıkları raporlardan takip ediyoruz. Dolayısıyla birçok tanıklığımız da oluyor. Bunların her biri bize cezaevlerinde yaşanan birçok şeyin siyasi saikler barındırdığını göstermekle beraber bu siyasi alanı besleyen asıl şeyin yasalar olduğunu gördük. Bir mevzuat oluşturuluyor ya da bir yasa çıkarılıyor, siyasi iktidar ya da cezaevindeki idari personel de bu yasaya dayanarak mahpuslar üzerinde her türlü işkenceyi, insanlık dışı muameleyi yapma hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar. Siz bunu sorduğunuzda yaptıklarına yasal bir kılıf gösterebiliyorlar. Ama bütün bu yönetmeliklere, özellikle ceza infaz yönetmeliklerine baktığımızda ya da Ceza İnfaz Kanunu'na baktığımızda aslında keyfiyete çok açık, sınırları belli olmayan, takdir yetkisine çok fazla alan bırakan yasa ve yönetmelikler olduğunu görüyoruz. Bütün yetkileri idari personele, cezaevi müdürüne ve cezaevi personeline bırakan; bu anlamda da tamamen mahpusun aleyhine kanun ve yönetmelikler olduğunu ifade edebiliriz. 

Geçtiğimiz günlerde bir kanun değişikliği teklifi sundunuz...
Evet. Özellikle Ceza İnfaz Kanunu'nun 40. maddesinin g bendinde yer alan ve keyfiyete çok fazla alan açan bölümün mutlaka değiştirilmesi gerekiyor. Çünkü bu bölüm şu anda birçok mahpusun disiplin cezası almasına temel teşkil eden bir madde. Bu madde evrensel hukuka da Türkiye'deki anayasaya da aykırı. Ama en önemlisi büyük hak ihlallerine zemin hazırlayan bir yasa.

Aynı sebepten infaz yakmalarla da karşılaşılıyor. Ama mesela sizin kanun teklifinde özellikle açlık grevleri üzerinden direniş hakkına değiniliyor. Türkiye'de hali hazırda da süren açlık grevleri var. İstediğiniz değişikliğin açlık grevleriyle ilişkisini biraz açar mısınız?
Türkiye, tarihi boyunca muhalif olana her zaman acımasızca yaklaşmış bir sistemle yönetildi. Bu ülkenin, idamlardan tutun da işkencede öldürmeye kadar, insan hakları ihlalleri bağlamında sicilinin kabarık olduğunu ifade edebilmek gerek. Cezaevlerindeki bu ihlaller karşısında bir de direniş hattını doğurdu. En çok bildiklerimizden biri Diyarbakır 5 No'lu cezaevindeki direniş. Ölüm orucuyla başlayan büyük bir direniş süreci ortaya çıktı cezaevlerinde. Bu direniş süreci günümüzde de devam ediyor. 
Bugün süren açlık grevlerinin de geçmiş açlık grevlerinden bir farkı olmadığını söyleyebiliriz. Bugün de mahpuslar en nihayetinde hakları ihlal edildiği için, temel insan haklarına erişemedikleri için, cezaevinde çok kötü koşullarda tutuldukları için ya da başka bir cezaevinde yaşanan ihlale karşı çıktıkları için açlık grevi yapıyorlar. 2012 yılında 68 günlük bir açlık grevi yaşandı. Yine 2016 yılında 50 siyasi şahsiyetin Amed'de başlattıkları bir açlık grevi süreci oldu. Daha sonra Leyla Güven'in başlattığı ve 200. günde sonlanan bir açlık grevi süreci yaşandı. Bu grevlerin tamamına baktığımızda bir eylemlilik zinciri olduğunu ifade edebilmek gerek. Bu eylemler çok temel bir şeye işaret ediyor çünkü. 

Nedir o?
Bu ülkede çok temel insan hakları ihlalleri var. En önemlisi bu ülkenin bir cezaevinde Sayın Öcalan'a ve onunla beraber kalan üç kişiye dönük mutlak bir tecrit var. Biz tecridi bir işkence ve insanlık suçu olarak kabul ediyoruz. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırları içerisinde anayasa askıya alınmamışken, herhangi bir sıkı yönetim yokken, olağanüstü bir şey yokken, gündelik hayat rutininde akarken bir cezaevindeki mahpuslarla hiçbir iletişim yok. Mesela biz şu an onların yaşamlarına dair hiçbir şey bilmiyoruz. Bu anlamda bütün kamuoyunun çok kaygılı olduğunu ifade edebiliriz. 

Grevler de buna cevaben mi gerçekleştiriliyor?
Çoğunlukla böyle oldu. Sayabildiğimiz tüm ihlallere karşı mahpusların seslerini duyurabilecekleri tek bir yöntem var. O da bedenleri. Hatta mahpuslar asıl grevin öncesinde dönüşümlü açlık grevleri gerçekleştirerek kamuoyunda oluşturdukları duyarlılıkla devlete ve siyasi erke bir mesaj vermeye çalışıyorlar. Ama en nihayetinde bütün bunlardan sonuç alamadıklarında da ellerindeki tek direniş yöntemini kullanarak bedenlerini açlığa yatırıyorlar. Bu anlamda açlık grevlerini bir direniş yöntemi olarak, hak alma mücadelesinin bir parçası olarak gördüklerini ve bunun için canlarını ortaya koyduklarını ifade ediyorlar. Ama bunun karşısında sistemin kendisi, mevcut cezaevi yönetimleri ve siyasi erk, açlık grevinden sonra mahpusları hücre cezalarıyla, görüş yasaklarıyla ve iletişim yasaklarıyla adeta yeniden cezalandırarak yıldırmaya ve bir şekilde cezaevindeki direnişi kırmaya çalışıyor.

Açlık grevlerinin zaten hayati talepler doğrultusunda başladığını söyleyebilir miyiz?
Şöyle düşünün; Sayın Öcalan'ın üzerindeki tecridin kaldırılması için açlık grevi olduğunda herhangi biri kalkıp "Niye açlık grevi yapıyorsunuz?" diyebilir mi? O zaman karşılığında "Niye görüş hakkı tanımıyorsun? Niye ailesiyle, avukatıyla görüştürmüyorsun?" yanıtı alır. Bu soruların cevabı yok. Dolayısıyla açlık grevleri sıradan, alelade şeyler için yapılan eylemler değil. Direniş basit şeyler için verilmiyor. Çok hayati noktalarda ortaya çıkıyor. Gerekçeleri çok yaşamsal gerekçeler olduğu için hakikatle ilişkisi var. Hakikati ortaya çıkaran bir yönü var. Hakikati bütün dünyaya haykırıyor. 

Eylemci kendini olabilecek en pasif durumda konumlandırırken devlet de olabilecek en vahşi konumda pozisyon alıyor. Burada en temelde iyiyle kötünün, güzelle çirkinin çarpışmasını görüyoruz. Devletin vicdanı olmadığını biliyoruz ama, bu pratiğin devlet aklındaki karşılığı ne?
Bir insanın düşleri için ya da işkenceleri engellemek adına ya da bir başkasına yapılan ihlali engellemek adına bedenini açlığa yatırmasını, bedenini ölüme yatırmasını anlayamıyorlar. Böyle bir iradeyi tahayyül edemiyorlar. Tahayyül edemedikleri için de bu iradeyi karalamak, ezmek, yok etmek adına bir pratiğe giriştiklerini söyleyebiliriz. Aslında burada kim güçlü? Demin sizin ifade ettiğiniz gibi eylemi yapan pasif direnişçiler bedenlerini açlığa yatırmışlar, bu onlar için hem bedensel olarak hem ruhsal olarak çok zor bir süreç, ama böylesi bir sürecin sonucunda muazzam bir hakikat, muazzam bir güç açığa çıkıyor. O gücün karşısında devlet paniğe kapılıp bütün enstrümanlarıyla saldırarak hakikati gölgelemek, o direnişin dışarıda duyulmasını engellemek için uğraşıyor. Burada bir asimetri olduğu çok açık ve net. Ama buradaki asimetri hakikatle yalan arasında, demin dediğiniz gibi iyilikle kötülük arasında ama en önemlisi meşru olanla meşru olmayan arasında. Yani konuyu böyle ele almanın yanılgı olmayacağını sanıyorum. En nihayetinde korkulan şeyin, haklılık zemini olduğunu ifade etmemiz gerekiyor.

Açlık grevi eylemcesine yapılan saldırıların eylemcinin sağlığı ve geleceği üzerinde ciddi etkileri oluyor. Bu yüzden eylemciye dönük müdahale sadece infaz süreciyle sınırlı kalmıyor. Tahliye olsa bile o müdahalenin izlerini taşıyabiliyor. Özetle şunu sormak istiyorum: Açlık grevlerine dönük devletin politikası ve uygulamaları aslında ikinci bir cezalandırmaya dahil midir? 
Kesinlikle dahildir. Kapitalist modernite bugün kişinin bedeni üzerindeki denetimine de el koymak istiyor. Örneğin; kadınların kürtaj hakkını engellenmeye çalışıyorlar. Aynı şey cezaevlerinde daha belirgin. Diyelim ki siz herhangi bir yasal hakkınıza ulaşamıyorsunuz, ulaşmaya çalışırken engelleniyorsunuz. Buna karşın da bir eylem yaptınız, açlık grevine girdiniz. Türkiye cezaevlerinde hakkınızı aradığınız için tekrar cezalandırılıyorsunuz. Hücre cezası alıyorsunuz, iletişim cezası alıyorsunuz vb... Bu anlamıyla ceza içerisinde ceza pratiğinin olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. 

Bu sadece düşmanlık veya idrak edememekle açıklanabilir mi?
Bunun aslında sistematik bir cezalandırma mantığından kaynaklandığını ifade etmemiz lazım. Bu devletin ve bu sistemin, ne toplumun ne mahpusun hakkını gözeten bir yanı var. Anlamaya çalışan bir akıl değil, “acaba ne gerekçe bulsam da cezalandırsam” penceresinden bakan bir akıl kurmuş. Son çıkan ceza infaz yasasının kendisi nedeniyle artık cezası bitmiş insanlar İdari Kurul Gözlem Kararları nedeniyle tahliye olamıyorlar. Neden? Biz bunu Tevfik Kalkan pratiğinde gördük. Kalkan, kantinden kendi parasıyla bir radyo almış ama cezaevi idaresi "radyoya iyi davranmamış, onu düzenli kullanmamış" gerekçesiyle Kalkan'ın infazını yakıyordu. Bunun gibi birçok örnek var. 

Şakran’da da Mehmet Savur isimli bir mahpus var. Ailesinin ekonomik durumu olmadığı için görüşüne sıklıkla gidemiyor ve kurul “ailen görüşe gelmiyor” diyerek cezası bitmesine rağmen onu tahliye etmiyor... 
Gerekçeler artık "gözünün üstünde kaşın" var gibi bir şeye dönmüş durumda. Böyle bir yerden herhangi bir hukuk tartışması yürütülemez. İlla bir hukuktan bahsedilecekse düşman hukukundan bahsedilebilir. İnsanları tüketmek, bitirmek, cezaevinde öldürmek üzere işleyen bir saikten bahsedilebilir. Buna birçok örnek verilebilir. Her ay neredeyse 2-3 tabut çıkıyor cezaevlerinden. Hasta mahpuslar tahliye edilmiyor, Aysel Tuğluk'un sağlık durumu ortada. İnfazı yakılanların genel durumu ortada. Evet, toplum üzerinde bir baskı rejimi var. Türkiye açık bir cezaevine döndü, çok doğru ama tüm bu saydıklarımızı üst üste koyduğumuzda AKP-MHP faşizminin en fazla yansıdığı yerin cezaevleri olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. 

Bir de "onur" kavramına değinmek istiyorum çünkü zindanlardan en çok yükselen sloganlar bizi buraya götürüyor. “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganı bir anıt gibi zindan gerçekliğine işaret ediyor. Zindan direnişleri insanlık onurunu merkeze alıyor. Siz de zindanlardaki uygulamaları bir rejim sorunu olarak değerlendirdiniz. Rejimi ve uygulamalarını insanlık onuru bağlamında nasıl okumak gerek?
Bu bir rejim sorunudur. Çünkü bu sorun kaynağını bugünden değil, kuruluşundan alıyor. Kuruluşunda demokratik kurulmadığı için, öteki kimlikleri var saymadığı için, eşit kurucu yurttaş olarak görmediği için bütün bu kimlikleri yok ederek bir homojen toplum, bir ulus-devlet yaratma fikrini esas alan bir rejimi benimsiyor. Yani Kürtleri, Ermenileri, Alevileri, Êzîdîleri, Hıristiyanları yok sayan bir rejim. Zaten çarpışma buradan başlıyor. İnsanlık onuru tam da bu rejime karşı demokratik bir sistemi, demokratik bir yaşamı gerekli kılıyor. Bu yüzden de sistemle sürekli çarpışmalar yaşanıyor. Biz sistemin sorunlu olduğunu düşünüyoruz ve "bu sistem değişmeli, dönüşmeli" diyoruz.

Benim sorularım ve değinmek istediklerim bitti. Benim kaçırdığım veya sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı? Özellikle verdiğiniz kanun değişikliği teklifine dair son sözlerinizi alabilir miyim?
Özel olarak söyleyebileceğim bir şey yok. En nihayetinde zaten bu teknik bir madde ama bizim açımızdan bu yasa maddesinin hayatta nasıl karşılık bulduğunu görünür kılmaya çalışıyoruz. Düşünün ki yönetmelikte bir madde var ve bir cezaevi idaresi gelip o yönetmeliğe dayanarak sizin ailenizle görüşünüzü aylarca engelleyebiliyor ya da sizi aylarca hücreye koyabiliyor, telefon hakkınızı engelleyebiliyor. Yani siz zaten cezaevindesiniz ve o bir madde sizin hayatınızın üç ayını, ailenizle olan iletişiminizi engelliyor. Bu kadar yaşamsal bir şey. Yani o maddeler yazıldığında sadece yazıldığıyla kalmıyor. O yasaların hayatta bambaşka karşılıkları var. Onun için biz biraz da bu karşılığın görünür olmasını istiyoruz. Bütün meselemiz o.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.